2009 Benim için gerçekten berbat bir yıldı. Umarım 2010 benim ve herkes için harika bir yıl olur... Herkesin ve tüm Blog Dünyasının yeni yılı kutlu olsun. Bu arada Yeni Yıl Hediyemi de unutmadım sizler için tabii. Buraya Tıklayarak Bakabilirsiniz... (Bilinen şarkımızı önce normal, sonra tersinden dinleyin. Sonra hediyem size 'merhaba' diyecek...)
30 Aralık 2009 Çarşamba
1552 Avrupa Futbol Şampiyonası - İstanbul
Osmanlı İmparatorluğu'nun kadrosu Yeniçerispor ve Tımarlı Sipahi İdman Yurdu'nun ağırlıklı olduğu bir kadro olurdu. Eh, Finalde Osmanlı İmp ile Kutsal Roma Germen İmp arasında olurdu herhalde ve dostane bir havada geçerdi... Ayrıca bu final maçını yorumlayan Üründüloğulları'ndan Ömer'in, bloklar arası pas bağlantısı, aran daraltma, kanat varyasyonları, koordineli akınlar gibi dönemin futbol anlayışı içinde tam anlaşılmayan tespitleri yıllar boyu günümüze kadar harmanlanarak Ömer Üründül terminolojisini temellendirirdi... Hadi şampiyonuda penaltılar sonucu Osmanlı İmp yapalım. Unutmadan, tabii biz ozamanda aynı olurduk. Galibiyet sevinci ile halk at arabaları ile sokaklara dökülür, şehir magandaları havaya attıkları oklar yüzünden birçok masumun canından olmasına neden olurdu...
29 Aralık 2009 Salı
Danimarka Dinamiti
Tabi herşeyden önemlisi 1992 yılı Danimarka için. Bu şampiyonluğun gelmesinde herşeyden önce tutum ve hareketler, ya da oyuncuların kişilikleri ve ülkeleri için harika bir sempati görevi yapan taraftarlar çok etkiliydi. Yugoslavya’ya karşı uygulanan yaptırımlar vasıtası ile turnuvadan iki hafta önce Euro 92′ye dahil olmaları ve oyuncuları tatil yaptıkları yerlerden toplayıp turnuvada aldıkları şampiyonluk ulusun asla unutamayacağı bir olay. O turnuva öncesinde Danimarka’nın kaybedecek hiçbirşeyi yoktu fakat kazanacak çok şeyi vardı. Belki de başarının sırrı buydu. Ve bununla birlikte ağızlardan yükselen ve takıma büyük bir güven veren sloganı da unutmamak gerek: ‘Biz kırmızıyız, biz beyazız, biz Danimarka dinamitiyiz!’… Bu tezahürat onlara şampiyonluğu aldıkları maça kadar eşlik etti. Bu düşünce ve çalışma Danimarka takımını şampiyonluktan sonra inişli ve çıkışlı dönemlerde bir ‘marka’ haline getirdi.
En büyük rakipleri ve aynı zamanda en büyük dostları İsveç’e değinmeden Danimarka’dan bashetmek olmaz. Esasında tüm Danimarka ulusu rakibini eşit miktarda sever. Onlar için önemli olan sadece rakibin kaybetmesidir. Devletin tarihsel gelişmelerinden gelen özel bir rekabet ise İsveç ile olan. Deyim yerinde ise İsveç ve Danimarka ’soy düşmanları’. Almanya, İtalya ya da Fransa gibi ülkelere karşı kazanmak Danimarkalıları her daim sevindirir şüphe yok tabi ama İsveç karşısında kazanmanında iki kat daha fazla sevindireceği kesin. Bu her Danimarkalı için büyük bir olay. Ve sevinçle, şamatalı ve asla hiddetlenmeksizin kutlanabilecek bir bayram. Fakat bu karşı karşıya olmadıklarında birbirlerini desteklemeyecekleri anlamına gelmez. Ya da iki ülkenin ortak bir gayesi olduğunda. Euro 2004′te aynı grupta yer alan İsveç ve Danimarka son maçta ‘ilginç’ bir biçimde 2-2 berabere kalarak çeyrek finale el ele çıktılar. İşte Danimarka ve İsveç’i hem dost hem düşman yapan da bu. Son yıllarda Danimarka’da yükselen milliyetçiliğin en büyük sözü de bu dostluğu destekler nitelikte. ‘Eğer Danimarka kazanamıyorsa, o halde bunu başka bir İskandinav ülkesi yapmalı!’.
Seksenli yıllardaki ve doksanlı yılların başındaki Morten Olsen, Sören Lerby, Preben Elkjaer Larsen veya Laudrup kardeşler gibi birçok yıldızın oynadığı büyük Danimarka takımı bugünkü nesile büyük bir örnek teşkil ediyor. Bugün Fiorentina’da gol atan bir Danimarkalı (Jorgensen) ülkede adeta bir ‘biz’ duygusunun oluşmasına ön ayak oluyor. ‘Biz bir gol attık, biz bir maçı kazandık!’. Bu Danimarka için çok önemli.
Dünya Kupası’na 2010′da Güney Afrika’da düzenlenecek olan turnuva ile birlikte 4 kez katılan Danimarka’nın en büyük başarısı 1998 Fransa’daki çeyrek final. 1986 ve 2002′de gelen ’son 16′ ise Danimarkalıları pek tatmin etmiş değil. Şimdi tüm Danimarka ulusu 2010′da Morten Olsen ve ‘çocuklarının’ Hollanda, Japonya ve Kamerun’un bulunduğu grupta en iyisini yapıp, 1998′deki en iyi dereceden daha iyisini yapmasını bekliyor. Tabii tezahüratları da unutmuyorlar: ‘Biz kırmızıyız, biz beyazız, biz Danimarka dinamitiyiz!…’
28 Aralık 2009 Pazartesi
Ho Ho Ho! FC Santa Claus...
2010'a da çok yaklaşmışken uzun zamandır aklımda olan bir futbol kulübünü sizlerle paylaşmanın şimdi doğru zaman olduğunu düşünüyorum. Bu kulüp Finlandiya'dan FC Santa Claus.
***
Her Aralık ayının sonunda Dünya'yı gezerek çocuklara hediyeler veren (ben kendisinden önümüzdeki 10 yılın spor almanağını istiyorum!), Her bacadan sığan bu kırmızılı efsanenin adını verdiği bir kulüp FC Santa Claus. Kulüp 1992 yılında Finlandiya'nın Rovaniemen kentinde ünlü bir iş adamı tarafından kurulmuş. Kulüp hakkında araştırma yaparken ne bu iş adamının adını bulabildim ne de kulübün adının neden Santa Claus olduğunu...
***
Takım maçlarını çok mütevazi olan fakat UEFA tarafından küçük takımlara önerilen stadyumlardan biri olan Susivoudin Stadyumunda oynuyor. Stadın kapasitesi 2000 kişilik ve sunu çim... Takımda tek bir yabancı bulunuyor o da Brezilyalı Rafael.
***
Takım Finlandiya'da en üst ligin bir altında mücadele ediyor ve şuan 29 puanla 14 takımlı liginde 10. sırada. Gönül bu ilginç kulübü üst ligde, daha sonra da Avrupa Arenasında görmek ister ama belki zamanla oda olur...
Figurine Panini
Panini'nin futbol albümleri ile ilk olarak bir spor dergisinin okurlarına bedava vermesi ile tanışmıştım. Bu 2002 Dünya Kupası Albümüydü ve elime ilk aldıktan sonra vargücümle çıkartmalarını toplayarak o albümü tamamlamaya çalışmıştım. Biraz uzun sürsede albüm bitmişti ve ilk tamamlanan takım da Arjantin olmuştu.
***
Sonrasında ise herhangi bir derginin bedava vermesini beklemeden almaya başladım tüm organizasyonların çıkartma albümlerini. Euro 2004, Dünya Kupası 2006, Şampiyonlar Ligi 04-05, 05-06, 06-07 ve 08-09 son olarak TSL 08-09. Bu albümleri topladıkça eski albümlere de merakım artmıştı doğal olarak. Euro 92, 96, Fransa 98 gibi albümleri de zamanında elde edemesem de sonradan bir şekilde bularak elde etmiştim. Fakat bu kadar albümün içinde tam olarak tamamlanan sadece 2002 Dünya Kupası oldu. Şimdi elimde fırsat olmasına rağmen diğer albümleri tamamlamak için bir çaba sarf etmiyorum. Ben 2002 albümünü tam sevdim, diğerlerini ise yarım olarak.
***
İlk albüm elime geçtiğinde onu tamamlama hissi, eksik kalanların bir an önce giderilmesi için gösterilen çaba, ve nihayet tamamlanan albüm sonrası başladığın işi bitirmenin vermiş olduğu harika his... Tüm bunları Panini ürettiği albümlerle yaşatıyor.
***
1961 yılında İtalya'nın Modena şehrinde bu güzel firmayı kuran Guiseppe, Benito, Umberto ve Franco Panini'ye bir teşekkür etmek gerek.
27 Aralık 2009 Pazar
Blog Söyleşileri #10, King Santillana Blog
İnternetin henüz icad edilmediği çok küçük yaşlarımdan beri Futbol kültürü,
kulüp tarihçeleri, derbi istatistikleri, taraftar yapıları gibi
futbolun saha içi yansımasından ziyade, saha dışı kültürüyle kafayı yemiş biriyim.
80'li yıllarda ve 90'lı yılların başlarında harçlıklarımı Guerin Sportivo'ya, Onze'a,
Shoot'a, Match'e yatırırdım. Taksimde bu dergileri gecikmeli de olsa
getiren yerler vardı. Şimdiki gibi bir tuşa bastığınız anda karşınızda
göremiyordunuz o dönemlerde futbolla ilgili herşeyi. Futbol kültürüyle çok küçük
yaşlarımda başlayan bu haşır neşirlik, yabancı kulüplerle mektuplaşmalarımla
devam etti. İlk olarak 80'li yılların sonlarına doğru Real Madrid Kulübüne
İngilizce bir mektup yazdım. Kulübün açık adresini bilmediğim için,
ve internete girip görebilmek gibi bir lüksümüz olmadığı için
"Real Madrid Football Club, Madrid-Espana" adresine gönderdim. İçine
yazdığım mektupla birlikte küçük bir üçgen Fenerbahçe flaması ve bir adet
Fenerbahçe kartpostalı koydum. Yazdığım mektupta da Real Madrid materyalleri
istedim ve adresimi verdim. Cevap geleceğine dair elbette umudum yoktu ama yaklaşık 1 ay sonra
posta kutusunda bulduğum Real Madrid kulübü antetli büyük beyaz zarfı
görünce deliye döndüm. Ve bu şekilde kulüplerle yazışmaya başladım.
İnternet icad edilene ve kulüplerin online store'ları kurulana kadar
Real Madrid, Barcelona, İnternazionale, Milan, Everton, Liverpool,
Celtic, Tottenham Hotspur, Manchester City gibi birçok kulüple yazışarak, bizzat
kulüplerden gelen materyalleri biriktirmeye başladım. Ve bu şekilde
hiç farkında olmadan koleksiyonerlik yapmaya başladım. Bugün yabancı
kulüp flamaları ve yabancı kulüp rozetlerinden oluşan koleksiyonlarım
var. Benim için rozet daha mühim ama. Günlük hayatımda da kullanabiliyorum
çünkü onları. Yazışma yoluyla topladıklarımla birlikte,
bizzat yurt dışından aldığım, eşe dosta aldırdığım, internetin
icadıyla store'lardan sipariş ettiğim materyallerle koleksiyon genişledi.
Ancak şunu söylemeliyim ki, bu koleksiyon içerisinde benim için en
kıymetlileri yazışma yoluyla edindiklerim.. Onların yeri bambaşka.
Velhasıl işte böyle bir adamım. Futbol kültürüyle sevdalığı bitmeyen biri..
2- King Santillana'yı yazmaya ne zaman karar verdin? Tetikleyen bir olay var mıydı?
King Santillana Blogu yazmaya 2007 yılının sonlarında karar verdim. 2008'in
başında da yazmaya başladım. Tetikleyen olay olarak şunu söyleyebilirim;
Çalıştığım kurumda 2007 yılının ortalarında İstanbul'dan başka bir kente atandım.
İstanbuldan uzaklaşınca sosyal çevremizi İstanbulda bıraktığımız için
yalnızlığın verdiği bir dürtüyle yazmaya başladım. Yazmaya başladım derken
blog yazmayı kast ediyorum Yoksa yazmak hayatımızın her evresinde hep vardı
karınca kararınca. Bazen düşünüyorum da, İstanbuldan ayrılmasaydım, belki de
blog yazma işine hiç zaman ayıramazdım.
3- Blogu açarken aklına gelen diğer isimler neydi?
Aslında iki isim arasında gittim geldim. Bizi okuyanlar bilirler, Real Madrid
ve Everton kulüplerinin yeri ayrıdır bizde. Dolayısıyla isim olarak da Real Madrid
efsanesi Santillana ile Everton efsanesi Dixie Dean isimleri arasında düşündüm.
Sonunda Santillana'da karar kıldım.
4- Hemen Santillana'ya geçelim. Ve onun hakkında sözü sana bırakalım...
Santillana benim için bir idoldür hakikaten. Çocukken mahalle arasında top
oynardık. Herkes bir topçunun ismini seçerdi kendine. Benim seçimim hep Santillana
olurdu. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımızın ilk maçları farklı skorlarla kaybeden
Real Madrid takımının, rövanşta mucizeleri gerçekleştirdiği efsane dönemlerinin
efsane adamlarındandır Santillana. Mesela bir Monchengladbach maçı vardı.
TRT'nin o tek kanal olduğu dönemde, evdeki siyah beyaz televizyonun
o puslu ekranından seyrederken havalara uçmuştum. 1985-86 sezonu Uefa Kupası 3.tur
eşleşmesiydi. İlk maçı dışarıda 5-1 kaybetmişti Madrid. 15 gün sonraki rövanşta
3-0 öndeydi içeride. Maçın sonları yaklaşıyordu. Oyuna sonradan girmişti Santillana.
Derken o son dakika golü gelmişti. Çakmıştı Santillana, 4-0 olmuştu.
Madrid mucizeyi gerçekleştirmişti, turu geçmişti. Yine aynı sezon yarı finalde İnter'i
İtalya'da 3-1 yenildiği maçtan sonra Madrid'de 5-1 yenip finale çıkmış,
finalde de Köln'ü yine 5-1 yenerek Uefa Kupasını da kazanmıştı Madrid. Ne müthiş takımdı..
İşte Santillana o Real Madrid'in tek kelimeyle bayrak adamıdır. 1970-71 sezonunda Racing
Santander'de 1 yıl oynadıktan sonra Real Madrid'e gelmiş ve tam 17 sene aralıksız
Real Madrid forması giymiş bir adamdır. Real Madrid'li gelip, Real Madrid'li giden
bir topçudur yeşil sahalardan. Ayrıca şahsi fikrimdir; telaffuzu en güzel futbolcu
isimlerinden biri hata belki de birincisidir Santillana ismi. Kaldı ki gerçek adı da
değildir aslında. Santillana Del Mar'da doğduğu için, doğduğu yerden hareketle
taraftarların taktığı bir lakaptır Santillana ismi. Gerçek adı ise
Carlos Alonso Gonzales'tir.. Velhasıl büyük adamdır Santillana..
5- Santillana'nın yanında Real Madrid'ide seviyorsun. Neden Real Madrid?
Hiç kimse tuttuğu, yada sempati duyduğu takımı oturup da rasyonel sebepleri irdeleyerek
seçmez. Küçük yaşlarda o takımla ilgili yaşadığı hadiseler belirler bu durumu.
Four Four Two Dergisi için geçtiğimiz aylarda "Madridista olmanın 10 sportif sebebi"
başlıklı bir yazı yazmıştım. Her ne kadar orada rasyonel düşünülmüş 10 adet sebep
yazdıysam da, gerçekte bu sebeplerden sadece biri beni Madridista yapan sebepti. O da
"imkansız turları atlama" idi. Bir önceki soruda da bahsettiğim gibi bizim çocukluk ve
ilk gençlik dönemlerimizin bu anlamda efsane takımıydı Real Madrid. Farklı kaybedilen
ilk maçlardan sonra, kimsenin beklemediği bir şekilde rövanşları kazanıp tur atlardı.
1984'de Rijeka maçları (1-3, 3-0), Anderlecht maçları (0-3, 6-1), 1985'de İnter maçları (0-2, 3-0),
Monchengladbach maçları (1-5, 4-0), 1986'de yine İnter maçları (1-3, 5-1), 1987'de
Kızılyıldız maçları (2-4, 2-0) gibi.. Ayrıca babam da iflah olmaz bir Madridista'dır.
Onun da küçük yaşlarda bizi işlediğini inkar edemeyiz. Evet biz de Barca'lı Şimşek Santrfor'u
çok okuduk zamanında ama yine de Madridista olmaktan kendimizi alamadık :)
6- Real Madrid Barnebeu'da bu yıl Şampiyonlar Ligi'ni almayı başarabilecek mi?
Kalbimizden geçen elbette bu ama hiç de kolay değil. Neler olabileceğini bugünden
bilebilmek elbette mümkün değil. Ancak şunu söyleyebiliriz, Real Madrid'in
Bernabeu'da oynanacak bir Şampiyonlar Ligi finalinde olmamasından daha kötü olan
bir şey varsa o da o finalde Barcelona'nın olmasıdır. Bundan da kötüsü o stadta
o kupayı Barcelona'nın kaldırmasıdır ki, bunu tasavvur etmek bile istemiyorum..
7- Los Galacticos'un ilk dönemiyle bu sezon başlayan ikinci dönemini nasıl değerlendiriyorsun?
Her iki dönemi de çok fazla hazettiğimi söyleyemem. Bu kadar çok yıldızın aynı takımda olmasını
pek seven biri olamamışımdır hiç. Ne bileyim, o takımın gerçek ruhunu götürüyor sanki bu tür
transferler.. Birinci Los Galacticos döneminde de bu duyguları taşırdım. Şimdi de böyle
düşünmekteyim. Ha yararlı olmazlar mı, ortalığı dağıtmazlar mı, falan mı filan mı, bunlar ayrı dava..
5 tane Ronaldo ile 5 tane Kaka'yı, bir Raul ruhuna, bir Camacho ruhuna, bir Santillana ruhuna
değişmem gibi geliyor bana.. Bilmiyorum, belki de bu kafayı değiştirmem lazım artık benim..
8- Florentino Perez Real Madrid tarihinin en iyi başkanı mı yoksa sen farklı mı düşünüyorsun?
Valla en iyi başkanı mı bilemem ama benim için en büyük başkan olmadığı kesin. Benim için
en büyük Real Madrid Başkanı Ramon Mendoza'dır. Çünkü İstanbul'dan mektup yazan sıradan bir
Real Madrid sevdalısının tüm mektuplarına kulüp antetli kağıtlara yazılmış, ve matbu olmadığı
her mektubu birbirinden farklı konular içerdiği için ayan beyan ortada olan cevaplar yazan,
bu yazıları ıslak imzasıyla imzalayan, bu İstanbul'lu Madrid sevdalısının tüm taleplerini
karşılayarak flama, albüm, dergi, poster gibi materyalleri kendisine göndermekten imtina
etmeyen, koca Real Madrid'in başkanıyken İstanbul'dan mektup yazan bir genç adama zaman
ayıracak kadar gönlü geniş olan bir başkandır Ramon Mendoza :) Onun arkasından da Lorenzo Sanz
gelir O da zaman zaman ceketimizin yakasını süsleyen Real Madrid rozetinin yollayıcısıdr :)
9- Barcelona hakkında ne düşünüyorsun? Gerçekten de son 100 yılın en iyi takımı onlar mı?
Son 100 yılın en iyi takımı diyebilmem için son 100 yıldaki en iyi takım adaylarının hepsini
izlemiş olmam lazım ki karar verebileyim. Ben 38 yaşındayım, son 30 sene için yorum yapabilirim.
Ve evet, gerçekten başka bir futbol oynadılar özellikle geçtiğimiz sene. Kabul etmek lazım ki
geçen sene yaptıkları futbolu domine etmekten daha öte bir şeydi. Bütün kazanılan kupaların
yanı sıra, Bernabeu'da 6 hadisesini bu Madridista gözlerimizle görmemize yol açtılar. Uzun yıllar
bunların nemasını kullanacaktır elbette bütün Barca'lılar..
10-Bugüne dek Real Madrid'de oynamış olan ve halen oynayanlardan efsane bir 11 yapmanı istesek?
Çok zor bir şey bu. Fazla düşünmeden ilk aklıma gelenlerle bir 11 yapayım. Ama muhakkak
koymayı unuttuğum futbolcular olacaktır:
Casillas, Chendo, Sergio Ramos, Sanchis, Camacho, Kopa, Michel, Butragueno, Di Stefano, Raul, Santillana.
11-BİY ve Futbloglar hakkındaki düşüncelerin neler?
Ben çok fazla takip edemiyorum ancak futbol üzerine internet ortamında edilen kelamları toplayarak
önümüze getiren organizasyonlar olduğu için oldukça yararlı oluşumlar olduklarını düşünüyorum.
12-Blogda yazma hevesini kıran ya da tam tersi daha çok yazmalıyım dedirten şeyler oldu mu?
Yazma hevesimi kıran demeyelim de, moralimi bozan hadiseler elbette oldu. Bunları iki grupta
topluyorum. Birincisi blogda yazdığım yazıların izinsiz ve habersiz olarak başka mecralarda
kullanılması ve kullanan kişilerin bu yazıları sanki kendileri yazmış gibi kullanmaları. Bu çok
sinir edici bir hadise gerçekten. Emek veriyorsun, araştırıyorsun, zaman harcıyorsun, bir de
bakıyorsun ki başka bir yerde karşına çıkıyor. Bunu engelleyebilmenin bir yolu olsa keşke.
İkinci grup ise gelen küfürlü yorumlar. Mümkün mertebe kimsenin bam teline basmadan yazmaya
çalışsam da, insanlar küfür etmek için yine de bir sebep bulabiliyorlar. Bazen Fenerbahçe
ağırlıklı yazdığım için de eleştirildim mesela. Ya kardeşim, biz bu blogu tarafsız bir blog
diye hiç sunmadık ki. Öyle bir iddiamız hiç olmadı. Biz Fenerbahçeliyiz. Hem de en hastasından.
Futbol üzerine kelam ederken, Fenerbahçe'ye Standard Liege muamelesi yapmamız beklenemez herhalde
değil mi ?
13-Hedeflerin neler? Tüm istediklerini gerçekleştirdin mi?
Kendi mesleğim ve hayatım için hedeflerimin tamamını henüz gerçekleştirmedim elbette. Daha çok
hedef var önümde. Blog yazarı olarak ise zaten herhangi bir hedefle başlamamıştım bu meşgaleye.
Amatörce ve beklentisiz kelam ifşa ettiğim için hedef diye bir sorunum yok blog yazarı olarak..
14-Sıklıkla hangi blogları takip ediyorsun?
Aceto Balsamico, Ariel Ortega, Flying Dutchman, Almaty'de Bir Fenerbahçeli, Ali Ece (Total Futbol),
Pennearabiata, Çizgisiz Defter, Trofolo.. Ve elbette Mutlak Gol Pozisyonu :)
15-Blog hakkında aldığınız bir tavsiye var mıydı?
Hayır. Blogdaki tüm görsellik, kullanılan renk, yerleşim şekli, yazılan yazılar, işlenen konular,
yaptığım seriler (Armaların Anlamları, Hınca Hınç Tribünler, Merak Edilen Taraftar Psikolojileri vb.)
tamamıyla kendi özgün düşüncelerim oldu. Zaman zaman arkadaşlarım daha sık yaz, şu şu şu konulara da
değin deseler de, ben hep bildiğim yolda gittim. Çünkü o kadar sık yazmaya ve her konu hakkında
kelam etmeye hem zamanım yok, hem de bu blogun naçizane misyonu da bu değil. Biz futbolun güncelinden
ziyade kültürüne dair fikir ifşa etmeye çalışıyoruz. Futbol dünyasının akış hızıyla eş zamanlı bir
blogu biz okuyucularımıza sunamayız. Daha çok kültürel bilgileri sunabiliriz. Zaten bunu çözen ve
anlayan kemik bir okuyucu kitlemiz de artık oluştu..
16-Sürekli okuduğun spor yazarları kimler?
Her gün düzenli ve sürekli okuduğum spor yazarı aslında yok. Bloglar oluştuğundan beri düzenli
okuduğum bloglar var. Yine de Tamer Bağlan, Mehmet Demirkol, Ercan Güven, Kanat Atkaya ve tarzı
oldukça değişik olsa da Bilgin Gökberk fırsat buldukça okuduğum yazarlandandır.
17-Sosyal yaşamın nasıl geçiyor? Blog dışında nelerle uğraşıyorsun?
Mesleğim dolayısıyla oldukça yoğun çalışıyorum. Bolca iş seyahati yapıyorum, ofisde olduğum
zamanlarım da gerçekten yoğun geçiyor. Çalışma hayatı haricinde ise İstanbul'da iken kesintisiz
iştirak ettiğimiz, İstanbul dışına çıktıktan sonra da mümkün mertebe iştirak etmeye çalıştığımız
Fenerbahçe maçları var. Futbol, basketbol, voleybol fark etmez.. Fenerbahçe sosyal hayatımızın
yadsınamaz bir parçası olmuştur yaşamımızın her döneminde. Bunlar dışında ailemle ve kızımla
zaman geçirmeyi, arkadaş çevremde bizim kısa pas dediğimiz akşam demlenmelerini, kış aylarında
sessiz sakin Cunda'da rakı-balığı severim. Aslında en çok da yalnızlığı severim. Beni müthiş dinlendirir.
Her ne kadar bu yoğun tempoda yalnız kalmaya fırsatım olmasa da..
18-King Santillana ne izler? Ne dinler?
Yıllardır Türk dizisi izlememiştim. Ta ki Ezel'e kadar Tuncel Kurtiz'in Ramiz Dayı karakteri o diziye
bağladı bizi. "Emri vereyim mi kardeşş" mottosu arkadaş çevremde dilimize pelesenk oldu bu aralar :)
Bunun dışında cnbc-e dizilerini izlerim fırsat buldukça. Without a Trace, CSI NY gibi. Bir de
bizim birader Flash Forward'ı tavsiye etti geçenlerde. Ona takılıyorum zaman bulabilirsem. Ayrıca Ntv, Cnn Türk, Haber Türk gibi kanallar da vazgeçilmezlerimdendir. Cranberries, Evanescence, Manga, Cem Karaca, Metallica dinlediklerim arasında ilk aklıma gelenler. Ama klişe bir cevap olarak, hoşlandığım her türlü müziği de dinlerim diyebilirim. Genel olarak sert müzikten hoşlansam da
zaman zaman kendimi Lara Fabian yada Celine Dion dinlerken de bulabiliyorum
19-Twitter'da sanırım halen yoksun. ? :)
Evet yokum.. Külfet geliyor bana, üşeniyorum :)
20-Madrid'e gitmeyi sanırım çok istersin?
Elbette.. Madrid yanında Liverpool, Buenos Aires ve Glasgow'u da görmeyi çok isterim..
21-Türkiye'nin en güzel kadını?
Eşim :) Cansu Dere de fena değil :)
22-Sence 2009'un en iyi futbolcusu ve takımı hangisiydi?
Tabii ki Messi ve Barcelona..
23- ... olsun 10.000 lira borcun olsun?
Noktalı yerlere koyabileceğim seçenek çok. Ama blog adımıza da uyması babında şöyle doldurayım;
Bernabeu ve Goodison Park'da locam olsun, 10.000 lira borcum olsun :)
24-Mutlak Gol Pozisyonu hakkındaki düşüncelerini de alıp bu güzel söyleşiyi bitirelim.
İyi iş çıkarıyorsunuz. Takdir ederek izliyorum. Özgün yazılarınızın yanında bu blog söyleşileri de
gerçekten marka bir seri oldu. Başarılarınızın devamını dilerim.
25-Vakit ayırdığın için teşekkürler...
Ben teşekkür ederim.. Benim için zevkti...
26 Aralık 2009 Cumartesi
Tribünden Gelen Ses...
Efendim sanıyorum herkes dikkat etmiştir bir gol atıldığında ya da 'mutlak gol pozisyonu' kaçtığında tribünlerden yükselen seslere... Benim çok sevdiğim bir olaydır bu. Bir golden sonra ya da kaçan bir pozisyondan sonra binlerce kişinin aynı duygular ile yönetmeni olmayan bir koro gibi aynı anda çıkardıkları bu sesler harikadır... Futbol dışında sanıyorum başka hiçbir olay daha önce planlanmadan binlerce insanın aynı anda aynı tepkileri vermesini sağlayamaz...
***
En güzel örnek hiç şüphesiz ki İngiltere. İngilizlerin futbol denen oyundan Dünya üzerinde en çok zevk alan toplumların başında geldiğini sadece ben düşünmüyorum büyük ihtimal. Tiyatro salonunda çok heyecanlı bir oyun seyreder gibi futbol izleyebilen İngilizlerin takımları gol attıktan sonra 'yeah!' diye uzun uzadıya ses tellerini patlatmaları Ada futbolunu güzel yapan en önemli hadiselerden biri bana göre.
***
İngilizler, yapılan güzel bir çalımda ya da hoş bir pozisyonda her zamanki gibi oyuna tepkilerin en güzelini vererek takımları ile sahada oynuyormuş havası veriyorlar adeta. Gol kaçmasını kimse istemez elbet ama kaçan bir pozisyondan sonra binlerce kişinin ağzından çıkan hayal kırıklığının sesi harikadır... Akim kalmış bir golün böğürtüsü gibi çıkmaz bu ses. 50 bin kişinin "oooo" demesinin düşünün. Ama hafif şaşırma ve takdir etme edasıyla. Nefistir.
***
La Liga seyircisi de çok iyi yapar takımıyla saha da olmayı her daim... Özellikle ateşi bol bir Madrid ya da Barcelona derbisinde her pozisyondan sonra verilen tepkiler ve hep bir ağızdan çıkan sesler La Liga'yı ayırır diğer liglerden.
***
Bizim biraz kültürümüz, biraz da taraftarlık anlayışımız bu olayı bize az da olsa uzak kılar. Atılan golde 'yeah!' denmesi mümkün değil. Kültürden kastım bu. Taraftarlık anlayışımızdan kastım ise destekleme biçimi. TSL'de her takım seyircisi için aynı şey geçerli değil tabi ama gönül isterdi ki slolom yaparak adam geçen bir futbolcuya davul sesi yerine onu daha da ateşleyici sesler gelsin...
***
Türk izleycisine takımına destek verme konusunda benzerlik gösteren diğer taraftarlar sanıyorum Yunanlar, İtalyanlar ve herhangi bir Balkan devletinin vatandaşları... Yine de güzel gelsin ya da gelmesin herkesin ortak paydası takımına destek olmak fakat Gerrard'ın ceza sahası dışından attığı bir golden sonra yüksek desibelli bir 'yeah!' tadından yenmiyor gerçekten...
24 Aralık 2009 Perşembe
Aztek Felsefesi
***
Meksika herhangi bir takıma karşı bir galibiyet aldığında herşey yolunda demektir. Rakibin kim olduğu farketmez. Brezilya ya da Belize...Her galibiyetten sonra Güney Amerika usulü kutlamalar yapılır, başkentteki bağımsızlık abidesinin bulunduğu alan karnaval yerine çevrilir, saat kaç olursa olsun halk oraya akar. O alana gelen taraftarların hepsi mutlaka futbol oynuyarlardır. Bazıları profosyonel olmanın hayalini kurar, bazıları ise bir halk kahramanı olan Hugo Sanchez'e hayranlık duymakla yetinir. Hugo Sanchez'i ve gollerini herkes bilir ve futbol denince ilk akla o gelir. Dünya'da da durum böyledir. Meksika denince akla ilk gelen yine o olur.
23 Aralık 2009 Çarşamba
Buca Juniors'dan Ozan İpek
Ertuğrul Sağlam'ı eleştirmenin en kolay yolu, gençlere forma vermediği konusuna girmektir. Bu mesele, o kadar kanıksanmıştır ki kimse anti-tez süremez ortaya. Bu hafta oynanan ve inanılmaz bir keyif veren Beşiktaş-Bursaspor maçında, büyük bir deneye imza attı Ertuğrul Sağlam. Deneyin ismi, genç oyunculara forma vermekti ve malzeme Ozan İpek'ti.
Ozan İpek, 15. dakikada kırmızı kartla atılabilirdi. Atılsa Beşiktaş çok rahat bir galibiyet alırdı herhalde. Fakat atılmadı ve oyunun kaderini değiştirdi 10 Ekim 1986 Ankara doğumlu futbolcu.
Kahramanmaraşspor'dan Bucaspor'a 150 bin TL karşılığında gelen Ozan İpek, 6 ay Buca'da oynadıktan sonra 287 bin TL bonservis bedeliyle Bursaspor'a transfer oldu. Buca'nın Mehmet Batdal'la birlikte en büyük yıldızı olan Ozan İpek, TFF 2. ligden TSL'ye terfi ediyordu.
Ozan İpek, bu sezon tam anlamıyla bir joker oldu. Kimi zaman kanatlarda, kimi zaman ön liberoda, kimi zaman da "10 numara" mevkiinde sırtladı formasını. Zaman zaman sertlikleri sebebiyle tepki çekse de iyi oyunu bunların üstüne çıktı.
Ozan İpek'i milyonların hafızasına kazıyan iki görüntü var. Bunlardan biri Johan Neeskens'in teknik patron olarak sahaya çıktığı Galatasaray'ın Bursa deplasmanında yaşandı. Maçın son dakikalarına doğru İpek'in Sabri'ye yaptığı sert müdahale Johan'ı tam anlamıyla çıldırttı. Sahada az kalsın kavga çıkacaktı.
Diğer görüntüyse herkesin bildiği gibi bu haftaya dair. Ernst'le yaşadığı pozisyonun ardından atılmanın kıyısından dönen Ozan, bu pozisyonun birkaç dakika sonrasında Rüştü'nün filelerine topu bıraktı. 3. golde de Zapotocny'den fazla onun payı vardı fakat vefasız skorbord ona sadece bir kesitinde yer ayırmıştı. Ama maçın yıldızı tartışma götürmeyecek bir şekilde Ozan İpek oluyordu.
23 yaşındaki futbolcuyu bundan sonra daha sık duyacağımıza eminim. Önü son derece açık ve yeteneklerini doğru kullanırsa Bursa'nın zirve yürüyüşüne daha da büyük katkılar sunabilir. Onu TSL'ye çıkartan Buca Juniors'u anmadan geçmek, hem ayıp olur hem de bize yakışmaz!
Schumy
***
Aylardır konuşulan bir konuydu aslında Michael Schumacher'in tekrar dönüp dönmeyeceği. Esasında benimde aklımda soru işaretleri vardı. Onun dönme ihtimali ve çıkan haberler elbette her zaman mükemmel geliyordu fakat yaşı artık 40 olmuştu... Takımlar 25-30 yaş aralıklarında pilotlar ile yollarına devam ederlerken bu ortamda onun dönmesi nasıl bir sonuç ortaya çıkarır acaba diye düşünmeden edemiyordum. Diğer yandan 2008'de Ferrari aracı ile test sürüşlerine çıktığında en iyi üçe giren zamanlar elde etmesi belki de hala en iyisi olduğunu gösteriyordu. Bu bile Scuhmy hayranlarına yetiyor ve onu tekrar kırmızı arabası ve yedi yıldızlı kaskı ile görme ihtimali onları kat kat F1'e bağlıyordu.
***
Gelelim yazının en güzeş paragrafına. Evet, Michael Schumacher pistlere geri döndü. Fakat o alıştığımız ve istediğimiz kırmızıların içinde değil. Schumy'nin yeni takımı Mercedes GP... Bu efsaneyi yeniden pistlerde görmek güzel olacak gerçekten. O gittiği günden beri F1 herşeyi ile çok değişti... Şimdi neler olacağını merakla bekliyorum.
***
M. Jordan'ın Wizard's ile dönüşü eskisi gibi olmamıştı, umarım Schumy'nin Mercedes ile dönüşü ekisi gibi olur...
22 Aralık 2009 Salı
The Footy Babe Kick #3, Harry...
DAHA GİTMEDEN,ONA BAKARKEN, ŞİMDİ BİLE GÖZLERİMİ ACITIYOR.ADI:HARRY KEWELL
Sanki içimde bir devrim son buldu.
İçim kalabalık.. İçim yalnız.
Senin gideceğin gün ne yapacağımı bilemiyorum çünkü. Dolmaz bir boşluk bırakacaksın ardında. Gösterişte değil, kimyanda olan efendi ruhunu verdiğin futbolda, açtığın kapının anahtarını da kökleyip gideceksin, bil.
Galatasaray’da kirlettiğin hiçbir şey olmadı. Gördük. Ve sana tuttuğumuz alkış, senin için haykırdığımız şarkılar da bu kadar yürekten, temiz oldu.
Bizdeki bu can nereden geliyor sanıyorsun. O kanı bize sen veriyorsun.
Bize bir iyilik yap.
Tamam, sen git.
Sesimiz daha az kısılır belki. Ya da avuçlarımız bu kadar acımaz.
Maçlarda, skorda donumuzu toplayan çıkar elbet, umuyoruz ki..umalım tabi.
İçiyoruz, derdimiz var.
Saatlerdir durmadan bir şeyler yiyen Galatasaraylı biliyorum üzüntüsünden sen gideceksin diye. Onları görüp daha bir üzülüyorum.
Geriye kalanlarla seni unuturuz sanma, bu çok zor.
Baros’u bile bu kadar özlemişken, GS formasıyla, yeşil sahada senin ayağını hep arayacak bu gözler.
Seninse gözlerin aileni..
Canın çocuğunu dolaştırmak mı istiyor? (sümüğü de akıyordur onun)
Düşün hele; milkshake diye zırıldar durur belki, paçandan çekiştirir. Vıcık vıcık yapar aldığın çikolatayı.
(Ne komik.Çaresizlikten neler dediğimi bir allah bir de gs‘liler bilir.)
GS gemisi tabi ki de batmaz sen gitsen de. Ama yeterince hız alır mıyız, biri beni ikna etmeli.
Ama sen hep capcanlı.
Birileri konuşmalı benimle, üzülmemeliyim.
Sarhoş olmamalıyız mesela, bunu da düşündüm.
Hagi’den sonra en iyi yabancı deseler de,Hagi’nin yeri çok ayrı, senin yerin apayrı.
Bugüne kadar kulak arkası yapmaya gayret gösterdiğim” Kewell gidiyor, gidecek..” haberlerine direncim 2 gün önce son buldu. “Gitmez”,diyenin ağzının içine düştüm hep.
Direnemiyor bu kalp daha fazla. “Gitmeeee”,diye haykırasım olsa da, bu sana karşı yapılan haksızlık gibi geliyor. Çünkü biz ne kadar üzülüyorsak senin gidişine, aynı duygusallıkla içinde barındırdığın hislerle sen de evine dönmek istiyorsun.
Gözümde çocuğunu kucağına almış bir Kewell canlanınca, işte o noktada sana “gitme” demeye hakkımız olmadığını düşünüyorum. Ama bu düşüncem de yine sevgimden bakın.
Harry Kewell.. Ta Leeds United ve Liverpool takımındayken hayranlıkla takip ederdim. Bu sevgim o günlerinden kalma, ve Galatasaray günlerinde coşmuş durumda. İlk Galatasaray’a geldiğini duyduğumda sevinçten, ilk gördüğümün boynuna atlamıştım, unutmam.
Seni izlemek Tabu’da kelimeyi anlatmaktan daha keyif verici, -ki Tabu’dan aldığım keyif yaşamım misali..
Gol öncesi, gol sonrası.. soğukkanlılığın, kızgınlığın, sevincin..en ufak mimik hareketinden bile ders çıkartılabilecek insanlık harikasısın.
Çevremdeki herkes sormaya başladı bu ara,”bu aralar senin bir derdin var Senem?”..
Doğrudur.
Dinleyen bulsam da, anlayan bulabilir miyim ki..Niye dinleyeceksiniz ki, ben bile dinlemiyorum kimseyi şu sıralar. Kendimi türlü yollarla mutlu etmeye çalışsam da içimde aşılamaz burukluk var.
Çaresizim, çaremiz yok. Kewell’sız kalmanın boğazımda yarattığı çözülmez düğümün açılası yok.
Duygusal boyutumu yaşamaya bizim kızların yanına gittim, ilk konuda arkamı dönüp uzaklaştım.”Gossip Girl’deki şu çocuğun vücuda bak dehşet kızım..”
-hı,hı..o vücutta manita bulursunuz ama bir Kewell bulamazsınız pff
“..ne?”
- Hiç. Dizinin canı cehenneme. Çıplak vücut sanatıyla uğraşacak havamda değilim diyorum
“ıyy ne kadar katı yüreklisin senem”
( e insaf! Vücudunu yağlayıp ballamış adama bakan sizsiniz, olayın cinsel boyutundasınız. Şu an aranızda en duygusal boyutta olan benim be! Kewell diyorum, gidiyor!)
Beni kızlar anlamıyorsa erkek kankalar anlar deyip, kankaların yolunu tuttum, fakat tez hemen yanlarından toz olmam da bir oldu:
“…abi kızda bi dekolte vardı.. senem sen burayı duyma haa..”
- peki duymam, hatta gidiim ben.
(o dekoltenin altından meme çıkacak bilmem mi hiç, üst dekolte sonrası konu alt dekolteye gelecek. Konu nereye gidecek, bunun farkında biri olarak, henüz alt dekolteye inmeden, başım önde, buruk evimin yolunu tuttum.)
……………………….
Kewell..
İçim kalabalık, içim yalnız.
O formayı çıkardığın gün, parıldak gözlerimin beni gözden çıkardığı gün olacak.
Kafamı avuçlarımın içine alıcam, belki de yastığıma yumulucam.Ve..Yüzüm şişene kadar ağlayacağım var mı..
Durum böyle…
21 Aralık 2009 Pazartesi
Blog Söyleşileri #9, PC Lion FC Blog
bunu atlamamak lazım.
vermiş olmadım yani. :)
Futbloglar ise çok pratik bir araç blogları taramak için, sık sık ziyaret ediyorum daha önce de söylediğim gibi.
Gerçekten ayrı bir deneyim orda bulunmak, özellikle Bağış Erten ve Banu Yelkovan'la çalışmak harika. Birçok değerli insanla tanışma fırsatı buldum bu program sayesinde, başta programdaki arkadaşlarım olmak üzere. Program ne kadar sürer, bilmem ama seneler sonra dönüp arkama baktığımda hayatımda önemli bir yer tutacağını şimdiden söyleyebilirim.
“Hagi'den beri” söyleminin Galatasaray'a zarar verdiğini düşünenlerdenim ben. Olay sevgi, saygı, karizmaysa buna en yakın oyuncu Harry Kewell'dır belki ama isterse Messi gelsin, Hagi'nin Galatasaray taraftarı için ifade ettiği kavramı, hisler bütününü karşılayamaz. Herkesi kendi özelinde değerlendirmek gerek.
Yarışın içine Bursaspor ve Kayserispor'un da girmesi bu ülke futbolu adına çok büyük bir gelişme, bunca sene bu konuda bir gelişim kaydedilememesi sorundu zaten. Blogu takip edenler bilirler, çok yazıp çizdiğim bir konudur. Ligin kalitesini belirleyen takımlar her daim şampiyonluğa oynayanlardan çok bu ekipler, bu düzenlerini korurlarsa kazanan Türk futbolu olacaktır. İlla şampiyon olmalarına gerek yok.
Leo Franco'dan ben memnunum açıkçası, daha doğrusu beklentilerimi karşıladı bugüne kadar. Ayak tekniği iyi, pozisyon bilgisi olan bir kaleci, kedi reflekslerine sahip olmaması onu daha az değerli kılmıyor benim gözümde. Aykut Erçetin gibi “Buffon ya da Cech gelecekse gelsin, yoksa gelmesin” mantığında yaklaşmamak gerek. Daha iyisi gelebilir mi, belki ama bu hemen her yabancı oyuncu için geçerli. Bunun üzerinden belli bir oyuncuya giydirmek doğru bir yaklaşım değil. Kalecinizin gerçek performansını görmek için önüne doğru defansı kurmak gerektiğini de unutmamak gerek bir yandan. Başarılı görülen Mondragon, De Boer-Bülent tandemiyle ıslıklanmıştı mesela.
Kitaplarla aram uzun süre iyi değildi açıkçası, dikkat aralığı yüksek bir insan olamadım hiçbir zaman. Blog tutmakta başarılı olamayacağımı düşünmemin bir nedeni de buydu. Geniş bir kitaplığım yoktur ama fırsat buldukça okuyorum. Bu sıra futbol kitaplarıyla ilgiliyim, herkesin dilinden düşürmediği “Gölgede ve Güneşte futbol”u okudum en son. Nietzche'nin “Böyle Buyurdu Zerdüşt” kitabıyla ilgili güzel sözler duydum bir de, ilk fırsatta onu okuyacağım.
Müzik dersek dinleyicilikten öte bir deneyimim olmadı, herhangi bir enstrüman çalamıyorum. Piyano çalmayı isterdim ama mesela. Arkadaş grubumun da etkisiyle olsa gerek heavy metale merak sarmıştım ilk gençlik dönemimde, o günden bugüne pek bir şey değişmedi. Blind Guardian, Dream Theater, Opeth en çok dinlediğim gruplar. Yerli piyasadan Mor ve Ötesi, Pinhani dışında takip ediyorum diyebileceğim bir grup yok. Bunlar dışında film ve dizilerin soundtrack albümlerinden parçalar keşfetmeyi seviyorum.
Bunun dışında sıkı bir yabancı dizi izleyicisiyim. Yalnız farkettim de her şeyimiz yabancı olmuş, neyse. :) Türkiye'de diziler çok uzun ve ara vermiyor, yapım ne kadar kaliteli olursa olsun iki sezondan fazla aynı kalitede devam etme şansı yok. Reklam araları da başka sorun. Ara ara takip ettiklerim oluyor ama ya
How I Met Your Mother özellikle ilk iki sezonunda apayrı bir diziydi, onu kenara ayırırsam House, Dexter, Fringe ve The Big Bang Theory düzenli takip ettiğim diziler, bu sezon başlayan V ve Flash Forward da iyi. Denk geldikçe göz attıklarım da var bunların dışında. Animelere de ilgim vardır, Naruto'nun her bölümünü izledim, mangasını da bitirdim bir yandan. Death Note'u da atlamayayım, beni en derinden etkilemiş yapımlardan biridir.
Geçelim sana gelen 3 soruya: