30 Eylül 2010 Perşembe

Rangers 1-0 Bursaspor | Bursaspor'un kapasitesi gerçekten bu kadar mı?



İkide sıfır. Tecrübe fakiri olarak Şampiyonlar Ligi'ne katılmanın ciddi dezavantajları bir yana, Ertuğrul Sağlam'ın iki maçtır sınıfta kalan tercihleri beni asıl düşündüren. Bursaspor'un geride bıraktığı 2 maçta pozisyona dahi girememesi berbat bir görüntü. Herkesin takımın kapasitesinden fazlasını beklediği bir ortamda, kapasitesinin yarısı kadar bile oynayamıyor mu Bursa, yoksa kapasitesi bu kadar mı? İyi irdelemek, iyi analiz etmek gerek bu durumu.

Girişi son kısımdan yapalım; ligde şampiyon olan Bursa'nın son anlara kadar rakibi olan 2 takım Fenerbahçe ve Galatasaray Eylül ayını göremeden İstanbul'a döndü. Ligin artık kepazeleşen futbolunun ivmelenen tek kısmı istikrar. İçi boşalmış bir istikrar durumu dışında görünen hiçbir şey yok. Oyun ortalamanın üzerine bile çıkmıyor maalesef. Hal böyle olunca, savunması sağlam takımlar araya bir tane sıkıştırıp şampiyonluk kovalıyor. Evet, Bursalı arkadaşlar muhakkak kızacaklar ama durumun onlarla ilgisi yok; Daum bile ligdeki denklemi çözdüğü anda Fenerbahçe seri yaptı, dibe vurdular denirken şampiyonluğu son hafta verdiler. Sivas 2 sene savunma oyunu ile zirvede yer buldu kendine. Ülke futbolunun yaşadığı kimliksiz futbol bunalımının üzerine, altyapısı olmayan, fundamental olarak berbat olmuş oyuncularla kurduğunuz savunmalar da, futbol oynamasını iyi kötü öğrenmişler tarafından darmadağın ediliyor. Ve gariptir, insanlar savunma yapmanın daha kolay olduğunu düşünürler; tersine hücum etmek çok daha kolaydır. Savunma, ciddi çalışma, zeka ve tecrübe isteyen bir iştir.

Bursaspor'un oyun tertibinden ziyade, Rangers'ın garip 5-3-2'sini konuşmalı. Ev sahibi takım, Bursa'yı beklemeyi tercih edince takımın yaşadığı bocalama, bunu beklemediklerini gösteriyor. Sağlam'a buradan bir eksi verelim; belli ki dersine iyi çalışmamış. Gömülü savunmanın içine Batalla ve Sercan ile sızma çalışmaları haliyle daha ilk dakikadan sonuç vermedi. İlk maçta açık oynayan Valencia'ya karşı Sercan'ı kenarda başlatan Sağlam'ın, gömülü takıma Sercan ile başlaması... Sağlam'a ikinci eksiyi de buradan verelim. Oyunun bu görüntüsü rakip golü bulamadıkça değişecekti pek tabii ama, ilk planda Bursaspor'un kolay top çevirmesi deplasman için ciddi bir avantajdı. Bu noktada tecrübesizlik kelimesinin altını iyice karalamalı; Volkan'ın ve Sercan'ın gereksiz toplu dalışları deplasman için doğru değil. Topu en son ana kadar gevelemeli. Rakibi bozacak olan budur. İç-dış, ileri-geri, yana-öne sürekli topu dolandırabilecek bir rakip ile oynarken, topu anlamsız bir biçimde kaybetmenin, saçma kontralar yemenin anlamını arıyorum yıllardır. Bu eksikliğin Bursa açısından zararı, patlamaya hazır Ivankov'un hürmetini esirgemeden hediye ettiği gol oldu.

Lucescu'nun Avrupa'da oynanan maçlar için altın kuralı oldukça basit: Gol yemeyeceksin! Bu seviyedeki takımlar geri dönüşlere izin vermiyor kolay kolay. Daha o dakikadan başlayan debelenmenin maç boyu hiçbir şey getirmemesi asıl düşündürücü kısım. Insua'nın 20 metre dribling yapmadan ayağından çıkaramadığı toplar, Batalla'nın fiziki yetersizliği, Ozan'ın tek pas özrü, oyunun içinde olmayışı takımı tamamen Volkan Şen'in eline bıraktı. Üzerine Ertuğrul Sağlam'ın inatla ceza sahasına müdahale etmeyişi, takımı cepheden oynamaya zorlaması zaten üretemeyen takımı, top geveleyen bir takım haline getirdi. Yapılan son 2 hamlede Batalla ve Sercan'ın kenara gelip Nunez ve Turgay'ın girmesi ile top da rakibe teslim edildi. Batalla'nın oyunda o kadar kalması(bana göre başlaması ciddi hata idi) bir yana, Ozan İpek sahada ruh gibi gezinirken Sercan'ın kenara gelişi bana göre Sağlam'ın eksi hanesine yazılacaklar arasında.

O kadar ziyan bir maçtı ki, ben üzülüyorum böyle olunca. 5 ye ama böyle oynama şu maçlarda. Kimliksiz, anlamsız bir futbol, zarar ziyan bir 90 dakika. Ertuğrul Sağlam 3.kez Avrupa macerasında dökülüyor. Gayet normal; Avrupa'da son 10 dakikada stoperini ileri yollarsan ikinciyi atıyorlar sana. Kaosun bir futbol kimliği olmadığını sabah akşam tartışan adamların, bunu müthiş taktiksel bir hamle olarak görmesi de içine düştükleri bir yaman çelişki. Kısacası Bursa yolun başında ama izlediği yol bana pek doğru gibi gelmiyor. Gol yemek, yenilmek bir tarafa, tecrübesizlik, heyecan bir tarafa bir takım 2 90 dakikada bir net gol pozisyonuna dahi giremiyorsa iyi düşünmeli. Bu anlamı olmayan futbol ancak Süper Lig'de işe yarar; oranın da nasıl olduğunu söylemeye gerek yok; zira Mecidiyeköy, Kadıköy ve Trabzon'da Perşembeler sakin artık...


29 Eylül 2010 Çarşamba

Auxerre - Real Madrid | Maç Sonu, "Gold Angel"



Auxerre deplasmanından zor da olsa 3 puanla döndü Real Madrid. Dua edilmesi gereken iki kişi var, önce Mesut Özil, sonra da Portekiz ve İspanyol basınının 'Gold Angel' lakabını taktığı, bizim darbukacı Angel Di Maria. Özil'den aldığı pası ustalıkla Auxerre ağlarına yolladı. Sıkıntılı geçen akşamın ilacı oldu Arjantinli melek. 

Di Maria golünü atıp kameralara kalbini göstermeden önce o ana kadar sıkıntılı anların yaşandığını söyleyebiliriz. Halen sorunları yazmak mümkün ancak maçın 0-0 bitmesi durumunda daha fazla yüklenecektik Real Madrid'e. Ancak bir şekilde kötü oyuna rağmen kazanılan bazı maçlara kendimizi artık hazır etmeliyiz sanıyorum. Dün gece de aynen bunu gördük. Auxerre kalecisi Sorin, tıpkı bir önceki maçta Ajax kalecisi Stakelenburg'un yaptığı gibi koruyucu güçlerini yanına aldı, birçok pozisyonu önledi ancak dakika 81'e kadar... 

Maç içinde Real Madrid açısından gene bir uyumsuzluğun olduğunu söyleyebiliriz. Son düdük çaldıktan sonra Real Madrid'in belki de en iyisi olan Xabi Alonso dışında Lass'ın uyumsuz görüntüsü, Ronaldo ve Higuain'in bir türlü işin sonunu getirememesi, Benzema'nın ise henüz tam hazır olmaması sıkıntılı anların ana nedenleri oldu. Yine Auxerre'inde bazı dakikalarda öne geçmek ve hatta maçı almak için zaman zaman fırsatlar bulduğunu da belirtmek lazım. Özil girmeden önce yaratıcılıktan uzak kalan Real Madrid, nihayetinde bizim çocukla beraber bir ivme yakalamıştı maçta. Maçın gidişatını iyi görmeyen Jose Mourinho'da zaten asisti yapan Özil ve golü atan Di Maria olunca onları neden oyuna aldığını da göstermiş oldu. Lig maçlarında ters ayapıyla ceza alanına yaklaşıp tehlikeli olabilen Marcelo ise kendisinden beklenenleri veremedi.

Zaman zaman oynanan negatif futbolu bir kenara bırakırsak deplasman maçında alınan 3 puan her zaman değerli oluyor. Maç sonunda 'zor oyundu ancak biz kazanacağımızı biliyorduk' diyen Mourinho ise takımına ne kadar güvendiğini de göstermiş oldu. Milan'da Ajax ile berabere (1-1) kalarak liderlik için Real Madrid'e katkıda bulundu diyebiliriz...


AUXERRE 0 -1 REAL MADRİD

Fotoğraflar @uefa.com - realmadrid.com

28 Eylül 2010 Salı

Haftanın Teknik Direktörü: Tolunay Kafkas


Yazılara bir süredir mola vermiştik. Bu hafta Tolunay Kafkas ile devam ediyoruz. İlk adresim uzunpaslar.com'da haftanın teknik direktörü olarak Tolunay Kafkas'ı seçmiştim. Size bu yazıda Gaziantepspor'un teknik direktörünü tanıtmaya çalışacağım.

Haftanın teknik direktörünü nasıl seçiyorsun diyenler olabilir. Hatta neden Tolunay da Aykut değil diyen de. Haftanın teknik direktörünü seçerken ilk olarak söz konusu maçın zorluğuna bakıyorum. Bu hafta Galatasaray ile Fenerbahçe ses getiren galibiyetler aldı ama Gaziantepspor'un galibiyeti daha önemli ve daha zordu. İşte bu yüzden Tolunay Kafkas haftanın teknik direktörü oldu.

Ekşi Sözlük'e Tolunay Kafkas yazıp arattığınız zaman karşınıza çıkan ilk şey, Tolunay Kafkas'ın kültür seviyesi yüksek futbolcular ekolünden olduğudur. Bir Kafka okuru olan Kafkas 31 Mart 1968'de Ankara'da doğdu. Futbola 1987'de PTT'de başladı. Ardından Trabzonspor'la tanışana dek Keçiörengücü, Diyarbakırspor, Erzurumspor ve Konyaspor'da oynadı. 1993'de geldiği Trabzonspor ise kariyerini değiştiren kulüp oldu. 4 sezon geçirdiği Karadeniz ekibinde milli takıma yükselen Kafkas, 100'den hayli fazla Trabzonspor forması giydi.

Trabzonspor'da oynarken EURO 96 kadrosuna seçilen ve İngiltere'de Ay Yıldızlı formayı giyen Tolunay, 1997'de milli takımdan antrenörü Fatih Terim tarafından Galatasaray'a transfer edildi. Galatasaray'da umulan başarıyı sağlayamadı, bir dönem Bursaspor'a kiralandı, 2000'de valizini toplayıp Denizli'ye gitti. Denizlispor'da takım arkadaşıyla kavga ederek kırmızı kart gören ve bu özelliğiyle tarihe geçen Tolunay, 2 yıl süren Denizli macerasının ardından Avusturya'ya açıldı. 2 sezon Pasching'de, kısa sürelerle LASK Linz ve Admira Wacker'de oynadı ardından futbolu bıraktı.

Teknik adamlık kariyeri de Avusturya'da başladı. Pasching kulübünde kısa bir süre yardımcı antrenörlük yaptı. Avusturya'dan yurda dönüşü Genç milli takım teknik direktörlüğüyle oldu ve ardından Kayserispor'da tam randımanla teknik adamlığa başladı.

Kayserispor'da 1 Türkiye Kupası kazandı. O zamanki ismiyle UEFA Kupası'nda oynadı ve talihsiz bir biçimde PSG'ye elendi. 3 sezon Kayserispor'un başında 121 maça çıktı. 51 galibiyet, 37 beraberlik, 33 mağlubiyet aldı ve 2009-2010 sezonuyla görevinden ayrıldı.

Fazla beklemeden yeni bir heyecana yelken açtı. Bülent Uygun'la imzadan dönen Gaziantepspor, teknik direktörlüğe Kafkas'ı getirdi. Gaziantepspor'da şu ana dek 5,5 maça çıktı. 1 kez kazandı, 3 kez berabere kaldı, 1,5 kez de yenildi. Buçukların akibetini birkaç gün sonra öğreneceğiz. Tolunay Kafkas büyük transferlerle girdiği sezona iyi başlayamadı ama Eskişehirspor galibiyetiyle negatif görüntüyü durağana çevirmeyi bildi.

Auxerre - Real Madrid | Maç Öncesi


Real Madrid Şampiyonlar Ligi'nde ikinci maçına Fransa'da Auxerre karşısında çıkıyor. Evet, olaya bende şaraptan gireceğim, zira Auxerre kenti en güzel şaraplardan biri olan Chablis şaraplarının üretildiği yer... Tadına bakmak gerek. (Temnkinli konuşmalıyım aslında... Lyon'dan sonra Fransızlardan tırstıdığımı söylemeliyim.)

Auxerre ile ilgili olarak ilk söylenecek şeylerden biri Guy Roux'tur herhalde. Evet bu takım bünyesinden Mexes, Boumsong, Cisse gibi isimler çıkarttı ancak 1961'den 2005'e kadar takım menajerliğini yürüten bir adam var karşımızda. Saygı duymak gerek. Sevgili Roux 16 yaşında girdiği Auxerre camiasından 66 yaşında ayrıldı. (1952-2005). Roux şimdilerde Lens'i çalıştırıyor.

Auxerre teknik direktörü Jose Fernandez Real Madrid için 'Dünya'nın en büyük kulübü' demiş. Ve 'heyecanlandığını' söylemiş. Auxerre'in Real Madrid karşısında kendi evinde alacağı bir galibiyet elbette ki büyük bir başarı olacaktır. Mourinho ise yaptığı açıklamada Auxerre'i Şampiyonlar Ligi'ne katıldığı için önce tebrik etti, sonra ekledi, "3 puanı alıp döneceğiz". Jose'nin kariyerinde 9 kez Fransızlarla karşılaştığını, bunlardan en önemlisinin 2003-2004 ŞL finalinde Porto ile çıktığı Monaco maçı olduğunu ve sadece 1 kez kaybettiğini hatırlatalım. Ancak Real Madrid'in Fransız takımlarına karşı performansı içler acısı. 10 maçta 3 galibiyet, 1 beraberlik ve 6 yenilgi. (Lyon'un ikinci kez kulaklarını çınlatalım...) Yine Karim Benzema'nın Lyon'da oynarken Auxerre ağlarına 23. saniyede bir gol bıraktığını da ilginç notlarımıza ekleyelim.


Real Madrid'de Garay, Kaka, Albiol, Canales ve Gago takımı Fransa'da yalnız bırakacak arkadaşlar. Casillas, Marcelo, Ramos, Pepe, Arbeloa, Mesut, Khedira, Xabi, C. Ronaldo, Higuain, Benzema muhtemel takım... Gol yollarında Higuain'in sıkıntı yaşadığı gerçek. Mourinho El Pipita'nın yanında Benzema'yı koymayı deneyerek bu sorunu çözmek istiyor. Ronaldo ise bu iki delikanlıya destek verecek. Tahminlerde iyi değilim pek tabii ancak, 1-2 Real Madrid sıcak geliyor bana...


AJ AUXERRE - REAL MADRİD

Stade de l'Abbé-Deschamps

28 Eylül Salı, 21:45

----> AJ Auxerre@ Wikipedia

27 Eylül 2010 Pazartesi

Malta Şovalyeleri


Akdeniz’in göbeğinde bir ada ülkesi Malta… Aslında adacıklar demek daha doğru olur. Malta ülkesi üçünde insanların yaşadığı yedi adacığının birleşimi… Gezip gitmek gerek aslında. İnsanların yaşamadığı adacıklarında bizleri Lost türüründe maceralar bekliyordur belki, kim bilir?

Akdeniz insanlarını bilirsiniz. Hafif tembellkik, belki biraz uyuşukluk ve pek tabii siesta alışkanlığı… Malta’da da bunların yanında alışkanlık haline gelen bir şey daha var, o da futbol… Bu küçük ülkede yaşayan Akdeniz insanları futbolla yatıp futbolla kalkıyorlar. Milli takımları pek iyi bir düzeyde değil, kulüp takımları hiç yok denecek kadar az. Buna rağmen ülkede ulusal futbol ligi 1909′dan beri düzenli olarak oynaıyor. Hibarnians, Sliema W. ve Florina ülkede en çok deteklenen takımlar. Zaten geriye kalan takım sayısıda bir elin parmaklarını geçmiyor. Malta’da yaşayan sakin insanlar Malta milli takımı dışında İngiltere ve İtalya milli takımlarını da kendi ülkeleri gibi destekliyorlar. Son Dünya Kupası’nda İtalya’nın şampiyon oluşundan sonra ülkede sabahlara kadar yapılan kutlamalar Maltalı insanların kendilerini biraz İtalyan gibi hissettiklerinin de bir kanıtı. Malta milli futbol takımınında başarı elde etmesini hayal etmeden de duramadıkları kesin. Fakat onlar için başarı bir kupa değil. En kötü Dünya ya da Avrupa Şampiyonası eleme gruplarında sonuncu olmamak… Ülkenin direk turnuvaya dahil olması ise ulusal bir bayram nedeni olabilir Malta için…

Ülke halkının mutluluğu İngiliz ve İtalyan milli takımlarının başarılarında aramaları biraz ilginç fakat biraz da mecburi… Malta’daki insanların çoğunun kendini İtalyan ya da İngiliz hissetmesi veya bu ülkelerin kökenlerinden gelmesi yine bu durumda etkili bir durum gibi… Mecburiyetten kasıt ise Malta milli futbol takımının sürekli aynı yerde sayması ve bir türlü kıpırdayamaması… Öyle ki, Malta futbol takımı 1964′ten 2008′e kadar katıldığı Avrupa Futbol Şampiyonaları elemerinde olduğu gruplarda sürekli sonuncu olarak istikrar yakalamış… Yine 1974′ten beri katıldığı Dünya Kupaları eleme gruplarında da sürekli sonuncu olmuş. Yine milli takımın bu elemerde aldığı toplam galbiyet sayısı sadece dört…

Her ülkenin milli bir futbol kahramanı vardır elbet… İşte Malta’da da bu kahraman Michael Mifsud. 28 yaşındaki Mifsud’u duyanlarınız vardır. Ülke futbolunun aksi bir durumda Mifsud, kendine Almanya ve İngiltere liglerinde her daim yer bulmuş bir isim. 2001-2003 yılları arasında Kaiserslautern‘de, 2007-2009 arasında ise Coventry City‘de oynamıştı. Coventry’de geçen 2 yıl için onun altın çağı demek mümkün. Ülkenin Ulusulararası üne sahip tek futbolcusu olan Mifsud şimdilerde ise Burnley’de kiralık olarak forma giymeye devam ediyor. Halen, Mifsud birgün futbolu bıraktığında onun kadar yetenekli olacak bir Maltalı futbolcu yok. Tüm milli takım Mifsud’un çevresinde toplanmış durumda… Yine Carmel Busuttil de en çok forma giyen isim Malta’da.

Her ülkenin milli bir futbol kahramanı vardır elbet… İşte Malta’da da bu kahraman Michael Mifsud.


Malta futbolundaki son paragrafımız Hibernians ve Sliema Wanderers F.C.‘ye ait. Bu iki takımdan Sliema W. 1909 yılında kurulmasına paralel olarak en eski futbol kulübü ve Malta Ligi’nde 23 şampiyonluk ile en çok şampiyon olan kulüp olarak öne çıkıyor. Fakat Sliema W., son yıllarda Hibernians gibi kulüplerin Malta dışındaki futbolculara ve teknik direktörlere yönelmesi nedeniyle beş yıldır şampiyon olamıyor. Ligin son şampiyonu Hibernians… Güney Amerika’lı futbolcu modası Malta’da var ve Hibernians’ta halihazırda bir Uruguay’lı, bir Arjantin’li ve bir de Brezilya’lı futbolcu ter döküyor. Bu üçünün içinde ligde fırtına gibi esen ise Flemengo altyapısı ürünü olan fakat ülkesinde aradığı mutluluğu Malta adalarında bulan Helton Morelto gollerini sıralıyor…

Malta tarihinde yüzyıllar içinde tek bir dönüm noktası gösterilir. O da yıllar yıllar önce Osmanlı donanmasının kuşatmasına karşı 80 yaşındaki Grand Maître (üstad-ı azam) Jean de la Valette‘in komutasında gerçekleştirilen savunmadır… Bu olay Malta tarihinde ‘milat’ olarak kabul edilir. Şimdilerde ise aynı milat Malta futbolu içinde geçerli. Futbol geçmişi çok eskilere, 1900′lü yıllara dayanan Malta artık bir şekilde San Marino gibi ülkelerden sıyrılıp kendini gösterebilmeli… Malta futbolu ve geleceği ile ilgili Hibernians futbol takımı teknik direktörü olan ve ülkede sadece bir yıl geçiren İngiliz Mark Miller‘in sözü ışık tutacak cinsten;

" Günlük güneşlik bir yer, yüz yılı aşkın bir futbol tarihi… Bu ülkenin futbolunu geliştirmemiz gerek. En azından benim içim Malta’nın katıldığı her elemede sonuncu olmasına el vermiyor…

Bakalım yüzyıllardır aynı yerde seyreden Malta futbolu 2012 elemeleri ile beraber bir kıpırdanma içine girebilecek mi?

Malta National Football Team @ Wikipedia

-Tekrar Gösterim-

24 Eylül 2010 Cuma

Kırmızı Alarm !


"Lig Kupası'nda Northampton'a elendiğimiz için taraftarımızdan özür diliyoruz"

Roy Hodgson böyle konuştu son oynanılan maçtan sonra. Taraftardan bir özür dilenmesi gerekiyordu aslında, Lig Kupası'nda alınan şok skor buna vesile oldu.

Peki sorun nedir Liverpool'da?

Roy Hodgson kulübe teknik direktör olarak göreve getirildiğinde ilk hedefi takımı içinde bulunduğu durumdan biraz olsun kurtararak düzlüğe çıkartmaktı. Bu hem ekonomik anlamda hem de başarı anlamındaydı. Özellikle Premier Lig şampiyonluğuna olan hasret bitmeliydi.

Liverpool'u yakından takip eden uzmanların en büyük korkuları hüç şüphe yok ki kulübün borçlarının takımın başına açacağı dertlerdi. En büyük tezleri ise Leeds United örneğiydi. Liverpool'un sezon başında bankalardan aldığı borçlar, kulübün geleceğini tehlikeye sokar nitelikte borçlardı. Leeds takımı sonunu hazırlamadan önce Şampiyonlar Ligi'nde yarı final oynadı, Liverpool'da 2005'te İstanbul'da şampiyon oldu, 2007'de de Hick ve Gillett'in takımı satın aldığı ilk günlerde final oynadı. Bu sezondan sonra Fernando Torres'in transferi kulübüoldukça yüklü bir miktarın altına soktu, aynı yıl Xabi Alonso Real Madrid'e giderek bu yüz biraz olsun hafifledi. Benitez o sezon ligi 2. sırada bitirdi ancak geçen sezon 7. oldu ve kulüp için çok önemli bir gelir kaynağı olan Şampiyonlar Ligi'ne katılamadı. Ve neticesinde hem taraftarın baskısı, hem de bankaların dürtmesi nedeniyle Gillet ve Hicks kulübe yeni yatırımcılar bulmak için şimdilerde çok uğraşıyorlar. Geriye de sadece Kulübün 100 yılı aşkın tarihinin en kötü dönemleri kaldı. 

Sotirios Kyrgiakos dudak büküyor ve o takımın haline şaşkın, biz de onun neden hala bu takımda olduğuna şaşkınız...


Liverpool için Premier Lig'te en çok zafer alan kulüp ünvanıda artık geride kaldı, ve hatta geçilmek üzereydi. Manchester United 18. şampiyonluğundan sonra sayıları eşitlemiş durumda ve geçen sezon geçmeye de çok yaklaşsalarda Chelsea Liverpool'a bir iylik yaparak buna izin vermedi. 

Liverpool'da çoğu proje askıda kalmış durumda. Bunların en başında stadyum geliyor. Taraftarlar pek tabii Anfield'da takımlarını izlemekten memnunlar ancak daha büyük bir stadyumun da maddi olarak getirisinin fazla olacağını bildikleri için olumsuz bakmıyorlar. Ancak Stad için hazır olan tek şey çizimler... Rakipleri ise Liverpool gerilerken büyümeye devam ediyor. Roman Abramovich mükemmel bir takım yarattı, Arsenal Emirates ile bol sıfırlı bir kontrat imzaladı ve Liverpool bu üç kulübün arkasında kaldığından rakipleri doğrudan Manchester City, Aston Villa ve Tottenham gibi kulüpler oldu. Kulübü seven herkes Gillet ve Hicks kulübü aldığında Roman Abramovich ile yarışabileceklerini düşünüyorlardı. Ancak verilen sözler tutulmadı ve borçlar katlanarak arttı. 

Kadroda yaşanan değişiklikler de 'kırmızı alarm' için etkili oldu. Gerrard, Torres ve bir nebze hatalar yapsa da Reina ile Glen Jhonson takımın en iyi oyuncuları. Ancak takımda ritim bozulduğunda bu tip oyuncularında takıma katkıda bulunma oranları hemen düşüyor. Xabi Alonso'nun orta alandaki varlığı yıldızlar için tutunacak bir daldı. Xabi gittikten sonra bu isim Mascherano oldu ancak o da şu an Barcelona'da... Aquilani ve Maxi Rodriguez'in giden iki oyuncunun etkisini verdikleri söylenemez. Joe Cole muhteşem değil ancak pozitif etkisinden söz etmek mümkün. Poulsen'in çok fazla bir artı yönü olmasa da iyi bir alternatif. Orta alanın bir diğer ismi Meireles'in ise herşeye rağmen nokta atışı olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle orta alanı toplar görüntüsü ve sezgileri Xabi'den sonra 'belki' özlenen etkiyi yaratabilir. 

Büyük beklentilerin ise büyük hayal kırıklıkları yarattığı bir gerçek Liverpool için. Geçen sezon ana hedef Premier Lig Şampiyonluğu idi. Ancak hem lig 7. sırada bitirildi, hem de Şampiyonlar Ligi hayal oldu. 

Ve işte can alıcı soru: Roy Hodgson doğru kişi mi?

Roy Hodgson'ın görevinin çok zor olduğu bir gerçek. Aslında taraftarın Rafael Benitez takımdan ayrıldıktan sonra Kenny Dalglish'i bekledikleri biliniyor. Ancak Hodgson'ın Dalglish'ten daha iyi bir seçim mi olduğunu zaman gösterecek. Hodgson'ın 2007-2010 yılları arasında Fulham'da yarattığı değişim alkışı hak ediyor. Ancak bu Liverpool gibi bir kulübün beklentileri için yeterli mi? Ya da Premier Lig Şampiyonluğu için? Roy'un Blackburn ve Fulham dışında Premier Lig'te takım çalıştırmadığı gerçeği de bizimle beraber. Bunun tek artı yönü Hodgson'ın İngiltere Premier Ligi'ni dışarıdan çok iyi rakip etmesi ve analiz etmiş olması olabilir. Bu kulübe gönül verenlerin yeni bir takım inşa etmeyi ve bunu yaparken de beklemeyi göze alabilirlerse bir umut doğabilir. Chelsea'nin bu yıl da şampiyon olacağını varsaydığımızda Liverpool'un rekoru daha yerinde bekliyor olacak. Ancak Fergie kesinlikle geçmeyi başaracaktır... Kısa vadede 'kırmzı alarm' ın çalmaya devam etmesi olası görünüyor...

Oğuz Öztürk / Goal.com Türkiye

Özleyen ?

Adı Zor Okunan Ülkenin Hikayesi; Polonya...


Sıcak kanlı insanları ile meşhur Polonya. Bir de yabancılar tarafından asla okunamayan lehçeleriyle. Şöyle ki, üklenin tam adı esasında Polska Rzeczopospolita Ludova… Polonya Cumhuriyeti Türkçesi. Unutmadan, kaşık kaşık yenen bir de Nutella’ları vardır ki, adeta Polonya’yı ve Varşova’yı sevdirir insana… Çıkardığı en ünlü isimlerden biri de piyanist Vladislav Szpilman’dır. Aşağıda Polonya futbolunu okurken arka planda Szpilman çalsa çok güzel uyum sağlar büyük ihtimal. Kısa kısa Polonya denen ülke dendiğinde akıllara bunlar gelir ilk, bizi pek tabii futbolu ilglilendirir bu ülkenin…

Polonya Futbol Federasyonu 1919 ylında kurulduktan sonra milli takım ilk maçını 1921′de Macaristan ile yapmayı tercih ettikten sonra belki de biraz pişmanlık duymuş olabilir. Sonuç: Budapeşte’de 1-0′lık bir yenilgi. Yine milli takım kaderinin bir cilvesi olarak ilk yenilgileri gibi ilk galibiyetleri de bir deplasman olan Stockholm’de İsveç’e karşı 1922 yılında almış. Oluşum sürecinden sonra o zamanaların büyük takımı Yugoslavya’yı 1938 Dünya Kupası’ndan önce eleyip bileti almışlar… Bu ilk tecrübeleri olmuş Polonyalıların. O zamanın formatında eleme usülü ilk rakip Brezilya olur. Maçı 6-5 Sambacılar kazanır. O maçtan geriye 1930′ların en iyi Polonyalı futbolcusu, aslen Alman olan Ernst Wilimowski‘nin Brezilya karşısındaki harika oyunu kalır. Polonya ilk kez katıldığı kupaya veda eder. 1938′in intikamını almak için 1974′e kadar beklemek zorunda kalırlar… Sonra Hitler denen bir adam çıkıp gelir Varşova’ya, ülkeyi işgal eder. Polonya 1946′ya kadar maç yapamaz. İşgalden önceki son maçını Macaristan ile oynayıp 1921′de aldıkları yenilgiyi unuturlar ve kazanırlar. Savaşta en çok kayıp veren ülke olur Polonya, acıları sarmak ve unutturmak yine futbola düşer…

1946′da savaştan yeni çıkan Polonya Oslo’ya gider. Rakip Norveç’tir ve 3-1 kazanan yıkık ve yeniden ayağa kalkmaya çalışan Polonya olur. Fakat yeni yeni toparlanmaya çalışan ülkeye 1948′de acıamdan 8-0 ile bir tokat patlatan Danimarka’nın dinamitleri olur. Bu yenilgi halen milli takım tarihinin en farklı yenilgisi olarak kayıtlardadır… 1940′lardan 1970′lere kadar Dünya Kupaları’nda boy gösteremez Polonyalılar. Ekim 1963′te savaştan sonra ilk kez onların elini tutan Norveç’le tekrar karşılaşırlar. Bir şekilde İskandinavlar yine Polonyalıları ayağa kaldırmaya 9-0 yenilerek yardımcı olurlar. Bu galibiyet 2009′daki 10-0′lık San Marino maçına kadar en farklı galibiyet olarak kalır futbol tarihlerinde. Büyük yıldız Lubanski tam 7 gol atar o maçta… Bu tesadüf değildir, zira Lubanski 1963-1978 arasında Polonya forması ile 75 maçta 48 gol atar. En golcü o olur. Sonra Kazimierz Górski adında bir adam çıkar, Polonya’yı 1974 Dünya Kupası’nda gönüllerin şampiyonu yapar…


Polonya 1939′dan sonra Almanya’yı ‘futbol’ ile fethedip intikam için 1974′te Dünya Kupası’na doğru yol alır. Almanya’da harika işleri başaracaklarını, 1966 şampiyonu İngiltere’yi ezip geçip kupaya katıldıklarında belli etmişlerdir. Polonya 4. grupta yer alır. Arjantin ve İtalya’yı Lato, Szarmach ve Deyna ile yıkar. Haiti’ye tam 7 gol atıp gruptan lider çıkar. Lato ve arkadaşları o zamanki formatta diğer grupta Almanya’nın ardından ikinci olur, 3.lük maçında 1938′in intikamını nihayet alarak Brezilya’yı Lato’nun golü iler yener ve kupayı gönüllerin şampiyonu olarak tamamlar. Lato gol kralı olur, efsaneleşir.




4 yıl sonra durak Arjantin olur. Yine aynı jenerasyon büyük hedeflerle Güney Amerika’ya yola çıkar. 1974′te olduğu gibi ilk grupta Almanya ile çekişilir ve gruptan çıkar Polonya. Fakat işler diğer turda beklendiği gibi gitmez. Brezilya 4 yıl öncesini unutmaz, Polonya’yı 3-1 yenerek bu doğu Avrupa ülkesinin umutlarını bitirir ve uçak biletini ellerine verir.

1982′de İspanya’daki Dünya Kupası’na bilet alır Polonya. 1974′te Kazimierz Górski’nin yarattığı Lato, Szarmach, Kusto‘lu kadrosu İspanya’da yerini alır. Bu tecrübeli isimlerin yanına yeni genç yetenekler serpiştirilir. Tıpkı 1974′te olduğu gibi Lato ve arkadaşları yarı finale kadar gider. Fakat İtalya ve Rossi onlara 2-0 ile dur der. Polonya’ya yine 3.lük yolu görünür, Fransa’ya 3 gol atan Szarmach, Majewsk ve Kupcewicz Polonyalıların yine de İspanya’dan mutlu ayrılmasını sağlar, büyük bir jenerasyon son bulur.

Efsane... Lato


Polonya futbolu tarihinin en büyük jenerasyonundan sonra 1987-2002 arası tam bir durgunluk içinde geçer. 1986 Meksiya’ya bir önceki kupanın 3.sü olarak gider Polonya. Fakat tokadı patlatan yine onlar için tanıdık bir ülke olur. Brezilya gruplardan sonraki turda 4-0 ile Polonya’yı kupanın dışına iter ve bu doğu Avrupa ülkesinin 2002′ye kadar beklemesine neden olur. Polonyalılar 2002 ve 2006 Dünya Kupalarına ard arda katılır ancak 1974 ve 1982′deki jenerasyondan eser yoktur. Şimdi 2010′ada katılamayan Polonya’nın umudu ev sahibi olduğu 2012 Avrupa Şampiyonası…

Futbol Polonya’da 2012 nedeniyle milli bir mesele halini almış durumda. Yine de birkaç sıkıntı mevcut Polonya futbolunda. Ülkenin en iyi sporcusu maalesef bir futbolcu değil, bir kayakçı… Bu isim ‘dev’ lakaplı Adam Malysz… O, 1980′lerden sonra yerinde sayan ve hatta gerileyen Polonya futbolunun başarızılığını Polonya halkına her disiplinde aldığı madalyalarla unutturan isim. Kayak ve kış sporları elbetteki popülerlikte futbolu geçemiyor fakat başarıları ile son yıllarda futbolu geride bıraktığı kesin. Kayakla atlama kitleleri harekete geçiren futbol ile az akraba olmasına rağmen Polonyalı futbolcular Adam Mlysz’den çokşeyler öğrenebilirler… O mücadele etti ve başarılı oldu. 2000′li yılların Polonyalı futbolcuları ise bu tip niteliklerden oldukça uzak. Yabancı liglerde saygın bir şekilde futbol oynayan oyuncularına rağmen. Halen yıllar öcenki başarılı takıma ulaşmış değiller.

Bir ara spor bakanı olan A. Kwasniekwski’de bu durumdan haberdar. Ve ilacın ulusal ligin güçlendirilmesi olduğunu söylüyor. Ligde rekabet ortamının az olması kulüplerin finansal durumlarıyla da doğrudan alakalı. Şimdi umut 2012 Avrupa Şampiyonası. Polonyalılar başarının sadece Tanrı’dan gelmeyeceğinin farkında ve eğer Lato’lu ve Deyna’lı efsane yılları geri istiyorlarsa daha çok çalışmaları gerekecek…


Tekrar Gösterim

“Juve, it’s just like watching Juve …” Notts County FC.


Notts County FC,

Günümüzde ‘League Two’da mücadele eden, İngiltere futbolunun en eski profesyonel kulübü. 1862 yılında, İngiltere’nin kuzeyinde, Nottingham şehrinde, ‘Gentlemans Club’ olarak kurulmuş, ilk senelerinde maçlarını Nottingham kalesinin surları içinde oynamıştır. Renkleri siyah-beyaz olan kulüp, ‘Magpies’ olarak bilinir, İngiltere futbol liginin kurucu kulüplerinden biridir. 1883 yılında, daha fazla taraftar önünde oynama adına, ‘Trent’ köprüsünün kenarında yer alan kriket sahasına taşınmıştır.

İtalyan futbolun en eski kulüplerinden Juventus’un renklerini Notts County’den almış olması, belki de hikâyenin en ilginç tarafıdır. Kurulduğu ilk yıllarda, pembe-siyah renklere sahip İtalyan kulübü, yıkandıkça solan pembe renklerini değiştirme kararı almış, 1903 yılında kadrosunda yer alan İngiliz futbolcu John Savage’e, yıkandığı zaman renklerini kaybetmeyen formaları İngiltere’den sipariş ettirmiştir. Savage, Nottingham’da yaşayan bir arkadaşından forma konusunda yardım istemiş, Notts County taraftarı olan arkadaşı da, Turin’e siyah-beyaz formaları yollamıştır. İnanılması güç ama Avrupa devlerinden Juventus’un renkleri, günümüzde İngiliz futbolunun alt liglerinde yer alan Notts County’den gelir.

1894 yılında, kulüp tarihinin en büyük başarısına imza atmış, ‘Federasyon Kupasını’ müzesine götürmüştür. İkinci Dünya savaşı’nda, o zamanlar maçlarını oynadığı ‘Meadow Lane’ stadı, Alman uçaklarınca bombalanmış, kulüp o sezon maç yapamamıştır. Savaştan sonra yükselişe geçen kulüp, o zamanların gözde futbolcusu Tommy Lawton’ı, dönemin en yüksek transfer ücretini ödeyerek Chelsea takımından transfer etmiş, daha ilk maçında sahaya giremeyen 10 bin taraftar dışarıda kalmıştır. O dönemlerde County, ortalama 35 bin taraftarının önünde oynamaktadır.

1946-1947 sezonunda, en büyük rakibi Nottingham Forest ile aralarını ayıran Trent nehrinin taşması sonucu, Nottingham Forest’in sahası ‘City Ground’ hasar görmüş, Forest maçlarını bir süreliğine Meadow Lane’da oynamak zorunda kalmıştır. Notts County’nin rakibinden üstte bir ligde oynadığı en son sezon 1950-1951’dir. O sezondan sonra düşüşe geçen kulüp, şehirdaşı Forest’e bölgenin en iyi takımı unvanını kaptırır. Aralarındaki lig farkı yüzünden, 1957–1958 sezonundan sonra tam 16 sezon iki kulüp bir daha karşı karşıya gelmez.

1960’larda mali krizler, sonrasında alt kümelerde lige tutunma savaşlarından çok sonra, 1981 yılının Mayıs ayında İngiltere birinci ligine terfi etti. On yılda dört küme atlamayı başaran kulüp, 55 yıldan sonra birinci lige dönmüştü. O sezonun ilk lig maçında Şampiyon Aston Villa’yı, üstelik deplasmanda 1-0 ile geçtiler. Başarılı geçen üç sezondan sonra, ki o dönemde Kral Kupasında çeyrek finale kadar çıktılar, 1984 –1985 sezonun sonunda ikinci lige, bir sezon sonra da üçüncü lige düştüler.
90’lı yılların neredeyse sonuna kadar alt liglerde mücadele eden kulüp, 1998 yılının Mart ayında üçüncü lig şampiyonluğunu ilan etti. Savaş sonrasında ilk kez bir takım sezonun bitmesine altı hafta kala şampiyon olmuştu.

Ancak beklediği başarıyı bir türlü yakalayamadı County. 2000’li yılların başında maddi sorunlarla boğuşan kulüp, 2003 senesinde kapanma noktasına geldi. Ancak şehrin zenginleri ve taraftarların yardımları ile ayakta kalmayı başaran County, 2004 sezonun sonunda ligi sonuncu olarak tamamladı.

Günümüzde, maçlarını 1910 yılından beri takıma ev sahipliği yapmış, 19,588 kişi kapasiteli Meadow Lane stadında oynuyor Magpies, Nottingham Forest’in pek bilindik ‘City’ stadından 300 metre ötede, yine komşusunun gölgesinde. Premier Lig’in bir altı Championship’de 3. sırada Nottingham Forest, komşusunun 48 takım üstünde.

County, tarihi boyunca 12 kez bir üst lige terfi ederken, 15 kez de küme düşmenin acısını yaşatmış taraftarlarına. İngiltere futbolunda hiçbir takım onlar kadar inişler ve çıkışlar yaşamamış. Evinde oynadığı maçlardaki taraftar rekorunu, maçların ayakta izlendiği zamanlarda, Mart 1955’de, York City ile oynanan Kral Kupası 6. tur maçında 47,310 taraftarın önünde kırmış siyah-beyazlılar.

Formasının renklerini Juventus’a vermiş olsa da, kaderi benzememiş İtalyan kulübüne, zor zamanların köklü takımı. Kimbilir, gelecekte yine bir gün, Premier Lig’de yerini alır İngiliz futbolunun en eski profesyonel kulübü.

Kimbilir belki bir gün, o gülümseten tezahüratları gerçek olur;

“Juve, it’s just like watching Juve …” (Tıpkı Juventus’u izler gibi…)

Ziya Adnan

-Tekrar Gösterim-

20 Eylül 2010 Pazartesi

Dear Diary; Today #2

İstikamet Newcastle !


----> Shay Given, Manchester City'ye transfer olduğunda Newcastle Utd taraftarını üzmüştü hiç şüphe yok ki. Bunun yanında 8 yıllık Newcastle macerasının ardından yıldızlar topluluğu olma yolunda hamleler 'yapmaya' çalışan Man City'nin kalesi için pek te uygun görülmemişti bazı kesimler tarafından. Bir Buffon lazımdı mesela City kalesine... Sırf bu eleştiriler nedeniyle bence City'ye gitmemesi gereken Shay Given, şimdilerde yedek kalmaktan şikayetçi. İlk sezonunda 30 maça çıkan ancak şu an Joe Hart'ın arkasında bekleyene Given "Futbol oynamak istiyorum" demiş. Merak etme Given Başkan, biz de seni kalede görmek istiyoruz. Eğer varsa böyle bir ihtimal, (ki haberlerde sık sık geçiyor), Given tekrar eski takımı Newcastle'a dönmeli. Hazır Newcastle Utd kaleci sıkıntısı içindeyken...

----> Chelsea gerçekten mükemmel bir takım oldu. Arsenal + ManU = Chelsea diyebilir miyiz? Bence deriz çünkü Arsenal'in güç ve yeteneğini ManU'nun oyunu ile birleştirince ortaya Londra'nın mavileri çıkıyor. Blackpool'a yine kendi evlerinde 4 attılar ve gariban hoca Ian Holloway 'Stamford Bridge'den hiçbir takım çıkamaz. Az bile yedik" dedi... Ek olarak Chelsea'nin mükemmel oyununun yanında pas trafiğinden de bahsetmek gerek. Blackpool maçı bir ölçü olamaz belki ama 500'ün üzerinde pasın 449 tanesi başarılı olmuş. Müthiş bir rakam. Bunun yanında kaleye atılan 27 şut var.  Buradan yıllardır takımı üzerinde emek harcayan Roman Abramovich'in sonunda istediği takımı elde ettiğini de söyleyebiliriz. Tabii ki iş Şampiyonlar Ligi'ni kazanmakla bitecek Roman için... Premier Lig şampiyonluğu yeterince tatmin edici olmayabilir. Eğer 'gerzek' Man City yönetimi de bu tarz bir başarı istiyorsa Roman Abramovich örneğinden haraket etmeli...


----> Liverpool'da işler iyi gitmiyor... Harika bir orta sahaları (Meireles ve onu tamamlayıcı Poulsen) var bana göre ancak bu ManU'nun ritmini kesmeye yeterli olmadı. İki takım açısından şöyle bir farkta göze çarptı maç boyunca; Giggs - Schloles - Nani üçlüsü Berbatov'u çok iyi beslediler ancak Liverpool'da Gerrard - Maxi - Cole bunu Torres üzerinde uygulayamadılar. Zaten sahada sarı saçları olmadığı için tanımakta güçlük çektiğimiz Torres, üstüne bir de silik performansını ekleyince mağlubiyet kaçınılmaz oldu. 

----> "Merhaba. Adım Tomas Ujfalusi. Baba mesleği kasaplığa devam ediyorum... " Messi Injured by Ujfalusi, Atletico Madrid 1-2 FC Barcelona, 19 September 2010@ Youtube. (Ujfalusi'nin bundan tam bir yıl önce yine Messi'ye çok benzer bir harekette bulunduğunu hatırlatalım)

----> Derbi delisi olduk bu hafta. Bizde Fenerbahçe - Beşiktaş ve Altay - Karşıyaka,  Avrupa'da Liverpool - ManU, Benfica - Sporting, Ajax - Feyenoord, Hamburg - St. Pauli, Schalke - Dortmund... Miskin miskin üstüne bir de göbek kaşıdık... Ruhr Derbisininin hikayesini Goal.com için yazmıştım, dileyen şuradan okuyabilir. Felix Magath'ın Schalke'si Dortmund'a karşı kendi evinde hem derbiyi kaybederek taraftardan tepki aldı, hem de Lyon yenilgisi sonrası hala toparlanamadı. Peki ben neden Schalke'yi değil de Dortmund'u destekliyorum bu derbide? Kimsenin umrumda değil biliyorum ama hem Klopp bunda etkili, hem de Japonya ikinci liginden 'Shinji Kagawa' adında bir adamı kolundan tutup getirdiği için... Bu Japon arkadaş Schalke ağlarını 2 kez sarstı. Bir yerde okumuştum, bu arkadaş maçtan önce '2 gol atacağım' demiş arkadaşlarına... 2010 Dünya Kupası'nda Japonya kadrosunda yer alamasa da önümüzdeki yıllarda milli takımın değişmez ismi olacakmış gibi duruyor. St. Pauli'de yıllardır beklediği derbiye kavuştu nihayet... Önce Boll ile öne geçtiler, ancak 90 dakika dayanamadılar ve Petric'in golü ile maçta 1-1 bitti. Şimdi Hamburg'u kendi evlerine bekliyorlar. St. Pauli ile ilgili iki yazı mevcut geçmişten, dileyenler tekrar bir göz atabilirler. Willkommen St. Pauli - FC St. Pauli: Almanya'nın Muhalif Sesi.

----> Ricardo Carvalho'nun goal.com'da bir röportajı var. " . İspanya futbolu da Portekiz futboluna çok benziyor. Bu yüzden Real Madrid'de zorluk çekmiyorum" /  "İngiltere'de daha çok fizik gücüne dayalı bir oyun var. İspanya'da ise teknik ön planda" / "Chelsea'de altı mutlu yıl geçirdim. Ancak İspanya'ya gitmek için yönetime ayrılmak istediğimi söyledim ve kabul ettiler. Şimdi tek amacım Real Madrid'in başarısı" / "Mourinho benim için çok özel biri. Porto'daki aynı başarıyı Real Madrid çatısı altında onunla tekrar yaşamak istiyorum" / "Chelsea'yi diğer takımlardan ayıran bir fizik gücü var. Kesinlikle yeni sezonun en büyük şampiyonluk adayı Maviler" Röportajın orjinali için şuradan...

"Ben nereye sen oraya Ricardocuğum"


----> Tuncay Şanlı, Günde 2 paket sigara içip birayı elinden bırakmıyormuş muş muş... Hadi ordan... http://www2.yazete.com/Sen-ne-yapiyorsun-Tuncay_57945.html

19 Eylül 2010 Pazar

'Ruhr' derbisi takım sevgisinin bir taraftarda nasıl vücut bulduğunun en büyük göstergesidir...


Almanya'da en büyük rekabet 'Kuzey Ren Westfalya' da yükseliyor. Ruhr havzasında bulunan Gelsenkirchen ve Dortmund şehirlerinin kulüpleri bu rekabetin başrollerini oynuyorlar. Bu rakebette de futbol dilencilerine düşen izlemek oluyor.

Ruhr ya da Almanların dediği gibi; 'Kohlenpott' derbisi denir bu mücadeleye. Bildiğimiz derbilerden çok uzak bir şekilde, Schalke 04 - B. Dortmund rekabeti, her daim şölen havasında oldu. İki takım taraftarları birbirlerini sevmeselerde her daim 'birimiz olmazsak, diğerimiz de olmaz' mantığı ile hareket ettiler. Schalke'liler için Avrupa Şampiyonu olan Dortmund'u yenmek, Dünya'daki tüm kupalara bedeldir. Ya da en kötü döneminde Schalke'ye çelme atan bir Dortmund Dünya'nın en mutlu takımı oluverir... 

1962 yılında Bundesliga kurulana dek büyük bir mücadele içinde olan bu iki takım, Bundesliga'nın kuruluşundan sonra daha da büyük bir rekabetin içinde buldular kendilerini. 1970'ler her iki kulüp için çok kötü geçse de rekabet değerini hiç kaybetmedi. O yıllar Dortmund küme düştü, Schalke ise şike skandalları ile sarsıldı ve 1975 yılına kadar rekabete özlem duyuldu...

1990'lı yıllar Dortmund'un en parlak olduğu dönemlerdi. 1992 yılında Juventus ile UEFA Kupası finali oynadılar. Juventus Westfalen'de oynanacak olan rövanş maçı için şehre geldiğinde İtalyan taraftarlar arasında Schalke formalı Almanlarda vardı. Amaçları ezeli rakipleri karşısında Juve'yi desteklemekti. Kupayı kazanan İtalyanlar oldu ve kutlayanlar arasında Schalke'liler de vardı. Ancak Dortmundlular yine Westfalen'de oynanan bir Almanya - Hollanda maçında Schalke'li milli takım oyuncularına hep bir ağızdan küfür ederek intikam aldılar.

Dortmund 1995'de zirvedeydi... Schalke ise sönük geçen yıllarını 1997 yılında kazandığı UEFA Kupası ile canladırmıştı. Dortmund zirve yıllarından düşüş yıllarına doğru giderken bunda yanlış yönetim ve Avrupa'da kazanılan şampiyonlukların prestijlerinin iyi kullanılmaması yatıyordu. Schalke 2000'li yıllara doğru çok sıfırlı sponsorluk anlaşmaları yapsa da, Dortmund taraftarı ile hep ayakta kalmayı başardı.

2005 yılına dek hiçbir şekilde kavga gürültü olmadan oynanan bu derbi, o yıl istenmeyen olaylara sahne oldu. Dortmund taraftarları ligin ilk yarısındaki maç öncesi Schalke'li taraftarlara saldırdılar. Schalkelilerde buna cevap verince olaylar büyüdü ve bu tip bir olayı beklemeyen polisin müdahelesi gecikti. Bu maçtan sonra polis artık daha etkin bir rol oynamaya başlamıştı.

Şimdiye dek iki kulüp arasında harika maçlar oynandı, harika goller atıldı. Dortmund yakın tarihte rakibinin şampiyonluk yolunda önündeki en büyük engel oldu, kimi zamanda Schalke Dortmund'u kendi seyircisi önünde harika oyunlarla yendi. Bu iki kulüp hep Bayern Münih'in gölgesinde kaldılar yıllarca. Ama rekabetleri hep bir numara oldu. Eğer Almanya'da takım sevgisi nasıl olur sorusuna cevap arayan varsa bu rekabeti tekrar tekrar izlemeye çalışsın. Çünkü 'Ruhr' derbisi takım sevgisinin bir taraftarda nasıl vücut bulduğunun en büyük göstergesidir...

SCHALKE 04 - B. DORTMUND

19.9.2010

18:30, Veltins Arena

Schalke: Neuer - Moritz, Höwedes, Plestan, Sarpei - Jones, Rakitic - Jurado - Farfan, Huntelaar, Raul

Dortmund: Weidenfeller - Owomoyela, Subotic, Hummels, Schmelzer - S. Bender, Sahin - Großkreutz, Kagawa, M. Götze - Barrios

Oğuz Öztürk, Goal.com

Real Sociedad - Real Madrid | Maç Sonu


Bask takımı Real Sociedad'ın bizlerdeki yeri ayrı tabii. 2002-2003 La Liga'yı unutmak mümkün mü? Bir önceki sezon küme düşmeme mücadelesi veren Bask temsilcisi Real Sociedad 1980'lerde aldığı 2 Lig şampiyonluğunun ardından La Liga'ya yıllar sonra ilk kez bu kadar yaklaşmıştı. Şampiyonluk yarışına girilen rakip ise Real Madrid'di. Forvette Nihat Kahveci - Darko Kovacevic ikilisi inanılmazdı. Orta alanda Xabi Alonso ve Karpin, kalede ise Westerveld harika bir sezon geçirmişlerdi. Şampiyonluk yarışındaki en ciddi rakip olan Real Madrid, Kovacevic'in iki, Nihat'ın ve Xabi Alonso'nun golleri ile 4-2 mağlup edilmişti. Santiago Bernabeu'daki maç ise 0-0 berabere bitmişti. Real Sociedad şampiyonluk yarışındaki rakibine iki maçta da yenilmemesine rağmen sezon sonunda gülen taraf Real Madrid olmuştu. Evinde hiç bir maçı kaybetmeyen Real Sociedad'ın deplasmanda aldığı 4 mağlubiyet, Real Madrid'in ipi göğüslemesinde etkili olmuştu. Kovacevic ve Nihat ikilisi toplamda 43 golle harika bir performans sergilemişlerdi. 

Real Sociedad'ın o efsane yıllarından iki oyuncu vardı dün gece San Sebastian çimlerinde. Biri Aranburu, diğeri de bu kez Real Madrid forması ile eski takımına karşı oynayan Xabi Alonso. Aranburu efsane 2002-2003 sezonunda takımda önemli bir yere sahip oyunculardan biriydi. O takımdan herkes gitti, kaptan Aranburu kaldı. Maçı izlerken top Real Sociedad'lı Aranburu'ya geldiğinde gözlerim pasını aktaracağı Karpin'i aradı, fakat yoktu... Fubol hayatının tamamını Real Sociedad'da geçiren Aranburu için ayrı bir yazı yazmak gerek aslında... 31 Yaşındaki kaptan futbolu da Real Sociedad'da bırakcak büyük ihtimal.

Real Madrid'de gözler doğal olarak eski takımı ve çok bağlı olduğu Real Sociedad'a karşı oynayan Xabi Alonso'daydı. İspanya'nın Euro 2008 ve Dünya Kupası 2010 Şampiyonluk kutlamalarında boynunda Real Sociedad bayrağı ile şampanya patlatan Xabi, sahada duygu patlaması yaşayan tek adamdı belki de... Maçtan önce ona sorulması beklenen soru daha en başta gelmişti. 'Real Sociedad'a gol atarsan sevinecek misin?' Önce profosyonel bir cevap vermesi beklendi Xabi Alonso'dan... Fakat O, 'Doğduğunuz hastane yıkılsa siz sevinir miydiniz?' diyerek çok farklı bir cevap verdi. Büyük alkış aldı. Dün Real Madrid forması ile profosyonelce mücadele etti Xabi. Gol de atabilirdi ancak halen bu tip oyuncuların varlığından haberdar olmak mutluluk verici...

Maçtan önce Real Sociedad kadrosuna baktığımda endişe veren iki isim vardı. Biri Espanyol'dan alınan golcü Raul Tamudo, diğeri de 91'li genç adam Griezmann. Zaten Sociedad'ın golünü atan geçtiğimiz haftayı da boş geçmeyen Tamudo oldu, Griezmann ise zaman zaman Carvalho ve Pepe'ye sıkıntılı anlar yaşattı. Mourinho ise maçtan önce yaptığı açıklamalarda Sociedad'a saygı duyduğunu söylemişti fakat maçın tamamında Real Madrid ile başabaş gidecek ve zaman zaman da hücumları ile sıkıntı yaratabilecek bir Real Sociedad beklemiyordu büyük ihtimal. 

Klasik Mourinho galibiyeti diyebiliriz deplasmanda 1-2'lik skor ile gelen maçı... Başından sonuna kadar oturmayan bir oyun, bazen bireysel yetenekler ile canlanmaya çalışan bir Real Madrid söz konusuydu. Defansta Mourinho'nun has adamı Ricardo Carvalho, çoğu zaman çok kritik müdahaleler ile Real Sociedad ataklarını kesmeyi başardı. Bizim eski psikopat, yeni akıllanmış çocuk Pepe ile de uyumlu bir görüntü içindeydi. Sergio Ramos'un yapmasını beklediğimiz bindirmeleri ise Marcelo yaptı maç boyunca. Esasında Mourinho'nun ikisi de bek oynamasına rağmen Ramos ve Marcelo'ya verdiği görevler bence çok farklı. Zaman zaman Marcelo'yu sanki Higuain'in yanında ikinci bir forvetmiş gibi oynarken dahi gördük. Başarılı bir oyun çıkardı ve zaten bana göre maçın adamı oldu. Laf yine Higuain'e gelmişken, kendisinin bu sezon bir hallere büründüğünü söyleyebiliriz. 90'da oyuna giren Benzema dahi kaleye tehlikeli bir şut atabildi. Sezon başından bu yana Higuain'de eksik olan bir şeyler var ve hala çözümlenmiş değil.  Di Maria kilidi bir türlü açılmayan maçta bireysel yeteneği ile Real Madrid'i düzlüğe çıkaran isim oldu. Daha sonra Ronaldo'nun şans frikiği ile değerli bir 3 puan kazanıldı. Mesut Özil ise genelinde sakin ve yavaş olduğu maçı ortalama bir oyunla bitirdi. Bu tip bir deplasmanda özellikle bir de kötü oynamışsanız eğer alınan bu 3 puan gerçektende çok değerlidir.

Son olarak Mourinho'nun maç sonundaki açıklamalarını verelim;

" Hafta içinde oynadığımız Şampiyonlar Ligi maçı nedeniyle yorgun olduğumuz bir gerçek ve biz bana göre Cumartesi değil, Barcelona gibi Pazar günü oynamalıydık. Maçın hakkının da beraberlik olduğunu itiraf etmeliyim. Şans golü ile kazandık. Bu 3 puanı altın değerinde yapıyor."

REAL SOCİEDAD 1-2 REAL MADRİD

Goller: Di Maria (52'), Tamudo (63'), Ronaldo (75')


Fotoğraflar: @realmadrid.com

18 Eylül 2010 Cumartesi

Dear Diary; Today...


---> Genç oyuncu Gareth Bale, Ryan Giggs'ten sonra Galler futbolunun en heyecan verici ismi olabilir mi? Bence oldu bile. İngilizler, Giggs Galli olduğu için gözyaşı dökmüşlerdi zamanında, şimdi sıra 'kepçe kulak' Gareth Bale'de... Onun için 'Ocak Savaşları' başlamak üzere. Taraflar ise Real Madrid, İnter ve Milan... Bu hafta Tottenham Wolwes ile oynuyor, sol açıktaki 3 numaraları çocuk için yine izlemek gerek bu maçı...

----> Bizim 'Kavgacı' çocuk Jack Wilshere için yeni Fabregas diyorlar. Bu bir yandan tehlikeli bir benzetme olabilir mi? Belki de bu Fabregas'ın artık Arsenal'de işinin yavaş yavaş bittiğine işarettir. Barca'ya doğru bir yönelişin ya da... İngiliz medyası Fabregas giderse onun yerinin ancak Wilshere ile dolacağına inanıyor. Zaten Fabregas'ın da Wilshere'in gelişiminde gözle görülür bir katkısı olduğu apaçık ortada. Cesc, "Benim oynadığım pozisyonda bir gün Ada'nın en büyüğü olacak" diyor onun için. Haksız da değil... Bu hafta Şampiyonlar Ligi'nde Braga maçında yaptığı 'hayvani' asist te buna kanıt olarak gösteriliyor... Ramsey ile beraber büyük beklentilerin beslendiği bir futbolcu, umalım ki Ramsey'in yaşadığı sakatlıkları yaşamaz. 

----> ManU, sahasında lig de bir hayli sıkıntılı olan Liverpool'u konuk edecek. Roy Hodgson ve Sir Alex Ferguson'un geçmişi ve arkadaşlıkları 25 yıl öncesine dayanıyor. En azından Alex Ferguson böyle söylüyor. Ancak onu uyarıyor: "Sıkı dur Roy!...". ManU'da Ferdinand artık kesin dönüş yapıyor. Liverpool: Reina, Konchesky, Skrtel, Carragher, Glen, Jovanovic, Poulsen, Gerrard, Rodriguez, Cole, Torres | ManU: Van der Sar, O'shea, Ferdinand, Vidic, Evra, Nani, Scholes, Fletcher, Giggs, Rooney, Berbatov.

----> Marouane Chamakh, Daily Mail'a bir röportaj vermiş. Futbol dışında ilginç şeyler söylemiş. "Matematiği severdim. Halen küçük kardeşime derslerinde ben yardımcı oluyorum" / " Ailemle yaşamak çok güzel. Bundan vazgeçeceğimi sanmıyorum" / "Blanc'a ne kadar teşekkür etsem az..." / Fas'tan çok genç yaşta ayrıldım. Fransa yeniden doğmamı sağlamıştı" / "Arsenal'i küçüklüğümden bu yana takip ediyorum. Henry benim kahramanımdı. Burada oynamak gerçekten rüya gibi" / "İdölüm kesinlikle Zidane..." Röportajın tamamına şuradan ulaşabilirsiniz. (Marouane Chamakh@ Dailymail)

----> Mesut Özil 2 maç üst üste maçın adamı seçilip ayakta alkışlanınca onunla ilgili bombayı Jose Mourinho patlattı: "Basit oynamak bir sanattır. Özil bunu en güzel haliyle yapıyor"

----> Real Sociedad - Real Madrid maçı için gözler doğal olarak Xabi Alonso'da olacak. Eski takımı ve ilk göz ağrısına karşı oynayacak olan Xabi'ye 'gol atarsan ne yapacaksın? Sevinecek misin?' diye sormuşlar. Cevap mükemmel: 'Doğduğunuz hastane yıkılsa siz sevinir miydiniz?'... Dünya Kupası şampiyonluğunu Real Sociedad bayrağı ile kutlayan bir Xabi Alonso... Real Sociedad'ın Xabi'li, Kovacevic'li, Nihat'li şampiyonluk yarışını özlemeyen yoktur herhalde. Müthiş bir sezondu. Maç öncesi yazısında ayrıntılı olarak değineceğim zaten...

----> Ligue 1'de en ilgi çekici maç Bordeaux - Lyon... Tabii ki gözler 'yakışıklı çocuk' Gourcuff'un üzerinde olacak. Ancak 'sıkıntı var'. Lyon'un Schalke ile oynadığı Şampiyonlar Ligi maçında darbelere maruz kalan Gourcuff, eski takımına karşı oynamama riski ile karşı karşıya...


17 Eylül 2010 Cuma

Real Madrid - AFC Ajax | Maç Sonu



Ligde Mallorca maçından sonra başlayan 'hazır görünmeyen bir Real Madrid' Osasuna maçı ile ufaktan rafa kalkmaya başlamıştı. Sonunda şampiyonluk hedeflenen Devler Ligi'nde ilk maçta Ajax karşısında alınan galibiyetten sonra Mourinho'nun Madrid'ininin hazır olmadığı öngürüsü tazeliğini korusa da taşların artık yavaş yavaş yerine oturmaya başladığını rahatlıkla görebiliyoruz. 

Maçın bittiğinde Bernabeu tabelasında 2-0 yazıyordu ancak Ajax kalecisi Stelekenburg'un koruyucu melekleri yanıbaşındaydı. Real Madrid 35 şut attı, bunların çoğunu kaleci Stekelenburg engelledi. 1995'te Real Madrid'i kendi sahasında yenen Ajax takımı, dünkü maça da geçmişin güzelliklerinden feyz alarak hazırlandı ancak Hollandalılar açısından beklenen olmadı.

Etkileyici, ancak daha fazla gol olma postansiyeli içeren maç Anita'nın kendi kalesine ve Higuain'in attığı goller ile 2-0 sona erdi. Özellikle Gonzalo'un gol atması onun açısından iyi oldu. Yine de El Pipita'nın ufak problemleri olduğunu söylemek mümkün. Bu maçta gol atsa da kaçırdıkları da bir hayli fazla. Ligde de aynı sıkıntılar baş göstermişti. Daha önce geçen sezonki Real Madrid yazılarında Gonzalo'nun ceza sahası içinde gol ve arzunun diğer adı olabileceğini söylemiştim. Ancak onun bu sezona kötü başladığı bir gerçek. Mallorca maçında kaçırdığı bir kaç pozisyon bir yana Osasuna karşısısında da çok önemli fırsatları değerlendiremediğini gördük. Bu tip forvet oyuncularında gerçek şudur: "Ceza sahası içinde topu esas adamla buluştur, gerisi ne karışma". Ajax maçını golle bitiren ve biraz olsun vicdanını temizleyen Higuan'in bazı şeyleri biraz daha düzgün gerçekleştirmesi gerekiyor.

La Liga'da son hafta da Osasuna maçındaki galibiyete rağmen taraftarlarca beğenilmeyen bir Real Madrid vardı. Mourinho sezon öncesi yaptığı açıklamalarda Real Madrid taraftarının profilini, gol ve üst üste ataklarla beslendiğini bildiğini söylemiş ve buna göre bir takım oluşturacağını belirtmişti. Bunu ligin ilk iki haftasında göremedik ancak Mourinho'nun takımlarının hemen oturmadığı da bir gerçek. Ancak Ajax maçında taraftarın görmek istediği bir Real Madrid profili oluştuğunu söyleyebiliriz. En azından şimdilik bir uzlaşma oldu...

Maç bittiğinde Mesut Özil yine izleyenleri kendine hayran bıraktı, realmadrid.com tarafından da maçın yıldızı seçildi. Oyundan çıkarken tüm Bernabeu'nun onu ayakta alkışlaması da cabası. Jose'nin Mesut hakkında sarfettiği "Basit oynamak bir sanattır. Özil bunu en güzel haliyle yapıyor" cümlesi de onu anlatmaya yetiyor aslında. Eğer Kaka İnter'e transfer olacaksa Mesut Özil bunu en büyük etkenlerdinden biri olabilir zaman içerisinde...


Real Madrid [2 - 0] Ajax Amsterdam 
31' [1 - 0] Anita (O.G) 
73' [2 - 0] Higuain

Stat: Santiago Bernabeu
Hakem: Damir Skomina (Slovenya)

 




Ekstra: Bayern Münih - Roma maçından. Müller:" Gol atmak bu kadar basit işte! Sadece kaleye vurun!"



"Ben para gibiyim. Eninde sonunda insanlar içten içe beni seviyorlar." || Romario...



Romario de Souza de Faria, Rio'nun gettolarında doğmuş, tipik Amerikan rüyası temasının Brezilya versiyonu olan "topçu olup hayatını kurtarmak" eylemini başarıyla gerçekleştirmiş bir adam. Yıldızlar yetiştirmekle şöhretli Brezilya'nın gelmiş geçmiş en büyük golcülerinden biri olması tesedüf değil. Avrupa'da ve Brezilya'da geçirdiği onca yıl boyunca disiplinsiz bir oyuncu olarak anılmasına rağmen, o bu disiplinsizliğine rağmen gollerine hep devam etti.

Bücür lâkaplı Romario'nun kariyerinde 70 milli maçta 55 gol var. Ayrıca 1000 golü aşan Romario, bunu üç ligde, hem de defalarca kez gol krallığı elde ederek becerdi. Hollanda, İspanya, Brezilya, ABD ve Katar gibi ülkeleri dolaştı. Dünya'da yılın futbolcusu seçildi. Dünya Kupası'nın en değerli oyuncusu seçildi ve daha önemlisi o kupayı kaldırdı. FIFA'nın yüzüncü yıl dolayısıyla Pelé'ye yaptırdığı "Yaşayan En İyi 125 Futbolcu" listesinde de yer aldı.

Romario'nun badanacılık yaparak geçinen babasının oturduğu varoş kasabasında başladığı futbol yaşantısında ilk durağı küçük bir takım olan Olaria'ydı. Olaria'da hemen dikkat çeken Bücür, buradan Vasco de Gama'nın altyapısına alındı. Yıl 1981'di ve Romario da 15 yaşındaydı. 85 yılında ilk kez A takıma dahil edildi ve uzun süren bir profesyonel kariyer başlamış oldu.

"Tanrı beni insanlara gollerimle keyif vereyim diye yaratmış."

Vasco Yılları, Olimpiyat Şampiyonluğu ve PSV...
Vasco de Gama A Takımı'nda oynadığı ilk sene 21 maçta 11 gole imza atan Romario, milli takım hocalarının da dikkatini çekmeye başlamıştı. Şimdilik 18 yaşaltı milli takımında oynuyordu. 1985 Dünya Gençler Şampiyonası'nda Brezilya kadrosunda yer alırken, Moskova'da bir otelin balkonundan işediği için kadro dışı bırakılıp geri yollandı! Bu eğitimsiz, acemi bir çocuk olduğuna verildi ve daha sonra affedildi.

Romario, ertesi sezon da gollerine devam etti. 1986 yılında çıktığı 40 maçta 30 gol kaydedince Brezilya'nın aranan oyuncularından olmuş ve Avrupa kulüplerinin de dikkatini çekmişti. 1987 yılında da iyi başladığı kariyerinde hızını kesmedi ve 37 maçta 24 gole imza attı. Yıl içinde ilk kez A milli takıma çağırıldı. O sene Vasco ile eyalet şampiyonluğuna da ulaştı. Her şey iyi gidiyordu. 1988 yılı 24 maçta oynadı 16 gole imzattı, takımını yine eyalet şampiyonluğuna ulaştırdı ve bu performansı sebebiyle Brezilya Olimpik Milli takımına çağırıldı. Turnuvaya katılmak üzere hazırlıklara başladı. Bu turnuva 21 yaşındaki Romario için uluslararası bir vitrindi ve o da bu vitrini en güzel golleriyle süslemek istiyordu.

1988 Olimpiyatlarına katılmak için Seul'e uçan Romario'lu Brezilya takımında daha sonradan Brezilya futbolunda önemli yerler edinecek olan Taffarel, Mazinho, Careca, Bebeto, Andre Cruz ve Jorginho gibi oyuncular da bulunuyordu. Bu genç kadro gruplarda üç maçını da kazandı ki, dönemin en iyi takımlarından Yugoslavya'yı da geçmişlerdi. Sonra Arjantin ve Batı Almanya'yı da yenen takım finalde Sovyetler'e uzatmalarda 2-1 yenildi. Ama Romario turnuva boyunca çok tehlikeli olmuş ve 7 golle turnuvanın gol kralı olmuştu. Artık transfer kaçınılmazdı. Son Avrupa Şampiyonu PSV devreye girdi.

PSV'nin transferde birçok rakibi vardı. Bir şekilde öne geçmek için sponsor Phillips devreye girdi. Phillips yöneticileri direk Brezilya'ya uçarak, hükümetle görüştüler. Brezilya devletinin borcundan 7 milyon dolar düşülmesini önerdiler. O zamanlar için oldukça yüksek bir maliyet olan bu para sebebiyle araya giren siyasilerin etkisiyle, Vasco yolladı Romario'yu PSV'ye. Toplam bonservis 7 milyondu ama ne kadarı Vasco'ya gitti ya da gitti mi, bilinmez.

Vasco'dan Hollanda'nın yolunu tutan Romario artık kendine yeni bir hedef belirlemişti. Guus Hiddink'in PSV'sine geldiği ilk sezonda şampiyonluk tadan Romario, 24 maçta 19 gole imza atarak gol kralı olmuş, iyi bir performans göstermişti. Sadece attığı gollerle değil; şık ve kıvrak çalımları, göze hoş gelen süratli futboluyla da Hollandalıların sevgilisi olmuştu bücür. Takımı adına Şampiyon Kulüpler Kupası çeyrek finalinde Real Madrid'e attığı gollerle (biri ilk ayakta, biri ikinci ayakta) dikkat çekmişti. Artık son şampiyon kadrodaki Gilhaus yerine ilk 11'in değişmez ismi olmuştu. Öyle ki, bunu anlayan Gilhaus İskoç takımı Aberdeen'e geçmişti. Sezon sonunda Brezilya milli takımıyla Kupa Amerika'ya da uzanan Romario milli takımlar bazındaki ilk başarısını da kazanmış oldu. Üstelik final maçının tek golünü atıp bir anlamda ülkesine kupayı getiren adam olmuştu.

1989-90 sezonu Romario'nun ikinci sezonuydu ve bazı sakatlıklar yaşamasına rağmen 20 maçta 24 gole imza attı. Bir kez daha gol kralı oldu fakat Mart ayında ayağının kırılması nedeniyle 2,5 ay oynaması daha fazla gol atmasını, belki de PSV'nin şampiyonluğunu engelledi. O sene takım şampiyonluğu Ajax'a kaptırdı ama Hollanda Kupası'nı aldı. Bu arada sezon içinde takım Şampiyon Kulüpler Kupası'nda ikinci kez üst üste çeyrek finale kadar gelmiş ama bu sefer de Bayern'e elenmişti. Romario burada da attığı gollerle dikkat çekmişti. 6 golle, Marsilya'lı Papin ile beraber gol kralı oldu.

Bu performansıyla Brezilya'nın 1990 Dünya Kupası kadrosuna çağırılan Romario ve takımı işler iyi gitmedi. Brezilya en kötü turnuvalarından birini yaşayıp, ikinci turda turnuvaya veda etti. Romario, Careca ve Müller'in ardından yedek bekledi; sadece 66 dk forma giyebildi.

1990-91 sezonunda PSV, hocası Hiddink'i Fenerbahçe'ye yollamış ve yerine başka bir kariyerli teknik adam Bobby Robson'u getirmişti. Başarısız geçen Dünya Kupası'nın ardından kulüp kariyerine dönen Romario, PSV ile tekrar şampiyonluk elde etti. 25 maçta 25 gole imza atarak üçüncü kez üst üste gol kralı oldu (Bergkamp ile gol krallığını paylaştı) ve değerini iyice arttırdı. Buna karşın Kupa Galipleri Kupası'nda oynayan takım daha ilk turda Montpellier'e elenerek kazaya kurban gitti.

1991-92 sezonunda Romario teknik adam Bobby Robson ile sorunlar yaşıyordu. Robson'ın tüm uyarılarına rağmen sezon öncesi kampa katılmamış ve Brezilya'da tatilini geçirmişti. Geldiğinde ise ailevi problemleri olduğunu öne sürmüştü. Sonunda kazanan Romario oldu. Yönetim Romario'nun gitmesini sitemiyordu, aynı şekilde Robson da bunu istemiyordu. Romario'ya tavizler verildi. Romario sezon başında bir hazırlık maçında bileğinden sakatlanıp 3 ay takımdan uzak kaldı. Sezon boyunca sakatlıklarla boğuştu ve sadece 14 maçta forma giyebildi. Ama bu 14 maçta 9 gol bulmayı da becerdi. Takım sezon sonunda ikinci kez üst üste şampiyon oldu, Şampiyon Kulüpler Kupası'nda ikinci turda Anderlecht'e elendiler.

1992-93 sezonunda sağlığına tekrardan kavuşan, Bobby Robson'un Sporting Lizbon'a geçişi ve yerine Hans Westerhof'un gelişiyle iyice rahatlayan Romario 26 maçta 22 gole imza attı. Buna rağmen takımı Feyenoord'un 3 puan ardında kaldı ve ikinci oldu. Romario Hollanda'daki misyonunu tamamlamış görünüyordu. Beş sezon boyunca toplamda 150'den fazla gol atmış ve üç şampiyonluk yaşamıştı. Talibi ise İspanyol devi Barcelona'ydı. Romario ile yönetimin arası zaten açıktı. Yönetim artık onu paraya çevirmek istiyordu. Romario Barcelona'nın yolunu tutarken, PSV'de yeni Brezilyalısını bulmuştu: Nazario Luis de Lima "Ronaldo."

"Sahaya girdiğimde ne yapacağımı biliyorsam neden antreman yapayım ki?"

Barcelona ve 1994 Dünya Kupası
Johan Cruijff'un mutlaka istediği Romario, 1993-94 sezonunda 4 milyon dolar artı PSV ile bir seri hazırlık maçı teklifiyle Barcelona takımına dahil oldu. Dünya'nın en iyi forvetlerinden birini bu fiyata almak Barcelona'yı bir hayli keyiflendirmişti elbette. İlk 11'in değişmez oyuncusu olan Romario, Şampiyon Kulüpler Kupası'nda iyi gidiyordu. Rüya Takım olarak nitelendirilen Barcelona, finale kadar çıktı ama Milan'a 4-0 yenildi. Oyuncu sezon boyunca 33 maçta 30 gol kaydetti. Barcelona şampiyon olurken, Romario bu sefer de La Liga gol kralı olmuştu. Kariyerinin zirvesindeydi ve dünyanın en iyi forvetlerinden biri olarak gösteriliyordu.


1994 Dünya Kupası'nda da en büyük yıldız adayıydı. 1992 yılının Aralık ayından beri milli takım forması giymiyordu. Parreira'yla da ağız dalaşına girmişti bu yüzden de Parreira onun huzur bozduğuna inanıyordu. Fakat sonra geri adım atıp, özür dileyen Romario, 9 ay sonra 1993'ün Eylül ayında kadroya dahil edildi. Carlos Alberto Parreira yönetiminde Romario, Bebeto'nun forvetteki ekürisi oldu. 1988 Olmipik Milli Takımı'nda da beraber olan bu ikili büyük bir uyum ve başarı gösterdiler. Turnuvadan önce babasının kaçırılması nedeniyle zor günler yaşayan Romario (ki daha sonra babasının parasız kaldığı ve kendini kaçırttığı söylenmişti) ve yine eşinin saldırıya uğraması nedeniyle kahrolan Bebeto, ABD'de Brezilya'yı yönlendiren isimler oldular. İlk önce İsveç, Rusya ve Kamerun'un olduğu gruptan çıkan Sambacılar, daha sonra ikinci turda ABD'yi, çeyrek finalde Hollanda'yı, yarı finalde ise İsveç'i eleyip finale kaldılar.

Finalde Arrigo Sacchi'nin "yakışıklı futbol" fikriyle evrilen İtalyası ile karşılaşan Brezilya, diğer maçlardaki kadar etkili olamadıysa da, oyundan kopmayarak maçı tamamladı. 0-0'ın ardından uzatmalarda da gol olmadı ve penaltılara kalan finalde Romario golünü yazdı. Penaltı kaçıran diğer süper star; İtalyan Roberto Baggio ise takımını kupadan etti. Romario takımının en golcüsüydü ve 5 golle turnuvayı gol krallığında ikinci sırada tamamladı. Dünya Kupası'nı kaldırarak daha büyük bir zafere imza atmıştı zaten. FIFA da onu Dünya'da Yılın Futbolcusu seçmişti. 

Bu büyük zaferin ardından Romario uzun süre inzivaya çekildi. Kutlamalar ve tatil derken Barcelona'ya döndüğünde eski performansında değildi. Bir sene önce dünyanın en iyi hocası dediği; disiplin ve sistemli çalışmaya inanan teknik direktör Johan Cruijff'un gözünden düşmeye başladı. Cruijff ondan topu daha az ayağında tutmasını, şahsi oynamayı azaltmasını istiyordu. İkinci sezonunda sakatlıklarının da etkisiyle (gözünden ve dizinden ameliyat oldu) ligin ilk yarısında 13 maça çıktı ve 4 gol attı. Fakat Romario bunun yanında antremanlara geç kalmasının ve her gece, gece kulüplerine gitmesinin mazur görülmesini, Rio festivaline katılmayı ve daha şahsi oynamayı istiyordu, Brezilya'yı özlemişti. Barcelona teknik direktörü Cruijff ise sistem oyuncularını ve problem yaratmayan isimleri kadrosunda istiyordu. Romario'nun pası tercih etmeyen, fazla çalımcı oyununu da tercih etmiyordu. Belki de bir tek o Romario'yu gönderebilirdi takımından. Daha sezon bitmeden Ocak ayında Cruijff ve Barcelona ile yollar ayrıldı. Romario'ya Flamengo yolu göründü. Hava alanında binlerce taraftar tarafından karşılandı.




"O bir çizgi film kahramanıdır."
- Jorge Valdano.

Flamengo-Valencia-Flamengo-Valencia-Flamengo
1995'te özlediği ülkesine dönen Romario aynı sezon Flamengo ile 37 maça çıktı ve 33 gol attı. Aynı sene takımında 10 numara tartışmasına sebep oldu. Kendisine verilen 10 numarayı Zico'nun forma numarasına hürmeten giymedi ve diğer futbolculara da aynısını önerdi. Daha sonra ise Zico'ya yapmadığını bırakmayan kendisi olacaktı.

Ertesi sene ise 1996'da 22 maçta 26 gol atarak hâlâ müthiş Romario olduğunu gösterdi. Bu sırada İspanya'dan başka bir ekip Valencia, problemli karakterine rağmen Romario'yu transfer etmek için düğmeye bastı. Devre arasında sezon sonuna kadar Valencia'ya imza atan Romario sadece 5 maç oynadı ama 4 gol attı. Teknik direktör Luis Aragones ile sürtüşmeler yaşamıştı. Bunun sonucunda kadro dışı kaldı ve bavulunu toplayıp Brezilya'ya gitti. Zorunlu bir şekilde kiralık olarak Flamengo'ya geri döndü ve 1997 sezonunda 23 maçta 21 gol attı. Brezilya milli takımı ile ise Kupa Amerika ve Konfederasyon Kupası alınmıştı. Üstelik Konferasyon kupasında 7 golle gol kralı olmuştu Romario. Bu sayede Valencia tekrar çağırdı onu. Teknik direktör Aragones gitmişti. Romario bu sefer 4 maça çıktı ve 1 gol attı. Valencia'da istediği ortamı bulamamıştı ve işler de iyi gitmiyordu. Devre bitmeden bir kez daha Flamengo'ya döndü Romario. Rahat olduğu yer ülkesi Brezilya'ydı. Burada antrenmanlara çıkmayacak, futvoley oynayacak, gece kulüplerinde dağıtabilecek buna rağmen gollerine devam ettiği için vazgeçilemeyecekti.

Flamengo forması ile 1998'de 28 maçta 24 gol attı. Buna karşın sezon biterken Mayıs ayında diz arka bağları kopan yıldız oyuncu milli takımın 1998 Dünya Kupası aday kadrosuna çağırılmadı. 1997 yılında Kupa Amerika'yı alan ve aynı sene FIFA Konfederasyon Kupası'nı kazanan takımın banko santraforu, Brezilya'nın büyük yıldızıydı. Romario sakatlığının geçtiğini söylediyse de Zagallo onu tekrar kadroya çağırmadı. Bu durum, teknik direktör Zagallo ile mahkemelik olmasına kadar giden bir duruma yol açtı. Romario performasına ve iyileşmesine (ya da iyileştiğine inanmasına) rağmen milli takıma alınmamasına kızmış ve Brezilya'da bir barın tuvaletine Zagallo'nun klozete oturmuş bir şekilde karikatürünü çizdirmiş, altına da imzasını atmıştı. Hatta teknik menajer Zico da ona tuvalet kağıdı uzatıyordu. Zagallo ve Zico bunun üzerine dava açmış ve de kazanmışlardı. Resmi sildirmişlerdi. (Resim aşağıda) Sonuçta artık milli takımda Romario yoktu ve Brezilya milli takımı finalde Fransa'ya 3-0 yenilecekti...

1999'da 34 maçta 29 gol atarak, tartışmalı karakterine rağmen, sportif klasını sayısız kez olduğu gibi bir kez daha ıspatladı Romario. Takımı sonradan adı Sudamericana'ya çevirilen Mercosur Kupası'nı aldı, Romario gol kralı oldu. Adı yine Avrupa kulüpleriyle anılmaya başlamıştı. Inter, Lazio, Fenerbahçe ve Ajax adaylar arasında gösteriliyordu. Hem de 33 yaşında olmasına rağmen. Fakat bu sefer takımının Juventude'ye 3-1 yenildiği maçın ardından bir gece kulübünde sabahlaması üzerine takımdan kovuldu. Arızalıkta Romario'dan pek de aşağı kalmayan takımın diğer yıldızı forvet Edmundo, "biz üzüntüden sabahlara kadar uyuyamazken, o gece kulüplerinde sabahlıyor. Bu kabul edilemez" diyordu. Avrupa kulüplerinin de gözünden bir kez daha düştü Romario.

"Ben para gibiyim. Eninde sonunda insanlar içten içe beni seviyorlar."

Yine Tekerrür: Vasco de Gama ve Yurt Dışı
Romario 2000 yılında ilk göz ağrısı Vasco de Gama'ya döndü. İlk sezonunda 44 maçta 39 gol attı ve takımını tek başına Brezilya Serie A şampiyonu yaptı. Aynı sene takımı Mercosur kazanınca, Romario iki sene üst üste farklı takımlarla hem gol kralı olmuş, hem de bu kupaya ulaşmış oldu. 2001 sezonunda 27 maçta 34 atarak yine gol kralı olurken, 2002 sezonunda ise 32 maçta 23 gol attı. Daha sonraki durak Fluminense'ydi. 2003 sezonunda 22 maçta 15 gol attı. 2002 Dünya Kupası kadrosuna disiplinsiz olduğu gerekçesiyle Scolari tarafından alınmadı. Brezilya şampiyonluğa ulaştı.

Katar takımı Al-Saad'ta 2002-03 sezonu geçirdi. Sadece 3 maçta forma giydi ve Fluminense'ye dönüp 21 maçta 13 gole ulaştı. 2004'te ise 13 maçta 5 gol attı. Fluminenseli bir taraftarı dövmüşlüğü de var bu sezon içinde. 2005'te sözleşmesinin bitmesinin ardından bir kez daha Vasco de Gama'ya döndü ve iki sezon burada forma giydi. İlk sezonunda 31 maçta 22 gol atıp gol kralı olduğunda 39 yaşındaydı. İkinci sezonun başında takımın deplasman maçlarına gitmek istemediğinden (!) yönetimle anlaşmazlığa düştü. Sadece kupa maçlarında oynayıp 11 maçta 9 gol kaydetmişken, ABD takımlarından Miami FC'ye imza attı. 23 maçta 18 golle başarılı bir sezon geçirdi. 2006-07 sezonunda Avustralya takımlarından Adelaide ile 4 maça çıktı. 2007'de Vasco'da 6 maçta 3 gol attı. Şubat 2008'de 1,000 gol barajını aşan bir futbolcu olarak futbola veda etti. 2009'da babasının tuttuğu küçük bir Rio takımı olan America ile tek bir maça çıktı. 68'inci dakikada oynuya girip 22 dakika sahada kaldı ve o maçla takım Carioca şampiyonasına yükselirken, Romario da babasının arzusunu kırmamış oldu.



"Tanıdığım en tembel futbolcu."
- Carlos Alberto Parreira

Futbolculuk Sonrasında Romario
Futbol sonrasında da hayatı ile hep göz önünde olan Romario, 2009 yılında Brezilya Sosyalist Partisi'ne üye oldu ve aktif yardımlaşma kampanyalarında yer aldı. Bir sonraki seçimlerde meclise aday gösterilmesi bekleniyor. Bu sene içinde alkolmetreye üflemediği için ceza yemesiyle de gündeme gelmişti. Futbolculuk hayatı da zaten hovardaydı. Hâlâ gece kulüplerini gezmekle meşgul. Brezilya'da kimilerince sadece serseri, kimilerince ise daha şiddetli bir öfkeyle kötü örnek olarak görülmekte. Henüz ciddi bir teknik direktörlük deneyimi yok. 2-3 maçlık antrenör/oyunculuğu var Vasco'da.

Kişisel Görüşüm
İzleme fırsatımız çok oldu, şükür! Bu kadar yeteneklerle donatılmış bir golcü ben daha görmedim. Meselâ en iyi golcüler sıralaması yapsam Gerd Müller benim için daha üst sıradadır ama Romario'nun artıları becerileriydi. Sadece bir tek vuruşçu ya da sadece bir sutör forvet, ya da sadece topu nereye vurması gerektiğini bilen bir santrafor değildi. Kıvrak, çalımlarıyla bel kıran, şık hareketlere imza atan, bunun yanında da hep gol krallığı yarışının içinde kalacak kadar gol atan bir santrafordu. Bu özellikle sahip başka biri daha yoktur. Yani Romario olmak için hem çok iyi bir golcü, hem de çok iyi bir oyuncu olacaksınız. Bir de özel hareketi vardı, sıkıcı geçen maçlarda ceza sahasına girmeden topu dizine kadar yükseltir, sektire sektire kaleye giderdi. Galatasaray maçında yapmıştı, sonu başarılı bitmese de; gözünümün önünde hâlâ. Tam Sergen kafasında bir adam olduğunu ekleyeyim. Bar bar gezer, arkadaşları antrenmandayken plaj futbolu oynamaya gider, gece külübü kavgalarına karışır, taraftar döverdi. Yok yok, Sergen kafasında demek Sergen'e büyük haksızlık olur! Romario başka bir şey. Ülkemize gelmiş olsaydı es kaza, görürdük curcunayı. Sergenler, Jo'lar falan melek kalır gece hayatı konusunda. Farklı bir deneyim olurdu...

"Michael Jackson'ı ben öldürmedim, Rio de Janeiro'ya domuz gribini getirmedim, kimseyi soymadım. Yine de Brezilyanın en azılı haini gibi gösteriliyorum."


F. Kaan Kavuşan

Klasik Futbol

Blog Widget by LinkWithin
 
Copyright 2009 Barbarossa. Powered by Blogger Blogger Templates create by Deluxe Templates. WP by Masterplan