15 Aralık 2011 Perşembe

Melek Liverpool, Şeytan Manchester City, Tu Kaka Chelsea...

Liverpool, tüm dünyada farklı taraftar yapısı ve kültürü ile nam salmış bir takım. Türkiye başta olmak üzere yurtdışından da büyük kitlelerin takip ettiği bir takım halini almış durumda. Benzersiz tarihi, çıkardığı efsane isimler ve takımın içinde bulunduğu büyük finaller, destansı şampiyonluklar da Liverpool'u İngiltere'nin en büyük kulübü haline getiriyor. Bunu ben değil, futbol tarihi söylüyor.

Son zamanlarda Liverpool taraftarları kulübün içinde bulunduğu bazı durumların etkisi ile de Chelsea, Manchester City gibi Arap ve Rus sermayedarların ayağa kaldırdığı kulüpler ile kendi takımlarının rekabet içinde oluşlarından pek memnun değillerdi. İngiltere ve Liverpool'da hiç bulunmadım. Okuduklarım bana bunu gösteriyordu ancak kulübün özellikle Türkiye'de yaşayan sempatizanları arasında konuşulanlara bakıldığında, Chelsea ve Manchester City gibi kulüplerin para odaklı olmaları ile dalga geçiliyor ve asla Liverpool gibi olamayacaklarından söz ediliyordu. Haklılar. Chelsea ve Manchester City, önümüzdeki 100 yıl içinde ancak Liverpool kadar efsane bir takım olabilir. Ancak gelin, hemen hemen aynı döneme rast gelen Manchester City ve Liverpool'un ayağa kalkma hikayelerine birlikte bir göz atalım.

Liverpool, 2005 Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu ile son hikayesini yazmış bir takım. Milan karşısında gerçekten destansı bir şampiyonluk almışlardı. Ancak bir zamanlar tutumluluğu ile meşhur bu takım, tarihler Eylül 2010'u gösterdiğinde 300 milyon avroya yaklaşan bir borç kitlesine saplanmış durumdaydı. 2007 yılının Şubat ayında kulübü büyük umutlarla satın alan Tom Hicks ve George Gillett, Liverpool'un her ay biraz daha borçlanmasına sebep oluyorlardı ve bu durumdan kimse memnun değildi. İki iş adamı, Liverpool'a Shankly'nin başarılarını tekrar yaşatma sözü ile gelse de, tek yaptıkları bir borç yığını oldu. Yeni bir stadyum sözleri ise tamamen havada kalmıştı...

Liverpool, bu iki çılgın ile beraber tıpkı Leeds United'ın 2000'li yılların başında düştüğü duruma gelme tehlikesi yaşadı ve neredeyse iflas edecekti. Otoriteler ise Liverpool'un bankalardan aldığı yüklü miktarda borçların, kulübün geleceğini dahi tehdit edebileceğini savunuyorlardı. Leeds United, Şampiyonlar Ligi'nde yarı final görüp büyük bir başarıya imza attı ancak sonrası onlar için kabusa dönüştü. Kulüp bu başarıları değerlendiremedi. Liverpool ise 2005 şampiyonluğunun ardından 2007'de tekrar bir final gördü ve Hicks ve Gillett, ilk aylarında gelen bu başarıdan sonra kulübü daha yüksek yerlere çıkartmayı hedeflediler.

İşte tam burada, Manchester City ile Liverpool'un 'sermayedar' hikayeleri ayrılıyor. İki çılgın, sadece Fernando Torres'i alabilmek adına (sonradan Chelsea'ye transfer olan Torres, Liverpoollular tarafından şeytan ilan edildi) yıllık 144 milyon pound borca girdi. 2009'da Premier Lig'i ikinci sırada tamamlayan Liverpool'da Rafael Benitez, elindeki bütçeyi de kullandı ve Glen Johnson ve Albert Aquilani gibi transferler yaptı. Bunun yanında başarılı orta saha oyuncusu Xabi Alonso da Real Madrid'in yolunu tuttu.

Ancak işler Hicks ve Gillett için hiç planladıkları gibi gitmedi. 2010 Nisan'da kulübün gidişatını gören iş adamları, dünyanın her yerinde Liverpool için yatırımcı aramaya başladılar. Kulübü satma görevi ise Martin Broughton'un du... Ne yazık ki Hick ve Gillet, Liverpool'un 120 yıllık tarihinin en kötü zamanlarından birini yaşamasına sebep olmuştu. Bu iki göreve geldiğinde Liverpool'un çok az borcu vardı ve taraftarlar da yeni bir stadyum inşaatı ile beraber taze bir başlangıç yapmanın hayallerini kuruyorlardı. Ancak kulüp, borç bataklığına saplanınca tek bir çivi dahi çakılmadı. Liverpool taraftarları, hem düşünce yapıları hem de içinde bulundukları durum sebebiyle bugüne kadar hiç bir zaman kendilerini bir milyarderin batırıp, başka bir milyarderin kurtarmasını bekleyecek bir durum içinde olmamıştı. Ancak durum böyleydi. anchester United stadyumunu genişletti, Roman Abramovich Chelsea'e milyonlar verdi, Arsenal ise Emirates sponsorluğunda taze bir stadyuma geçiş yaptı. Diğer bir Londra takımı olan Tottenham ise yavaş yavaş kendi ritmini yaratmayı başardı. Hemen herkes, Gillett ve Hicks'in çok parası olduğuna inanmıştı. Ancak bu ikili, verdikleri sözlerin hiçbirini tutmadılar. Başarısız iki sermayedar olarak tarihe geçtiler. Liverpool taraftarları ise bir marka değil, sadece bir futbol kulübü olmak istediklerini her daim söylediler. Ancak günümüz futbolunda artık bu mümkün değil. Başarısız bir sermayedar öyküsünden, başarılı yatırımcıların öyküsüne, yani Manchester City'ye geçip iki takımın içinde bulundukları durumu tekrar özetleyelim.

Manchester City, son 50 yılda hiç bir zaman bu kadar beklenti içine giren bir takım olmamıştı. Liverpool her daim büyüktü, içinde bulunduğu durum ne olursa olsun. Ancak City, her zaman sıradan bir takım olmuş ve Manchester United'ın gölgesi altında ezilmişti. Fakat son iki yıla bakıldığında artık Manchester City ve şampiyonluk kelimeleri bir arada kullanılmaya başlandı. Şampiyonluk kelimesi en son, Peter Swales tarafından kullanılmıştı. Son şampiyon olan Manchester takımı City idi ve öyle kalması beklendi. Ancak 1990'dan sonra 10 teknik adam, 3 kez küme düşüş hikayesi ve tam 11 Manchester United şampiyonluğu geçti.

Manchester City, bu sezon şampyion olmak istiyor ve tüm taraftarların bu konu hakkında ne kadar da heyecanlı olduklarını görmek için kahin olmaya da gerek yok. Bir zamanlar, "İçeride ve dışarıda kazanamıyoruz. Dün kaybettik, bugün de kaybedeceğiz. Ama umursamıyoruz çünkü çok sinirliyiz!" tezahüratları yapan City taraftarları, adete gökten bir melek gibi inen yeni Arap sermayedarlarına da çok fazla şey borçlular.

Four Four Two'da bir demeci yer alan Manchester City taraftarı Kevin Cummings, Arap yatırımcıların ardından duygularını şöyle anlatmıştı: "Yayıncı kuruluş Sky'ın yeni yaptırdığı reklam panolarına bakıyordum. Terry, Gerrard ve Rooney'yin yanında bizden de Adebayor vardı. 'Bizim orada ne işimiz var?' diye kendi kendime söylendim..." Aslında bu durum, City taraftarının onca yıldan sonra içinde bulunduğu durumu da açıklıyor gibi. Bazı kesimler City'nin transfer harcamalarına gülseler de, kulüp kupasız geçen onca yılın intikamını almak adına yanıp tutuşuyor...

2007'de ilk olarak Maanchester City'yi satın alan ve takımın başına Sven-Goran Eriksson'u getiren milyarder Thaksin Shinawatra, sadece 12 ay sonra kulübü elinden çıkarma çalışmalarına başlamıştı. Tıpkı Liverpool'u elinden çıkarmak isteyen Hicks ve Gillet gibi.. Ancak Manchester City'nin Liverpool'a göre şanslı olan tarafı, daha akıllı ve başarılı sermayedarları denk gelmeleri oldu. Kulübü satın alan Şeyh Mansour, Roman Abramovich'in Chelsea'yi satın aldıktan sonra harcadığı paranın 150 milyon pound fazlasını akıtsa da, buna mecburdu. Çok kısa sürede önden koşan diğer kulüpleri yakalamak hedefi ışığı altında çok paralar harcamak zorundaydılar ve yaptılar da... City, yıllarca Manchester şehrinin 'kaybedeni' oldu ancak artık kazanma sırası onlarda. Bu sezon Old Trafford'da en ezeli rakipleri Manchester United'a fark atmaları da bunu gösteriyor.

Liverpool taraftarları içinde bulundukları durumlar sebebiyle artık kabus olmayan Hick ve Gillet'e lanet yağdırsalar da, City'liler, sermayedarları başarılı olunca hiç seslerini çıkarmamayı tercih ettiler. Sonuçta hiçbir takım taraftarı kulüplerinin satılmasın istemez. Ne Liverpool'un taraftarı, ne de bir başka takımın taraftarı... Ancak kulüp satıldıktan sonra başarılı bir döneme girilmişse, taraftar da bir şekilde bu durumu sineye çekebiliyor. Liverpool, asla City ve Chelsea gibi olmayacak. Bununla ve tarihi ile övünebilir. Ancak bunu yapan sadece taraftarları olacak. Günümüz futbolunda artık gelenekler sadece geçmişte kaldı ve yönetim bazında, ve hemen hemen para harcama bazında üst düzey kulüplerin neredeyse birbirlerinden hiç farkları kalmadı. Manchester City'nin milyon poundlarını sakız haline getiren Liverpool taraftarı, şimdilerde Newcastle United'dan 50 milyon pound karşılığında alınan Andy Carroll'un gerçekten bir futbolcu olup olmadığını tartışacak kadar ileri gitmiş durumda. Bu bağlamda Liverpool taraftarı, kendi sermayedarları başarılı olsaydı tıpkı Manchester City gibi olacaklarını bir şekilde kabul etmeli. City'nin çok para harcaması, onları aslında çok komik duruma düşürmüyor. Eğer Manchester City'yi satın alanlar Hicks ve Gillett, Liverpool'un para babası ise Şeyh Mansour olsaydı, şimdi bu yazının tam tersini yazıyor olacaktık...

"Liverpool'un sermayedarları beceriksizdi, Manchester City ve Chelsea'ninkiler ise becerikli. Hepsi bu..."

Goal.com Türkiye
Fotoğraf 1: Chelsea FC v Valencia CF - UEFA Champions League By: Clive Rose @Getty Images Sport People: Fernando Torres
Fotoğraf 2: West Bromwich Albion v Liverpool - Premier League By: Dean Mouhtaropoulos @Getty Images Sport People: Andy Carroll

14 Aralık 2011 Çarşamba

Yoksa Ujfalusi?...


- İsmin Macarca'da 'Yeni Köylü' anlamına geliyor. Macaristan ile bağlantın nedir?

"Evet, soyadıma baktığınız zaman Macaristan kökenli. Büyük büyük dedemlerden geliyor. Babamın alilesi de Romanya'da kalmış. Ailede biraz Romen kanı da var. İşler karışık." (Four Four Two, Aralık 2011)

Macarların Hun boyu, Hunların Türk, Ujfalusi'nin ise Kartal Tibet'in canlandırdığı Tarkan karakterine benzediğini düşünürsek. Evet, Ujfalusi bir Türk olabilir...

Fotoğraf: Real Madrid vs Galatasaray - Santiago Bernabeu Trophy By: Angel Martinez @Getty Images Sport

13 Aralık 2011 Salı

"Eğer Sevilla'yı mağlup edersek, Noel'e lider gireriz." Fakat Barcelona'yı yenmek artık çok zor!

Maç sonunda Jose Mourinho'dan komplo teorileri ya da hakemlere suçlamalar gelmedi. Real Madrid fırsatları değerlendiremedi ve o da bunu kabul etti. Portekizli teknik adam "Soyunma odası üzüntülü ama rahat." dedi. "Eğer Sevilla'yı mağlup edersek, Noel'e lider gireriz."

Madrid ve Mourinho'nun negatif gecesinde oldukça pozitif bir açıklamaydı. Ve her şey Valdes'in hatasıyla gelen Benzema golüyle çok, ama çok iyi başlamıştı. 15 maçlık galibiyet serisine sahip olan Madrid, maç eksiğine rağmen 3 puan farkla öndeydi ve 2008'den beri gelecek ilk şampiyonluğa inanmışlardı.

Bu golden sonra Barça biraz bocalamış, Valdes her topu ayağına aldığında gergin ve Madrid avantajı eline geçirmiş gözüktü. Dakikalar sonra Lionel Messi topu Sergio Ramos'dan çaldı, birçok beyazlı oyuncuyla dans etti ancak Casillas'ı geçemedi.

Bu tür kurtarışlar maç kazandırabilir ama bir gollük üstünlük her zaman yeterli değildir. Evet Madrid'in ilham veren bir Iker'e ihtiyacı vardı, ama aynı zamanda bitirici bir Cristiano Ronaldo'ya da ihtiyaçları vardı. Ancak o gününde değildi.

tarafından durduruldu. Ve sonunda Barça savunmasının arasında boşluğu bulduğunda ise, Portekizli oyuncu bunu değerlendiremedi. Angel Di Maria'nın boş durumda olmasına rağmen kendisi vurmak istedi ancak şutu oldukça kötüydü. Daha sonra bu kez daha basit bir kafa vuruşunda da çerçeveyi bulamadı.

İki kaçan şut da oldukça önemliydi. İlki gol olsa Real skoru 2-0'a getirecek ve rahatlayacaktı. Ancak Barça yaklaşık 5 dakika sonra Alexis Sanchez'in şık vuruşuyla skoru eşitlemeyi başardı.

Bu golden sonra Madrid bir daha aynı takım izlenimini vermedi. Mourinho'nun öğrencileri prese devam etti ve Xabi Alonso ile Lassana Diarra orta alanda tempoyu belirleyen isimlerdi. Ancak Barça tekrar kendine olan güvenini geri kazandı ve topa daha fazla sahip olmayı başardı.

Katalanlar gol bölgesinde daha şanslı olan taraftı. Xavi'nin şutu Marcelo'ya çarparak Casillas'ı yanılttı ve Barcelona'yı öne geçirdi. Ve Cristiano Ronaldo'nun ikinci değerlendiremediği pozisyonun ardından bu kez Dani Alves'in ortasında Fabregas durumu 3-1'e getirdi. Maç bitti.

Aslında Katalanlar adına daha farklı bir skor ortaya çıkabilirdi çünkü Messi, Alexis, Iniesta - hepsi çok formdaydı.

Bazı Madrid taraftarları Messi'nin Xabi Alonso'ya yaptığı faul sonrası oyundan atılması gerektiğini söyleyebilir, ancak Mourinho bile maçtan sonra buna değinmeye gerek duymadı.

Portekizli'nin Barça'yı yıkma planı, yüksek tempo ve yüksek arzuyla rakibi boğmaktı ve aslında kötü bir hamle de değildi. Ancak bu stilin fiziksel nedenlerden dolayı 90 dakika boyunca sürdülmesi imkansız ve mental olarak da oyuncuları bitirir. Bunun işe yaraması için, ele geçen fırsatların değerlendirilmesi şart.

Maçın ardından Mourinho Barcelona'nın geriden gelerek skoru 2-1'e getirmesinin 'psikolojik avantajları'ndan bahsetti. Fakat eğer Madrid 2-0 öne geçebilseydi, çok farklı bir maç yaşanabilirdi.

Bunu kabul etmek gerekiyor ama sonuçta Barça maçı hem mental hem de fiziksel olarak daha güçlü tamamladı ve Madrid oyunun sonunda yenik ayrıldı.

Mourinho'nun öğrencileri halen bir maçlık avantaja sahip ve bu maçtan önceki performansları ligi kazanabileceklerini gösteriyor. Ancak başka maçları kazanarak puanları toplamak ve Barcelona'yı yenmeyi başaramamak onlar için pek de hoş gözükmüyor. Ayrıca Katalanlar Şampiyonlar Ligi'nde de ilerleyen dönemde onların karşısına çıkabilir.

Bunu Inter ile bir kez başarmıştı ve geçtiğimiz sezon Kral Kupası'nda da başardı. Ancak Katalanlar Pep Guardiola'nın önderliğinde mükemmelliğe yaklaşıyor ve her zaman daha da iyi olabileceklerini gösteriyor. Onları yakalamak her an daha da zorlaşıyor. Bu da şu an Mourinho'nun en büyük sorunu olarak gözüküyor.

Goal.com
Fotoğraf: Barcelona v Real Madrid - Super Cup By: Laurence Griffiths @Getty Images Sport

Maçı kaybettik ancak onlarla aynı puana sahibiz. İyi başladık ve bana göre 2-2'yi yakalama adına iyi reaksiyon gösterdik. Cristiano genelde bunları atar...  

- Jose Mourinho

Madrid batmayacaktır, bu onları etkilemez. Oynadığımız oyundan dolayı mutluyum, ama geliştirmemiz gerektiğini düşündüğüm birçok nokta var.

- Pep Guardiola

11 Aralık 2011 Pazar

Galibiyet düşünceleri Lionel Messi'nin 'yine' ortaya çıkıp Alexis Sanchez'e golü attırdığında birden bire değişti.

10 Aralık 2011 günü oynanan Real Madrid - Barcelona maçı öncesinde tahminler, taktik analizler, karşılaştırmalar ve tartışmalar daha aylar öncesinde gerçekleşmeye başlamıştı. Tıpkı geçen sezon ve ondan önceki sezonlarda olduğu gibi.


"Real Madrid her daim olduğu gibi Barça'ya yine kaybetti" argümanına sahip olanlar bu yazıyı burada okumayı bırakabilirler. Zira El Clasico gibi bir rekabet, Pep Guardiola'nın Barcelona'sının yükseldiği yıllarda başlamadı. Son 3-4 yıla bakıp bu rekabet üzerinden konuşanlar varsa eğer, onlara tavsiyem El Clasico'nun tarihini biraz olsun araştırmaları


Dün gece Real Madrid, birkaç yıldır devam eden Barcelona üstünlüğü içinde bir El Clasico'ya favori çıktı. Kastilyalılar bir maç eksik ile Barcelona'nın üç puan önündeydi, liderdi ve maç Santiago Bernabeu'daydı. Oyuncular formdaydı. Jose Mourinho yine iddialıydı. Barcelona'yı yenmek için olması gereken tüm şartlar mevcuttu. Barcelona bu kez yenilmese ne zaman yenilecekti değil mi?

Fakat iyi başlayan karşılaşmada son düdükle çekilen fotoğraflarda yine Barcelona seviniyordu, Real Madrid üzülüyordu. Santiago Bernabeu'da kazanmak adına tüm şartlar oluşmuşken neden yine hüzün vardı? Jose Mourinho'nun geçtiğimiz sezona göre daha da ürkütücü olan takımı ligde son 10 maçını, toplamda ise son 15 maçını kazanmıştı. Dün gece Barcelona karşısında alınacak olası bir galibiyet, puan farkının da 6 olmasını sağlayacaktı. Eğer dün gece kazanan Madrid olsa, 2008'den bu yana lig şampiyonluğu yaşamak adına bir adım daha atılmış olacaktı.Fakat öyle olmadı...


Barcelona'nın bu mükkemmel durumunu göz önüne alan futbol severler ise kullandıkları bu üst limitten sonra Barça bir şekilde durdurulduğunda karşılarındaki rakibi korkak ilan ediyorlar. Real Madrid'in Barcelona'nın oyun tarzına benzer bir yapıda sahada olmasına imkan yok. Barça adına 10 yaşından beri birbirlerini tanıyan ve bir arada oynayan insanlardan bahsediyoruz. İşte bu noktada Katalanlar karşısında onları durdurabilecek yeni bir sistemin üretilmesi gerekiyor. Jose Mourinho, geçtiğimiz sezon İspanya Kupası'nda oynanan karşılaşmada bunu başarmıştı ve 1-0 kazanarak Barcelona karşısında kupa kazanmıştı. 


Jose Mourinho son yedi Clasico'da Barcelona'yı durdurmak için çeşitli taktikler denedi. Hangilerinin işe yaradığını, hangilerinin yaramadığını keşfeden Portekizli teknik adam artık en iyi stratejiyi sahaya yansıtmalıydı. Bu düşünceler ışığında dün gece sahaya çıkan Real Madrid, tüm bunların yanında henüz maçın 22. saniyesinde Karim Benzema'nın piyangodan çıkan golü ile de öne geçmeyi başardı. Belki bu gol bu kadar erken gelmemeliydi. Belki de ilk yarım saatlik bölüm içinde gelse Real Madrid adına daha iyi olurdu. Kalan 89 dakika için Barcelona yine 'bir şekilde' kazanmayı başardı ve Real Madrid adına tüm beklentileri bitirdi.


Barcelona, Real Madrid'in çok erken gelen golünden sonra sanki geçtiğimiz yıldan uzak gibi bir görüntü çiziyordu. Real Madrid ise bu ortamda çoktan kazanmayı düşünmeye başlamıştı. Tıpkı benim gibi! Tabii ki bu düşünceler, her şey güzel giderken Lionel Messi'nin 'yine' ortaya çıkıp Alexis Sanchez'e golü attırdığında birden bire değişti. Bu gol, maçın kontrolünü elinde tutan Real Madrid karşısında Barcelona'ya inanılmaz bir enerji verdi. Katalanlar bir anda benliklerini kazandı. Yine pas yapmaya, topları kazanmaya başladılar. İlk yarı bittiğinde Real Madrid, çok ihtiyaç duyduğu molayı da aldı ancak ikinci yarıda bu kez şans Barcelona'dan yana oldu. Xavi, Marcelo'ya çarpan topta Iker Casillas'ı yanılttı.


Tüm olanlardan bağımsız olarak Lionel Messi'nin oyundan kırmızı kart ile atılıp atılmaması maçın seyrini nasıl etkilerdi kestirmek güç. Messi, ilk sarı kartını hakemle kurduğu 'sohbet' sonrasında gördü ve ardından Xabi Alonso'ya yaptığı faulun ardından ben değil herkes ikinci sarı kartı bekledi. Hakemin elinin cebine gittiğini ancak daha sonrasında tereddüt ettiğini ekran başından rahatlıkta görebildik. Ancak Messi oyuna kaldı. Atılmalıydı. Hareketin cezası sarı karttı. Tabii ki sahada yer alan hakemlerin yıldız oyuncular karşısındaki tutumu her daim farklı olabiliyor. Ben Real Madrid penceresinden maçı izleyen biri olarak Messi'nin oyundan atılmasını bekledim ancak aynı pozisyonun içinde Cristiano Ronaldo'yu koyunca yine aynı senaryonun yaşanacağını düşündüm. 


Real Madrid, kontraatak oyununun kralı olduğunu artık kanıtlamıştı. Nasıl ki Barcelona'nın da pasa dayalı oyunun kralı olduğunu kanıtlaması gibi. Fakat Cristiano Ronaldo'nun çok yakın mesafeden auta giden kafa şutunun ardından Barcelona'nın artık sağ kanatta oynayan Dani Alves'in Cesc Fabregas'a attıracağı golle maçın kaderini belirlemesi birkaç saniye sürdü. 


Peki neyi gördük? Real Madrid, kendi oyun tarzı ile 'kusursuz' oynasa da Barcelona'yı yine yenemediğini gördük. Peki bunun çözümü ne olacak? Real Madrid kendi oyun tarzı ile kusursuz bir oyun oynuyor ve bunu Barcelona karşısında başaramıyorsa ne yapması gerek? 



O deği de, Cristiano Ronaldo o kafa vuruşunu gol yapacaktı...


Fotoğraf @Getty Images

9 Aralık 2011 Cuma

Guti - Xavi



Fernando Hierro


@Getty Images Sport

8 Aralık 2011 Perşembe

Turkcell Blog Ödülleri

2010 Blog Ödülleri'nde 3. olduktan sonra 2011'de de yer almak benim açımdan bir gereklilikti. Bu sebeple, Turkcell'in sponsor olduğu Blog Ödülleri'nde, Spor Blogları kategorisinde Barbarossa olarak yer alıyorum. Şimdi bu yazıyı okuduğunuz bloga oy vermek isterseniz, hemen sol üst köşede bulunan butondan, 'oy ver' kısmına tıklayarak ve Spor Blogları Kategorisi'ne giderek kolayca destek olabilirsiniz. Destekleriniz için şimdiden teşekkürler.
“Her 10 TL TEGV’e destek, 60 TL bir çocuğumuzun bir yıllık eğitimi demek.” kampanyası ile de bağış yapabilirsiniz.

Blog Widget by LinkWithin
 
Copyright 2009 Barbarossa. Powered by Blogger Blogger Templates create by Deluxe Templates. WP by Masterplan