13 Haziran 2014 Cuma

La Decima, Copa del 'Bale' ve geride kalan sezonda Real Madrid...


Ancelotti ile gelen 'turnuva takımı' etiketi ve değişim.

Genel olarak bakıldığında, Carlo Ancelotti'den önce Jose Mourinho'nun İspanya'da başarılı bir döneme imza attığını söylemek mümkün. 50 yaşındaki teknik adam takıma bir lig, bir Kral Kupası ve bir de İspanya Süper Kupası kazandırdı ve Barcelona ile açılan farkı gözle görülür derecede azalttı. Üstelik Barcelona'nın etkinliğini azaltırken PSG ve Bayern Münih gibi takımlara da ışık tuttu. Neticesinde dört yıldır süregelen bir futbol efsanesinin çöktüğünden bahsedilmeye başlandı.

Jose Mourinho'nun İspanya'da bazı kesimleri tarafından sevilip, bazı kesimler tarafından sevilmemesinin belli başlı nedenleri vardı. Şüphe yok ki Real Madrid, Mourinho'nun kariyerinde geldiği en büyük kulüp. Bu büyüklük, beklentileri de büyüttü. Ondan beklenen Real Madrid geleneklerine uygun olacak göze hoş gelen futbol oynatmak ve bunun yanında başarılı olmaktı. Chelsea'deki 'One nil up shut up shop' (1-0 olsun, bizim olsun) oyun tarzından sonra Real Madrid'in beklediklerini karşılamak kolay iş değildi. Sergio Ramos ve Iker Casillas gibi oyuncularla yıl içinde yaşadığı sorunlar, taraftarın da bu konuda ikiye ayrılmasına sebep olmuştu. Bunun yanına eklenen ve bir türlü gelmeyen Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu ise ayrılığı hazırladı. Artık herkes, maceranın yarı finalde son bulmasını istemiyordu.

Carlo Ancelotti'den bahsederken AC Milan günlerindeki takım yapısını es geçmemek gerek. Ancelotti, burada çalıştığı yıllarda iki kez Şampiyonlar Ligi'ni kazanmayı başardı. Bir kez İstanbul'da final oynadı. Ancelotti'nin Milan'da geçirdiği bu yıllar, taktiksel ve oyun anlamında en verimli ve başarılı olduğu zamanlardı.

Ancelotti, oyunun gidişatını orta alandaki güçlü, taktik seviyesi yüksek ve bek futbolcularına bırakmayı seven bir teknik direktör. Real Madrid'in şimdiki kadrosuna dahi baktığımızda, Ancelotti'nin kafasına uygun oyun sistemini rahatlıkla oynatabildiğini görmek mümkün oldu.

Ancelotti, kafa yapısına ve taktik anlayışına uygun oyuncuların tamamını Milan'da bulmuştu ve bunun sonucunda elbette başarı da gelmişti. Milan'da Pirlo ve daha nice taktik düşüncesinin uyuştuğu oyuncu profilinin Real Madrid'de fazlasıyla bulunması sebebiyle tam bir turnuva adam olan Ancelotti, Şampiyonlar Ligi'ni yine es geçmedi.

Mesut Özil'in gidişi bir transfer başarısı mıydı?

Aylarca Gareth Bale transferi ile vakit geçiren Real Madrid, nihayetinde bu transferi tamamladığında rahatlamıştı.

Transfer 91 milyon avro olarak açıklandı. Aslında herkes Bale'ın Ronaldo'nun maliyetinden daha fazla olduğunu biliyordu. Real Madrid yönetimi, takım içinde dengeleri bozmamak adına böyle bir adım attı. Ronaldo'yu huzurlu tutmak isteyen Başkan Florentino Perez, takımı 'İspanyollaştırmak' adına attığı adımlarla da Mesut Özil'i takımdan kopardı.

2010'da Ronaldo'yu takıma kazandıran Perez, Arjen Robben ve Wesley Sneijder'in satılmasına onay vermişti. Mesut Özil'in takımdan ayrılışı da tıpkı Sneijder gibi oldu. Jose Mourinho döneminin en verimli ismi Mesut, Isco ve Illarramendi transferlerinden sonra bir anda takımdan gönderildi. Sürpriz bir hamle oldu. Mesut Özil'in kendisi de transferin üç gün içinde netleştiğini söyledi. Isco ve Illarra transferlerine 70 milyon avroya yakın masraf yapan Real Madrid, üstüne Bale'ı da ekledi ve dengeleri Mesut'u satarak sağlamaya çalıştı.

Mesut Özil transferini Madrid medyası bir şekilde şirin göstermek zorundaydı. Geçmişte kadrosunda birçok yıldız ve sansasyon düşkünü isim barındıran Real Madrid yönetimi, Mesut Özil'in bir anda kadın düşkünü olduğunu açıkladı.

İspanyol internet sitesi ABC'nin iddialarına göre Perez, yıldız oyuncu hakkında "Özil iyi bir profesyonel değildi. Kadın düşkünüydü. Geceleri metresleriyle dışarı çıkar, sabahlara kadar uykusuz kalırdı." diye konuştu. Kabul edilemez bu açıklamanın tek mantıklı açıklaması takımdan ayrılan Mesut'un neden gittiğine dair bir bahane bulmaktı.

2013-2014 sezonu öncesinde 114.5m€ transfer geliri elde eden Real Madrid, 181.5m€ (275m₺) transfer gideri ile bu zorlu dönemi 67m€ eksi tamamladı. Görünürde 100m€ ücretle gelen bir Bale var ancak hesaplar bu şekilde. Real Madrid, kadrosuna Isco, Illarra, Bale gibi isimlere verdiği paraları Napoli'nin Callejon, Higuain ve Albiol'e verdikleri ve Mesut'u satması ile çıkarmış olabilir. Ancak yine de, Ancelotti'nin kullandığı sistemde Isco'ya biçtiği rol düşünülürse Mesut Özil'den daha fazla verim alınabilirdi.

CR7, Ballon d'Or ve gurur...

Real Madrid ve Portekiz formaları ile harika bir 2013 yılı geçiren Cristiano Ronaldo, Ballon d'Or'u kucakladığında annesi ile beraber sahnede göz yaşlarını tutamadı. O an, 2008'den bu yana bir türlü bitmeyen bir hevesin ve hırsın vücut bulmuş hali gibiydi.

2009 yazında Real Madrid'e büyük bir transfer gerçekleştiren Ronaldo için bu imza, Lionel Messi ile başlayacak olan bir yarışın da habercisi oldu. Real Madrid 100 puan rekoru kırarak dahi şampiyon oldu ancak Messi'nin Ballon d'Or üzerindeki hakimiyeti 2008-2012 arasında artarak devam etti.

FIFA Başkanı Blatter Messi'ye ''Çok hızlı, oynarken sanki dans ediyor'' gibi övgüler yağdırırken, ''Kuaföre daha çok para harcıyor'' dediği Ronaldo için ''Sahaya bir komutan gibi çıkıyor, yavaş konuşuyor. Talimatlar veriyor. Neredeyse bir askeri taklit ediyor'' ifadesini kullanmıştı. Ronaldo, Zürih'te Blatter'in bu sözlerinden sonra 2013 Ballon d'Or'un sahibi oldu.

2013 yılı içinde 56 maçta 66 gol atan Ronaldo, aynı zamanda Ribery ve Messi'nin toplamı olan 65'in de üzerinde çıkmayı başardı.

5 Şubat'ta 29. yaşına giren olan Ronaldo Premier Lig, Şampiyonlar Ligi ve La Liga madalyalarına sahip. 2008 ve 2013'te FIFA Ballon d'Or kazananı. Şimdi sırada, 2014 Dünya Kupası yolunda kahramanı olduğu ülkesini Brezilya'da başarıya koşturmak var. Ronaldo, bu yaz iyi bir turnuva geçirebilirse, 30 yaşından önce harika bir kariyere sahip olmuş olacak. 

Copa del Bale! Deparla gelen şampiyonluk...

Gareth Bale için Copa del Rey finali çok önemliydi. Takımına kazandıracağı kupa, maliyet ve performans eleştirilerini rafa kaldıracaktı. Bale, Ronaldo'nun olmadığı Barcelona maçında fırsatı iyi değerlendirdi. Maçın bitimine 5 dakika kala, soldan efsanevi bir deparla kupayı 2011'den sonra bir kez daha Real Madrid'e getiren isim oldu.

Gareth Bale için İspanya'daki ilk sezonunu iyi tamamlamak için bir fırsat geçmişti. Barcelona ile oynanacak final maçında Ronaldo yoktu ve gözler Galli oyuncuda olacaktı. O, eline geçen bu fırsatı iyi değerlendirdi ve yapılan maliyet-performans eleştirilerinin de biraz olsun önüne geçti. Bale, bu sezon 19 gol ve 16 asist ile takımına katı sağlasa da Barcelona maçlarındaki performansı aşağılarda kaldığı için kendini futbolseverlerin gözünde tam olarak empoze edememişti. Copa del Rey performansı ona hayat verdi. 

La Decima'ya ilk adım: Bayern Münih maçları...

Carlo Ancelotti ile beraber emin adımlarla Şampiyonlar Ligi şampiyonluğuna giden Real Madrid için değişimin maçları, Bayern Münih ile oynanan yarı final karşılaşmaları oldu.

Copa del Rey finalinde Barcelona'yı yenerek Bayern Münih karşılaşamsı öncesi 'prova' yapan Carlo Ancelotti, Barça'ya benzeyen oyun yapısı kullanan Pep'in ekibi karşısında da benzer hamlelerle galibiyete doğru yürüdü.

Barcelona karşısında kanatlarda Isco ve Di Maria'yı kullanarak 4-4-2 ile oturaklı bir oyun stilini tercih eden Carlo Ancelotti, zaman zaman 4-2-3-1 ve hatta 4-3-3 görünümlerine yeltense de genel anlamda tutucu oyun yapısını aynen kopyaladı. Bu tarz karşısında Bayern Münih, boşluk bulmakta kimi zaman zorluk çekti ve topa sahip olmasına rağmen eline geçen fırsatları daha iyi değerlendiren Real Madrid finale çıkmayı başaran taraf oldu. 

Angel ve Sergio...

Real Madrid'e geldiği dönemden bu yana her yaz ayında takımdan gönderilecek oyuncular içinde ilk sıraya yazılan Angel Di Maria, geride kalan sezonda Carlo Ancelotti'nin en çok fayda sağladığı oyunculardan bir tanesi oldu.

Ronaldo ve Bale'ın tutuk kaldığı karşılaşmalarda aldığı sorumluluklar ve sadece atakta değil, orta alandaki verimli oyunu ile de dikkat çeken Angel'in Şampiyonlar Ligi finalinin en iyi futbolcusu seçilmesi elbette tesadüf değildi.

Şampiyonlar ligi finali Di Maria için adeta sezonun özetiydi. Klasik kanat oyuncusu profilinden çok uzaklaşan Di Maria, Ancelotti'nin orta alanın solunda kendisine verdiği görevle bambaşka bir futbolcuya dönüştü. Mourinho döneminden farklı olarak Modric ve Xabi Alonso ile büyük bir uyum yakalan 'Melek' Di Maria, nihayet geldiği günden bu yana en iyi sezonunu geçirdi ve şimdi de Arjantin'in Messi ile beraber 2014 Dünya Kupası için umutlarından bir tanesi...

Angel Di Maria, sergilediği üst düzey performansa rağmen yine medya tarafından transfer listesinde gösterilmeye devam ediyor. Son olarak Tottenham ile anılan Di Maria, verdiği son demeçte "Elimden gelenin fazlasını yapmış olmama rağmen bu haberleri görmek üzücü" diyor. Haklı olabilir...

İki sezon üst üste Alman takımları karşısında yarı finalde elenen Real Madrid'de belki de en çok zarar görenlerden bir tanesi Sergio Ramos olmuştu. 2012'de Bayern Münih karşısında auta vurduğu penaltı atışından sonra toparlanmakta zorlanan Sergio, ertesi sezon da Dortmund karşısında benzer bir senaryo ile karşılaşmıştı.

Bu sezon Fernando Hierro'yu anımsatan ve sadece defansta değil, attığı gollerle de takıma katkı sağlayan Sergio Ramos, Atletico Madrid maçının son düdüğünden sonra iki sezon üst üste yaşadığı tüm acıları bir anda unuttu. Finalde ağları bulan Ramos için alınan bu Şampiyonlar Ligi kupasının anlamı çok daha farklı oldu... 

Stres, son saniye golü ve 'farkla' gelen 10. kupa...

Real Madrid’in Carlo Ancelotti ile beraber  değişen genel Şampiyonlar Ligi performansı, kupaya giden yolda ışık tutmaya yetiyor. Emin adımlarla ve kararlı olarak finale kadar gelen Real Madrid, Atletico Madrid karşısında zor anlar yaşasa da bir şekilde 10. zaferine ulaşmayı başardı.

Mourinho’nun Chelsea ile anlaşıp Real Madrid'den ayrılmasından sonra koltuğa oturan Carlo Ancelotti’nin son 10 yılda 3. kez Şampiyonlar Ligi kupası alması, İtalyan hocanın bu turnuvada ne kadar etkili bir isim olduğunu ve bu başarısını da takımna yansıttığını görebilmek mümkün.

Lizbon'da oynanan finalin ardından Avrupa'nın gelmiş geçmiş en büyük takımı olduğunu bir kez daha hatırlatan Real Madrid'i Sergio Ramos, Iker Casillas ve Marcelo'nun gözyaşları destekliyordu. Bu, stres, umut ve üç sezondur yarım kkalan Şampiyonlar Ligi macerasının artık dışa vurmuş haliydi.

Avrupa ve Şampiyonlar ligi şampiyonluklarında 10'lu sayılara geçmeyi başaran Real Madrid için 'en iyisi' ifadesini kullanmak yanlış değil...

1 Mayıs 2014 Perşembe

La Decima'yı beklerken...


2 Nisan 2014 Çarşamba

Wenger bazen 12'den vurdu, bazen de karavana...


1996 yılında Arsenal'in başına geçen Arsene Wenger, takıma çok önemli yetenekleri kattığı gibi, bazı yanlış transferler de yaptı. Goal ekibi Fransız teknik adamın bu transferlerini değerlendirdi.

KALECİ

Arsene Wenger'in yaptığı en iyi kaleci transferi seçmek çok zor değil.Fransız teknik adam görev süresi boyunca 12 kaleci ile anlaşmaya vardı. Bunların içinden en çok bilinenleri örnekleri ise Wojciech Szczesny,Richard Wright, Guillaume Warmuz ve Rami Shaaban gibi isimler.

Bu oyuncuların arasında Jens Lehmann gerçek bir başarı öyküsüdür. Arsenal ile ligde 38 maçın hepsinde oynayan ve harika bir sezon gerçirdi Lehmann yalnızca 28 gole izin verdi.

En kötü kaleciye baktığımız da ise Manuel Almunia'yı söyleyebiliriz. 6 milyon poundda takıma gelen Almunia, 175 maça çıktı ancak Arsenal taraftarını hiçbir zaman mutlu edemedi.   


DEFANS

Lauren, altı lig maçını kaçırmasının ardından Arsenal ile harika bir sezon geçirmişti. Sakatlıkları Arsenal'deki kariyerini engelse de Lee Dixon'ın emekli olmasının ardından performansını arttırdı.

Wenger'in en iyi transferlerinden bir diğeri ise Sol Campbell. Kolo Toure ile çok iyi bir ilişkisi olan Campbell, Lauren ile Arsenal'in ligi domine ettiği yılların en önemli oyuncusu oldu.

Bir başka isim Emanuel Eboue, takım ile başarılar elde edemedi ancak bazı taraftarlar onu 2008 Aralık'ında oyuna sonradan dahil olduğu Wigan maçında yaptıklarıyla özetliyor. Eboue o maçta Nasri'nin sakatlanmasının ardından oyuna girmiş ve oynadığı kötü oyunla maçın sonlarına doğru tekrar kenara gelmişti.

Wenger'in kötü transferleri arasında Phillippe Senderos ve Sebastien Squillaci'yi de sayabiliriz. 


ORTA SAHA

Patrick Vieira, Wenger'in transferleri arasında en çok eleştirilen isimlerdendi.

1996 yılında Milan'dan 3.5 milyon pounda Premier Lig ekibine transfer olan Vieira, Arsenal ile toplam üç lig, dört FA Cup şampiyonluğu elde etti. Vieira ayrıca İspanyol oyuncu Cesc Fabregas'ın gelişimine de büyük katkı yaptı.

Robert Pires ise Arsenal'in yıldız eksikliğini kapattı ve Ashley Cole ve Thierry Henry arasındaki bağlantıyı sağladı.

Denilson da Arsenal'e geldiğinde 17 yaş altı Brezilya milli takımına kaptanlık ediyordu. İngiltere'de geçirdiği yedi sezonun ardından ülkesine geri döndü.

Amaury Bischoff ise Wenger için tam bir kumar oldu.  


FORVET

Birçok kaleci, en iyi golcü tercihi basittir. Thierry Henry, Arsene Wenger'in muhtemelen yaptığı en iyi transfer olabilir.

377 maçta 228 gol atan Henry, kulübün en golvü ismi. Fransız oyuncu ayrıca oynadığı ilk şampiyonada 26 gol 11 asistlik performans sergiledi.

En kötü golcüyü seçmek ise bu kadar basit değil. Marouane Chamakh, Kaba Diawara, Nicklas Bendtner ve Jeremie Aliadiere gibi oyuncular belki söylrnebilir ancak en kötüsü dersek Francis Jeffers'ı seçmek zorundayız. 


Kolo Toure, Sol Campbell'ın yerini alma konusunda biraz şanssızdı. Takımda en iyi seviyeye çıkamadığı yedi senenin ardından 14 milyon pounda Manchester City'e satıldı.

Nicolas Anelka, Wenger'in karlı transferlerinden oldu ve oynadığı 1998-99 sezonunda 19 gole imza attı.

Wenger'in ilk transferlerinden olan başka isim ise Marc Overmans 1997 yılında 6 milyon pounda transfer oldu. Overmans kulüp tarihinin en iyi 12 oyuncusu arasında.

Andre Santos ise formunda hep tutarsızlık yaşadı ve birçok taraftarı ona sırtını döndü. 

17 Şubat 2014 Pazartesi

'Sen ağlama, dayanamam...' Yeşil sahanın ağlayanları!


Futbol, tarih boyunca birçok göz yaşına sahne oldu. Kaybedilsin veya kazanılsın... Birçok antrenör ya da futbolcu, duygularını dışa vurarak yeşil sahalarda ağladı. Kim Roberto Baggio'nun 1994 Dünya Kupası'ndaki göz yaşlarını unutabilir?

2010 yılında oynanan Stoke City - Arsenal maçı, dramatik bir olaya sahne olmuştu. Stoke forması giyen Shawcross, bir pozisyonun ardından vatandaşı Ramsey'i sakatlamış ve ayağını kırmıştı. Shawcross, ardından sahayı ağlayarak terk etmişti. 
 
1999 Şampiyonlar Ligi finali, kolay kolay akıllardan çıkabilecek bir karşılaşma değil...

Bayern Münih, tam 'şampiyon oluyorum' derken akıl almaz bir şekilde geri dönen Manchester United, kupanın sahibi olmuştu.

Bu olaydan en çok etkilenenlerden biri de hiç şüphesiz Jancker olmuştu. Jancker, saha içinde son düdükten sonra çöküp kalmış ve teselli edilmesi uzun süre almıştı.  

Yaşayan efsane David Beckham, futbolu Paris Saint-Germain forması ile bıraktığı son maçın ardından göz yaşlarına hakim olamamıştı. 
 
Cristiano Ronaldo'nun hayatındaki en büyük travmalardan bir tanesi hiç şüphe yok ki Euro 2004 finalidir.

Ronaldo, ülkesinde düzenlenen şampiyonada finalde Yunanistan'a kaybettikten sonra saha içinde göz yaşlarını tutamamıştı. Üstelik daha çok gençti... 

1990 Dünya Kupası yarı finalinde Batı Almanya ile İngiltere kaşrılaşmış, normal süresi eşitlik ile sona eren maçta Almanlar penaltılarla 4-3 galip gelmişti.

Bu sonucun ardından efsane isim Gascoigne ise sahada göz yaşlarını tutamamıştı. Maçın ardından konuşan Gascoigne, "Bir çocukken Dünya Kupası'nda final oynamayı hayal etmiştim..." demişti. 
 
1990 Dünya Kupası, tıpkı Gascoigne gibi Maradona için de göz yaşları ile son bulmuştu. Maradona, Arjantin forması ile finalde kaybedince adeta çökmüştü. 
 
Meşhur 2005-2006 sezonu...

Galatasaray, sahasında Kayserispor ile oynarken Fenerbahçe de Denizli'de efsanevi bir karşılaşma içindeydi. Galatasaray maçı 3-0 kazanmış ve Denizli maçının bitmesini beklemeye koyulmuştu.

Fenerbahçe, Denizli'de puan kaybedince şampiyon Galatasaray olmuş, Hasan Şaş da stresli geçen dakikaların ardından duygu patlaması yaşamıştı.  

Fenerbahçe'nin 2008'de 5-2 kazandığı Bursaspor maçı, Deivid de Souza için oldukça önemli bir anıya ev sahipliği yapıyor.

Sezon öncesi yapılan hazırlık kampında ayağı kırılan, ardından annesini kaybedince dünyası bir kez daha yıkılan Deivid, son gol vuruşunu ağlara gönderince kendisini tutamadı. Carlos'a doğru koşan Deivid gözyaşına boğuldu. Tribünde kendisini izleyen eşi de gözyaşlarına engel olamadı. Deivid yaşadığı duygu yüklü anları anlatırken, "Bunlar patlama oldu. Saha içinde aklıma sürekli annem geliyordu. Yanımda olacak mı diyordum. Golü attıktan sonra kendimi tutamadım" demişti. 
 
Bu sezon başında yaşanan olay, sahalarda ender görülebilecek cinstendi. Ağustos'ta oynanan maçta Volkan Şen, sahayı göz yaşları içinde terk etmişti.

Karşılaşma devam ederken bir anda Trabzonspor tribünleri ile ağız dalaşına giren Volkan, hemen akabinde tribünden kendisine atılan 'paralar' ve kötü sözler sebebiyle göz yaşlarına hakim olamayarak oyundan çıkmak zorunda kalmıştı.  

Galatasaray'ın Fildişili sağ beki Eboue, Arsenal formasını giydiği yıllarda Wigan ile oynadıkları bir maçta gözyaşları içerisinde Arsene Wenger'e kendisini değiştirmesini işaret etmişti. Wenger, sakat ve cezalı oyuncuları çok olduğu bir anda kendisini orta sahada oynatmış, Eboue de kaptırdığı toplar nedeniyle tribünlerin gazabına uğramıştı... 
 
Milan, Napoli'ye 3-1 kaybetmişti. Maçta takımın yıldızı Mario Balotelli, teknik direktör Clarence Seedorf tarafından 73. dakikada oyundan alınmıştı. Balotelli yedek kulübesinde göz yaşlarını tutamamış, uzun bir müddet göz yaşı dökmüştü. Bunda ırkçı tezahüratların da payı vardı. Balotelli'nin bu gözyaşları, 2006 yılında Real Zaragoza maçında ağlayan Eto'o'yu hatırlatmıştı. 
 
Roberto Baggio...

1994 Dünya Kupası finali...

Seri penaltı atışlarında topu üstten dışarı vuran Baggio'nun göz yaşları, elbette unutulmazlar arasında. 

3 Şubat 2014 Pazartesi

"Ya hep beraber batarız, ya da hep beraber kurtuluruz..."


Arda Turan hakkında bu transfer döneminde daha yeni Manchester City'nin 41 milyon avroluk serbest kalma maddesini ödemeye hazır olduğu haberleri çıktı. Galatasaray'dan Atletico Madrid'e gittiği günden bu yana sahadaki futbolu ile Türkiye'nin gurur kaynağı olan Arda Turan, çıkan bu haberlerle de Avrupa'da oynayan Türk futbolcular arasında en kariyerlisi olma yolunda ilerlediğini bir kez daha göstermiş oldu.

Arda Turan, bu hafta içinde yaşadığı sakatlık sebebiyle Bilbao maçında forma giyememesine ve tedavisi olağanca hızla devam etmesine rağmen Goal Türkiye'nin sorularına yanıt verecek zamanı buldu. Manisaspor'da forma giydiği yıllar öncesi gibi efendi duruşunu hiç bozmayan Arda Turan, bizimle yaptığı bu sohbetini doğum günü olan 30 Ocak'ta gerçekleştirdi.

"BAŞARILI MIYIM? BUNA KARAR VERECEK OLAN..."

Arda Turan, Atletico Madrid ile Copa del Rey'i ve Avrupa Ligi'ni kazandı. Türk bayrağı ile Avrupa Ligi'ni kaldırması, herkesi gururlandırdı. Bu sezon ise takımı ile şampiyonluk yarışı içinde bulunan Arda, gerçekten başarılı olup olmadığı hakkında, "Şu an ne kadar başarılı olabildiğim insanların bakış açıları ile alakalı. Kimisi hiç bir şey yapmadığımı düşünür, kimisi de çok başarılı olduğumu söyleyebilir." diyerek insanların kendisi hakkında düşündüklerine çok önem verdiğini gösteriyor.

"FENERBAHÇE'Yİ DE, BEŞİKTAŞ'I DA, TRABZONSPOR'U DA TUTANLAR..."

Galatasaray'dan yetişmesine ve kariyerinin Galatasaray üzerinden şekillenmesine rağmen bu kadar sevilmesinden hiç rahatsız değil. İyi bir Galatasaraylı olan Arda, tüm Türkiye'de seviliyor olmasını, "Ben kimseye ahlaki değerlerin dışında bir davranış sergilediğimi düşünmüyorum. Hem Milli Takım formasını, hem Galatasaray ve Manisaspor formalarını ahlaklı bir şekilde terlettiğimi düşünüyorum. Herhalde olan sevginin kaynağı budur." sözleri ile açıklıyor.

"ŞİMDİ YENİ HEDEFLERİN PEŞİNDEN KOŞUYORUM"

Dün 27 yaşına giren Arda Turan, bundan tam 10 yıl önce Galatasaray A Takımı'nda kendisine şans bulmuştu. O günleri konuştuğumuz Arda, aslında 10 yıl önce de kendisini hep buralarda gördüğünü itiraf ederek, "Küçükken de aklımda hep ülkemi Avrupa'da temsil etme hayallerim vardı. Küçüklükten beri verdiğim demeçlerde hep Galatasaray ve Türkiye'yi Avrupa'da temsil etmek istediğimi söylerdim." diyor ve ekliyor:

"Artık yeni hedeflerim var. Şimdi sıra, onların peşinde koşmakta..."

Arda, Galatasaray'dan ayrıldığı yıl ile şimdiki günlerin arasında aslında pek fark olmadığını da, "Sadece, İspanya'da fikirlerimi daha iyi uygulayabilecek bir ortamı buldum. Türkiye şartlarında her söylediğinizi her istediğinizi uygulamaya geçirmeniz zor. İspanya'da her şey daha kolay ve daha rahat. Tabii fiziksel olarak, taktiksel gelişim olarak ufak tefek gelişmeler oldu; ancak onun da yıllar geçtikçe zaten olabileceğine inanıyorum." sözleriyle açıklıyor.

"FUTBOLCU OLAMAYACAĞIMI DÜŞÜNDÜĞÜM ANLAR OLDU"

Arda Turan, Galatasaray A Takımı'na ilk yükseldiğinde hemen kendini gösterme fırsatını bulamamıştı. Başarılı oyuncu, kendisinin Manisaspor'a gitmesinin, nasıl hayatının kırılma anlarından biri haline geldiğini şöyle anlattı:

"Manisaspor'a gittiğimde 'Eğer burada olmazsa futbolcu olamam' dediğim zamanlar olmuştu. Ama şükür ki böyle bir şey olmadı. Her zaman Allah inancı olan birisi olarak her zaman çalışıp devam ettim ve Allah da bana çok güzel şeyler nasip etti."

"FUTBOL BİR ŞÖLEN HAVASINDA OYNANMALI"

Gelelim İspanya'da insanların futbolu nasıl gördüğü konusunda. Ünlü yıldız, bu konu üzerinde uzun uzun düşünmüş belli ki. Nitekim konuyu açtığımız anda zaten her şeyi bir kerede anlatıverdi:

"İspanya'daki rahat yaşam, az kamp olması, futbolcuların maçtan önceki ve maçtan sonraki tavırları, futbola bir şölen olarak bakılması söyleyebileceğim şeylerden. İnsanların ailesi ile beraber maça gelip, tiyatro seyreder gibi keyif alarak sonuç ne olursa olsun eve dönmeleri çok hoş bir durum. En güzel stadyumlara da sahipler. Spora bakış açısı çok farklı. Ülkemde de olmasını istediğim şey bu." diyor ve Türkiye'yi de es geçmeyerek, "Türkiye'de olan bazı şeyler için de keşke İspanya'da da olsa' dediklerim oldu. Bu konuda Türkiye'yi de küçümsememiz gerektiğini düşünüyorum."

"80 MİLYONLUK ÜLKEYİZ. AMA..."

Söz elbette dönüp dolaşıp Türk sporuna geldiğinde Arda Turan'ın da aslında herkesle aynı düşüncelere sahip olduğunu görüyoruz. Arda, yaklaşık 80 milyonluk nüfuse sahip olan ülkesinin daha başarılı olması gerektiğine inanıyor ve, "Sistemli bir çalışma sonrasında yıllar içinde iyi bir eğitimle bir ekol oluşturulması gerektiğini düşünüyorum. Sürekli değişen bir jenerasyon, sürekli değişen bir eğitim sistemi ile bu olacak bir iş değil." ifadelerini kullanıyor.

Arda'ya göre "Türkiye'nin gerçekten çok çok büyük bir potansiyeli var" ama, bu potansiyelin harekete geçirilebildiğini söylemek zor. Atleticolu yıldız, 80 milyonluk Türkiye birçok spor dalında geride ve futbolda turnuvalara katılamıyor. Yine de bu konuyu daha uzun bir şekilde tartışmanın daha doğru olacağını düşünüyorum." diyor.

"BUGÜN HOCA BEN OLSAM..."

Türkiye'nin futboldaki son yıllardaki başarısızlığından konuşurken 'Peki bugün hoca sen olsan, ilk ne yaparsın?' diye sorduğumuz Arda Turan, "Şu anda Türk milli takımı olabilecek en iyi insanın elinde. Bu sebeple Fatih Terim'in planlarıyla aynı olacağını düşünüyorum." diyerek Fatih Terim'e ve ekibine olan güvenini bir kez daha gösterdi.

"BURAK YILMAZ, SELÇUK İNAN, OLCAN ADIN, GÖKHAN GÖNÜL..."

Son zamanlarda Arda Turan dışında Avrupa'da kariyer yapan bir oyuncunun bulunmaması elbette herkesin takıldığı bir konu. Bu meselede Arda'nın da fikirleri var ancak o, şu anki oyuncu tercihlerinin bunu gerektirdiğine inanıyor. Arda, "Burak Yılmaz, Selçuk İnan... Bu isimler çok önemli futbolcular. Fenerbahçe'den performansları ile Gökhan Gönül, Trabzonspor'dan Olcan Adın... Çok yetenekli arkadaşlarımız var. Hepsi de Avrupa'nın üst düzey takımlarında oynayabilirler. Ancak bu arkadaşlarımın tercihi de şu an Türkiye'de kalmaktan yana olabilir." diyerek ligin kaliteli yerli oyuncularına selam gönderiyor.

"YA HEP BERABER BATARIZ, YA DA..."

Arda Turan'a biraz da esprili olması amacıyla 'Tekneniz batmak üzere. Diego Simeone, Diego Costa ve sen kurtulmaya çalışıyorsunuz. Sadece bir kişiyi kurtaracak kadar gücün var. Tercihin kim olur?' diye sorduğumuzda, "Bizim hayatta böyle bir tercihimiz olmaz... Ya hep beraber batarız, ya da hep beraber kurtuluruz." diye gülerek cevap veriyor. Arda, 'Peki en yakın arkadaşın suç işlerse, onu ihbar eder misin?' diye sorduğumuzda ise, "Bizim arkadaşlarımız suç işlemezler. Allah korusun bir sebepten ötürü bu olursa, kendileri kendilerini ihbar ederler ve hiçbir şeyden kaçmazlar..." diyor.

"ESKİŞEHİRSPOR BÜTÜN KUPALARI..."

Eskişehir'de doğup büyümüş Oğuz Öztürk olarak Eskişehirspor'u da Arda Turan'a sormadan edemiyoruz.. Arda Turan, Eskişehirspor'un ligin iyi futbol oynayan takımlarından biri olduğunu söylerken, "Ertuğrul Sağlam da saygı duyduğum bir isim. Eskişehirspor maçlarını izlerken büyük keyif alıyorum. Doğru ve sabırlı bir sistemle Eskişehirspor'un Türkiye'deki bütün kupaları kazanacak potansiyele sahip olduğunu düşünüyorum." diyor ve Es Es'in Bursaspor ile Trabzonspor'dan sonra Anadolu'dan şampiyon olabilecek güce sahip olduğunu hatırlatıyor.

"ARABALARA MERAKIM YOK... HAHAHAHA!"

Arda Turan'a kendisi hakkında sık sık çıkan 'Araba merakı' ve 'Araba koleksiyonu' haberlerini hatırlattığımızda, ilk anda "Ben değil kardeşim çok meraklı" diyip bizi şaşırtsa da, gerçekleri kahkahalarla gülerek itiraf etmesi pek zaman almadı:"Ferrari 458 kullanıyorum. Bir de Range Rover'ım var! ".

"MESSI İLE BİRBİRİMİZE BAŞARILAR DİLEDİK"

Arda Turan'a son olarak Lionel Messi ile formasını değiştirip sarıldığı o büyülü anları soruyoruz. "Messi daha önce de dediğim gibi dünya tarihinin en iyi ve en özel oyuncularından bir tanesi. Onun formasını almış olmak benim için bir onurdur. Birbirimize karşılıklı olarak başarılar diledik." diyen Arda, forma koleksiyonuna Messi'yi de eklediği için mutlu olduğunu ifade ediyor.


Fotoğraf: Getty Images
Bu röportaj aynı zamanda 30 Ocak 2014 tarihinde Goal.com Türkiye adına yapılmıştır.

2 Şubat 2014 Pazar

10 yıl... Sergio Ramos!

Jesus Navas ve Antonio Puerta ile beraber Sevilla arka bahçesiden çıkan Sergio Ramos, 1 Şubat 2004'ten bu yana tam 10 yıldır aralıksız La Liga, 9 yıldır da Real Madrid forması giyiyor...  










28 Ocak 2014 Salı

Elektirik yoksa otomobil farları var!

  Futbolu bıraktıktan sonra sonra Zamalek'in başına geçen Mido, idman tamamlanmadan tesislerin elektiriklerinde problem olmasına pek aldırmadı. Mido, otomobil farları sayesinde idmanı tamamlattırdı...

27 Ocak 2014 Pazartesi

İyi aile çocukları!


25 Ocak saat 16:30'da oynanan Dortmund - Augsburg ve Frieburg - Leverkusen maçlarında forma giyen Sven ve Lars Bender karşdeşler, aynı dakika içinde takımlarını öne geçirmeyi başardılar...


20 Ocak 2014 Pazartesi

"Yıldızlar bir bir Real Madrid'e geliyordu ancak her yerde lider Raul'du..."

Raul, 1999 yılında Manchester United karşısında harikalar yaratırken Sir Alex Ferguson, "Bana imkan verilseydi onu asla İngiltere sınırları içine sokmazdım" demişti. 

Bu sözler, Raul için söylenmiş onlarcasından sadece bir tanesi. Aktif futbol yaşantısına devam eden futbolcular içinde  en kariyerli olanlardan biri olan 'El Diablo' Raul, şimdilerde Real Madrid çatısı altında değil belki ama bu kulübün halen en çok etki bırakan ve en efsane oyuncularından bir tanesi.

1977, günün birinde İspanya'nın en çok tanınan yüzünün ve Real Madrid'in yaşayan efsanesi olacak Raul'un bir burjuva ailesinde doğacağı yıldı. Babası Don Pedro, çok sıkı bir Atletico Madrid hayranıydı. Don Pedro'nun aklından oğlu minik Raul'un St. Cristobal'de toprak sahaların tozunu yutarken Atletico Madrid'de oynaması gerektiği geçiyordu. 

Raul daha küçük bir çocukken onun ilk hocası olan Renato De Lacour, "Raul'un yeteneği herkesin önündeydi. Akıllıydı..." diyerek aslında gelecek yıllar için bazı şeyleri belli etmişti. 

Baba Don Pedro, hayalini gerçekleştirmiş ve gerçekten de Raul'un Atletico Madrid çatısı altına girmesini sağlamıştı. Burada işler beklendiği gibi gitmedi. Atletico teknik ekibi Raul'u çelimsiz bulmuş, olmayacağını belli etmişlerdi. Bu, ufak Raul için bir son değildi. Atletico'dan daha başlamadan ayrılan Raul, bir yıl sonrasında yıllarca  ter dökeceği Real Madrid'in seçmelerine katılmış ve başarılı da olmuştu.

"Atletico'dan Real'e geçişim benim için küçük olmama rağmen çok büyük bir değişimdi. Evet, Atletico Madrid de çok büyük bir takımdı ancak en iyi futbolu Real Madrid oynuyor, en güzel golleri Real Madrid'in futbolcuları atıyordu" diyen Raul, hayat çizgisini değiştirecek olan aşkının başlangıcını böyle anlatıyordu. 

Real Madrid ile ikinci sezonunda şampiyonluk yaşayan genç Raul için İspanya Kralı Juan Carlos, "Raul, Madrid'in meleği... Raul Madrid, Madrid de Raul'dur" diyerek aslında bir efsanenin doğuşunu müjdeliyordu. Madridistalar için Raul bir melekti ancak rakipleri ona 'Tilki' lakabını takmıştı. Uyanık ve akıllıca goller atması sebebiyle genç yaşında korkulan bir oyuncu oluvermişti. Aşırtma golleri, en sevdikleriydi. 

Raul, Real Madrid ile profosyonel bir futbolcu olduğunda takımın başında şimdilerde Genel Direktör olarak görev yapan Jorge Valdano vardı. Valdano, Raul için, "Gelir gelmez iyi bir etki bırakmıştı. Harika bir dinamizmi vardı. Çok hızlı değildi ama tekniği inanılmazdı. Esas sırrı, çok zeki olmasıydı" demiş ve ona güvenmişti. Genç Raul, ilk kez çıktığı Real Zaragoza maçında kulüp tarihi boyunca ligde oynayan en genç oyuncu olurken hocası Valdano'nun yüzünü kara çıkarmamıştı. 

"Valdano benim için çok önemli" diyen Raul, 17 yaşında dünyanın en iyi takımında oynamaya başladığı o günleri 'rüya' olarak nitelendiriyor. Üstelik Raul, Real Madrid forması altında ilk golünü de ezeli rakibe karşı derbide atmıştı. El Derbi Madrileno'da Atletico Madrid ağlarını sarsan Raul, "Cennette gibiydim. Ailem, arkadaşlarım... Herkes mutluydu!" demişti.



Hangi kanattan yapıldığı önemli olmayan bir orta gelir, kimse atağın golle sonuçlanacağını düşünmediği bir anda Raul sahneye çıkar ve ceza sahası içinde bir anda golünü atardı. Bu, Real Madrid taraftarı için artık alışılmış bir sahneden ibaretti. Filmin devamında ise Raul, yüzüğünü öperken görülürdü.

1995-1996 sezonu, Raul'un Real Madrid'deki ikinci yılıydı ve bu sezonu özel kılan, Real Madrid'in yıllar sonra 'Renkli' yıllarda Şampiyonlar Ligi finaline çıkmasıydı. "Nihayet... Finalde rakibimiz Juventus'tu ve Zinedine Zidane, Del Piero gibi oyuncuları vardı. Maç öncesi Madridistalar için çok önemli bir an olduğunu biliyorduk" diyen Raul, finalde gol atamadı ancak taraftarların isteklerine arkadaşları ile beraber cevap verdi ve şampiyonluk kazanmayı başardı. 

Real Madrid, iki yıl sonra tekrar Şampiyonlar Ligi finalisti oldu ve bu kez rakip Valencia'ydı. Raul, bu kez şanslıydı ve bir golle, alınan bu şampiyonluğa katkıda bulunmuştu. 1999 yılında, Cristiano Ronaldo'nun Camp Nou'da yıllar sonra yapacağı 'Calma' haraketinden önce, Raul'un 'sus' sevinci hafızalara kazındı. 2000 yılı, Raul'un zihinlerde oturan yüzüğünü öpen gol sevinçlerinin kaynağının yılıydı ve o sene Raul, 'deli gibi aşığım' dediği Mamen Sanz ile evlendi. Her golü eşine ve ailesine adayan Raul, Real Madrid'e ve geleneklerine o kadar bağlıydı ki, ilk oğlunun adını Jorge Valdano'ya ithafen Jorge, ikinci oğlunun adını da Hugo Sanchez'e ithafen Hugo koydu.

Rus milyarder Roman Abramovich, Chelsea'yi satın aldığında bilinenin aksine ilk olarak Raul'u kadroya katmak istemişti. Başlarda bu çılgınlık olarak algılandı. Abramovich, Raul için 70 milyon avro önermiş, Başkan Florentino Perez'den aldığı cevap ise manidar olmuştu, "Raul satılık değil. Belki 180 milyon avro getiren olursa onu satabilirim. Ancak bunu dünya üzerinde yapabilecek tek rakım da Real Madrid..."

Bir futbolcu için kulüp efsanesi olmak, sadece gol etmek demek değildir. Oynadığınız kulüp için gol atmak ve asist yapmak dışında başka şeyler de yapmalı, gerekirse fedakarlıklardan kaçınmamalısınız. Raul, Real Madrid için tam da böyleydi. Eski takım arkadaşı Steve McManaman'ın "Her çeşit rekoru kırabilir" ve Ivan Campo'nun "Takımı için her şeyi yapar, her çeşit golü de atabilir" demesi, Raul'un özeti.

2002 Şampiyonlar Ligi finalinde Zinedine Zidane ile beraber takımın en büyük yıldızı olduğunu yine tekrarladı ve maçtan sonra elinde İspanyol bayrağı ile yaptığı matador dansı akıllardan çıkmadı. Tarihin unutulmaz fotoğraflarından biri bu anda çekildi. "Zidane'ın Bayer Leverkusen'e attığı gol harikaydı" diyen Raul, Real Madrid taraftarı olsun ya da olmasın, bu golün her kesimden futbolsever için utunulmaz olduğunun altını çizmişti.


Florentino Perez'in başlattığı 'Los Gacalticos' projesi kapsamında takıma Luis Figo, Zinedine Zidane, Ronaldo ve David Beckham gibi isimler katıldı. Her gelen yıldız müthiş bir parlama ile basının gözdesi oluveriyordu ancak Raul için bazı şeyler değişmiyordu. Jorge Valdano, "Yıldızlar bir bir Real Madrid'e imza atıyorlardı ancak soyunma odasında, sahada ve her yerde Real Madrid'in lideri Raul'du" diyerek durumu özetliyordu.

"Yıldızlar bir bir Real Madrid'e imza atıyorlardı ancak soyunma odasında, sahada ve her yerde Real Madrid'in lideri Raul'du..."

Yıllar yılı birçok yıldız bohçasını toplayıp Real Madrid'den ayrılmak zorunda kalırken Raul, aslında takıma milyon avrolarla imza atan bu futbolcular gibi fiyakalı olamadı ama hep takımda kalmayı başaran isim oldu. En zor dönemlerde takıma liderlik eden Raul'den başkası değildi. 2006'da yağmurlu bir Mallorca akşamında takımın aldığı 3-0'lık yenilgi, ilk Los Galacticos projesinin resmi olarak sona erişinin göstergesiydi. Yenilgiden sonra Beckham ve Roberto Carlos hariç Los Galacticos döneminin ilk yıldızlarının biletleri kesildi. Raul, 2006-2007 sezonunda takımın daha mütevazi bir Başkan ve kadro ile aldığı şampiyonlukta büyük bir rol sahibi oldu. Madrid meydanı, şampiyonlukla inledi.

İspanya Milli Takımı ile bir kupa kaldıramamak, Raul için kariyerinin en büyük eksikliklerinden biriydi. 2002'de verdiği bir röportajda "Euro 2000'de Fransa karşısında kaçırdığım penaltı, hayatımın en kötü anlarından bir tanesiydi" demiş ve içinde kalan ukteyi dışa vurmuştu. Euro 2008 yaklaştığında, Raul ve Luis Aragones arasında kriz patlak verdi. Tüm İspanya'nın konusu, Raul'un milli takıma alınıp alınmayacağıydı. Aragones, Barcelona'nın artık başarıdan başarıya koşacak olan kemiği ile kadrosunu oluşturmuş, hücum hattında da Raul yerine Fernando Torres ve David Villa ikilisine görev vermek istemişti. Real Madrid ile Euro 2008 öncesinde iki şampiyonluk yaşayan Raul, milli takımda yedek kalmayı reddedince bu şampiyonaya katılamadı ve maalesef İspanya'nın yıllar sonra bir turnuvada kazandığı şampiyonayı evinde izlemek zorunda kaldı. "Milli takımda iyi hatıralarımın olduğu söylenemez" diyen Raul, içindeki ukteyi söndüremedi.


Real Madrid, 2008-2009 sezonunda şampiyonluğu müthiş bir jenerasyonla gelen Barcelona'ya bıraktı. Pep Guardiola ve ekibi, dört yıl boyunca süregelecek olan serüvenin henüz başındaydılar. Herkes, Raul'un artık futbolu bırakabileceğinden bahsediyordu ancak henüz 32 yaşındaydı. Bu yaşta futbolu bırakması imkansızdı. 17 yaşından beri Real Madrid çatısı altında bulunuyor oluşu, onun sanki 40'lı yaşlara yaklaştığının algılanmasına sebep oluyordu. Barcelona, 2009-2010'da da şampiyon oldu. Manuel Pellegrini ile 96 puan toplayan Real Madrid, Barcelona'yı durduramıyordu. 13 maçta 11'de başlayan Raul, Santiago Bernabeu'daki son golünü de 2009 yılının Ekim ayında Valladolid ağlarına yolladı.Takımın yeni yıldızı Cristiano Ronaldo, Manchester United'dan alışkın olduğu 7 numaralı formayı almak için ellerini ovuşturup bekliyordu. 9 numara ile sahada olan Ronaldo, ilk resmi maçına Raul'un yerine oyuna girerek başladı. Belki de Raul için Real Madrid ve 7 numaranın sonu, tam da o an yaşandı. İkinci Los Galacticos döneminin başında ayrılık vakti, 2010-2011'de takımın başına gelen Jose Mourinho döneminde oldu. 

Raul, 2009 yılında "Bence Real Madrid-Raul ilişkisi kolay kolay kırılabilecek bir şey değil. Kariyerimi burada noktalamak istiyorum" demiş, ancak işler beklendiği gibi gitmemişti. Mourinho'nun planları arasında yer almayan Raul'e kucak açan Schalke 04 olmuştu. Raul, "Real Madrid'de16 yıl geçirdim. Ancak ailem ve ben yeni bir heyecan istedik. Ve bu hamleyi bu yıl yapmasaydık, bir daha yapamayabilirdik" diyerek transferini değerlendirmiş, çok geçmeden Schalke taraftarının da sevgilisi olmuştu. Almanya'dan ayrılan ve Arap dünyasına transfer olan Raul'e duyulan saygı, en az İspanya'daki kadardı.


Real Madrid taraftarı, Raul'un günün birinde tekrar Madrid çatısı altına döneceği günü iple çekiyor. En büyük dayanak olarak ise Raul'un "Ben Real Madrid'de kariyerimin en güzel yıllarını geçirdim ve harika bir neslin parçası oldum. Yeni bir deneyim yaşamak için Schalke 04'e gitmiştim. Asla kötü anılarla ayrılmadım" sözlerini gösteriyorlar. Raul'un Real Madrid'e teknik direktör olarak dönüşü, tıpkı 17 yaşında ilk profesyonel maçına çıktığı gün gibi heyecan dolu olacak. Tüm Madridistalar, Real Madrid ile üç kez Şampiyonlar Ligi kazanan, kulüp tarihinin en golcü oyuncusu olan, 741 maça çıkıp 323 gol atan ve 71 golle halen Şampiyonlar Ligi gol rekorunu elinden bulunduran 'El Diablo'larının döneceği bu özel günü bekliyorlar...

Bu yazı, FourFourTwo Temmuz 2013 sayısı için yazılmıştır.
Fotoğraflar: Getty Images

Rekor sahibi 'Lord' Bendtner...


En hızlı 'sonradan' oyuna girilip atılan gol rekoru, 1.8 saniye ile 'Lord' Bendtner'e aittir.

(v Tottenham, 2007) 

Terence and Philip duymasın Defoe!



"Amerika Birleşik Devletleri'ne geldiğim için çok mutluyum..." 

- Jermain Defoe, Kanada takımı Toronto FC'ye transferinden sonra...


19 Ocak 2014 Pazar

Balkan Futbolu #27 | Bulgaristan'ın Paris zaferi, Fransa'nın 'Kara' 1993 Kasım'ı ve Dünya Kupası'ndan kovuluşu...


Fransa için 1993 Kasım'ı, Fransa futbolu için en kara günlerden biri olarak adlandırılır. 17 Kasım 1993 tarihinde Fransa, Paris'te 1994 Dünya Kupası'ndan olmuş ve ülke, birkaç yıl daha sürecek olan futbol kavgasına tutulmuştu.

1993 yılının son günlerde Fransa futbolu ve milli takım, Cantona'nın, Ginola'nın ve Papin'in içinde bulunduğu kavgaya tutuşmuş, dışarıdan bakıldığında pek anlaşılmayan ancak herkesin bildiği bir 'PSG'liler, Marsilya'lılar' çekişmesi baş göstermişti. Efsane defans oyuncusu Desailly, Cantona ile anlaşamıyordu ve bu takım içinde yaşanan tek sıkıntı değildi.

ABD'de düzenlenecek olan 1994 Dünya Kupası'na geri sayım yapan Fransa, lider gittiği grubun son iki maçında İsrail ve Bulgaristan'ı beklemeye başlamıştı. Fransa'nın Dünya Kupası'na gidebilmek için 13 Ekim günü İsrail karşısında alacağı tek beraberlik yetecekti. Fransa'nın Paris'te kazanacağından kimsenin şüphesi yoktu. Fransa teknik direktörü Houllier, 'Dünya Kupası'na nasıl hazırlanacaklarına' dair demeçler verip kesin konuşuyordu. Medya hazırdı. Paris'in eğlence mekanlarında patlatılmayı bekleyen şampanyalar hazırdı. Ancak İsrail, Fransa'yı 3-2 yendi...

Fransa içindeki huzursuzluk, takımın galibiyeti alamayınca başlayan ıslıklar ile kendini göstermişti. Kulüpleşme o kadar yoğundu ki, Paris seyircisi top ne zaman Eric Cantona'ya gelse bu ismi ıslıklamıştı. Tek ıslıklanan Cantona değildi. Papin de nasibini almıştı. Fransa, o gün bir takım değil bireysel isimlerin ortaya çıktığı bir ulusal takım görüntüsü vermişti.

Fransa, Kasım ayında Bulgaristan karşısında alacağı bir beraberlikle yine Dünya Kupası'nı garantileyebilecekti. Tıpkı İsrail maçında olduğu gibi...


17 Kasım 1993 günü yine Paris'te, yine aynı futbolcularla, yine aynı senaryo yaşandı. Bu kez İsrail'in yerinde Bulgaristan vardı. Devre 1-1 sona erdiğinde Fransızlar korkmuştu. İkinci yarıda sahada yok gibiydiler. Gol yeme korkusu sebebiyle maçın son anlarında Ginola, kazanılan serbest vuruşta kısa oynayıp vakit geçirebileceği halde en uzak bölgeye topu şişirmeyi tercih etmiş, ve bu Fransa'nın sonunu hazırlamıştı. Bir anda hızlı atağa çıkan Bulgaristan, Emil Kostadinov ile ceza alanına girmiş, Laurent Blanc'ın saçını başını yırtmasına rağmen 2-1 öne geçmişlerdi. Bu gol, Fransa'yı Dünya Kupası'ndan etmiş ve İsveç ile beraber Bulgaristan ABD'nin yolunu tutmuştu.

Marcel Desailly, Bulgaristan maçından sonra yaşananları, "Tam anlamıyla yıkılmamıştım. Bu Bulgar yenilgisini açıklayabilecek cümleler bulamamıştım. Çok üzüldüm ama, yıkılmamıştım..." sözleri ile anlatmıştı.

Kaosta olan Fransa milli takımında o maçtan sonra sadece birkaç isim inançlarını kaybetmemişti. Aynı nesilden olan Lizarazu, Petit, Deschamps ve Desailly, Bulgaristan maçında öylesine yıkılmışlardı ki, 1998 Dünya Kupası'nın kazanılmasındaki baş aktörlerden bir tanesi olacaklardı. Karambeu, Barthez, Dugarry ve Djorkaeff gibi yeni isimler Fransa'nın çehresini değiştirmeye başlamış ve bu futbolcuların yanında Desailly, Deschamps, Zidane, Blanc gibi yıldızlar da takımın yeni iskeletini oluşturmuşlardı.


Fotoğraflar: Getty Images

16 Ocak 2014 Perşembe

Afrika’da Yüzyılın Futbolcusu, Politikacı, Hümanist, Devlet başkanı adayı...


Liberyalı… Avrupa’da yılın futbolcusu ödülünü alan ilk Avrupalı olmayan oyuncu… Afrika’da Yüzyılın Futbolcusu… Politikacı… Hümanist… Devlet başkanı adayı… Bunlar George Weah’ın isminin önüne koyabileceğiniz sıfatlardan sadece bazıları… Türkçede renk üzerinden aşağılama pek olmadığından (misal ‘Kızılderili’ lâfı ırkçı söylem içermez) Kara Tren veya Kara Boğa demeyi de tercih edebiliriz belki de, sebebini daha sonra açıklamak üzere…

1985 yılında amatör Liberya liginin iyi oyuncularından biri olan Weah, ülkesinin Invincible Eleven adlı takımda oynarken 23 maçta 24 gol atmıştı. Ama aynı zamanda operatör olarak bir telekomünikasyon şirketinde çalışıyordu. Ardından Fil Dişi Ligine, ardından da Kamerun’un Tonnerre Yaoundé takımına geçmişti. 18 maçta 14 gol de orada kaydetti. Dünyanın her yerine oyuncu gözlemcileri göndermesiyle ünlü Arsene Wenger o zaman Monaco’nun başındaydı. Her hafta George Weah hakkında dikkat çekici raporlar alıyordu. En sonunda bu genci izlemesi için bir meslektaşını Kamerun’a gönderdi. Meslektaşı telefonda şöyle diyordu: “Kötü haber: Herifin kolu kırıldı. İyi haber: Yine de oyuna devam etti.”

Wenger’in hoşuna gitti bu azim. 22 yaşındaki Weah’a bir uçak bileti alındı, Monaco’ya getirildi. Fransız teknik adam, zaten fakir bir ülke olan Liberya’nın en fakir bölgesinde doğan bu Afrikalının yakınmalarına öyle üzülmüştü ki cebinden 500 frank vererek aklını çeldi ve ekledi; “Sıkı çalışırsan, Avrupa’nın en iyisi olabilirsin.”

PREKAZİ, WEAH’A KARŞI

Weah o gün gerçekten de Avrupa’nın en iyisi olabileceğine inanmış mıdır, bilinmez ama Monaco’daki ilk sezonunun (1988-89) ardından ‘Afrika’da Yılın Futbolcusu’ seçildiği bir gerçek.

Weah’la bizim alıcı gözle ilk tanışmamızsa, 1989’daki Galatasaray maçı… Maç öncesinde Fofana ve Hateley haricinde bir de Weah’a dikkat çekiyor basınımız. İlk maçta 1-0 kazanan Galatasaray, 1-1 biten ikinci maçtaysa Orhan Ayhan’ın “Oha be Prekazi” şeklinde anlattığı Prekazi’nin füzesiyle geçiyor turu. Bir gol bulan, bir şutu da direkten dönen Weah’ın şanssızlığıysa, Galatasaray’a Şampiyon Kulüpler Kupası yarı finalini getiriyor belki de…

Dönemin büyük oyuncusu Hoddle o dönemde neredeyse hocalık yapmış ona: “Sürekli doğruları göstermeye çalışıyordu ve beni yola sokuyordu” diyor Weah. Wenger ise “Benim için büyük sürprizdi. Piyasaya bu kadar hızlı giren başka bir oyuncu görmedim” diyor.

Weah 92’ye kadar Monaco’da 103 maça çıktı, 47 gol kaydetti. Ardından dönemin transfer canavarı Paris St. Germain’in yolunu tuttu. 96 maçta 32 gole ulaştı. Fransa’daki ilk şampiyonluğunu elde etti. Takımın yarı final oynadığı 94-95 sezonunda Şampiyonlar Ligi’nin gol kralı da olunca, Fransa ona küçük gelmeye başladı ve Milan’ın yolunu tuttu Kara Boğa.

AFRİKA’YA İLKLERİ YAŞATTI

Artık ‘daha büyüklerin’ ligindeydi Kara Tren. Bir tren hızlandığında yenilmezdir, önüne gelen her şeyi yıkabilir, ancak yoluna taş koyup raydan çıkarırsanız, devrilir. Faulsüz durdurulamayan bir oyuncuydu Weah da aynı bir tren gibi… Daha geldiği ilk sezonda büyülemeye başladı İtalya’yı. Verona’ya karşı, tüm sahayı geçerek kendi kalesinden aldığı topla golü buldu. Gazetelerin uzlaştığı bir konu vardı; Weah ligin en iyisiydi. O sezon attığı 11 golle Milan’ın en golcüsü oldu, takım da Serie A’ya ulaştı. Robert Baggio ile, Marco Simone ile, Dejan Saviçeviç ile aynı takımdaydı…

1995-96 sezonu, kariyerinin zirvesiydi. O sezon Avrupa’da Yılın Futbolcusu ödülüne ulaşan ilk Afrikalı oldu. Dünya’da Yılın Futbolcusu ödülü için de aynı ilk geçerliydi. Hâlâ bu ödülleri kazanan tek Afrikalı… Ve aynı yıl içinde Afrika’da Yılın Futbolcusu ödülünü üçüncü kez aldı. Hem dünya, hem Avrupa, hem de Afrika’nın en iyi oyuncusu seçildi… Hepsi aynı sene içinde…

AYAĞINA VURAN PİŞMAN OLUYORDU

Weah’ın esas olayı golün ötesindeydi. Hiçbir zaman gol istatistiklerini alt üst etmedi. Özelliği “yıkılmaz” bir forvet olmasıydı. Müthiş bir atletti; peşine taktığı defans oyuncularını bir o yana bir yana sallıyordu. Öyle güçlüydü ki, adeta tekme atanın ayağı kırılıyordu! Bitiriciliği üst seviyedeydi, uzaktan füzeleri vardı. Orta sahaya tümleşik oynuyordu, çok çalışkandı. Muhammed Ali’nin lâfında olduğu gibi; “Kelebek gibi dans ediyor, arı gibi sokuyordu.”

Milan’da oynadığı beş sezonda 46 gole ulaşmış, iki de şampiyonluk görmüştü. 2000 yılında artık 34 yaşındaydı; altı aylığına Chelsea’ye kiralandı. Milan önce bonservisini vermedi, sonraysa Zaccheroni’nin isteği üzerine “İstemiyoruz artık seni” diyerek kulüp bulmasını önerdi. Weah da Manchester City’nin yolunu tuttu. City menajeri Joe Royle ile kavga etti ve küfürleştikten sonra Marsilya’ya uğradı yaşlı kurt. Son olarak da yeni bir heyecan aradı ve Al-Jazera’da 8 maçta 13 gol atarak tamamladı kariyerini…

BAŞKAN ADAYI OLDU

Futboldaki mücadelesi bitse de, hayat mücadelesi bitmemişti Weah’ın. 2003 yılında biten İkinci Liberya İç Savaşı’nın ardından devlet başkanlığa adaylığını koydu. Fransız vatandaşı olduğu için şüpheyle yaklaşanlar oldu, “Eğitimi yeterli değil!” diye karşı kampanyalar yürütüldü… Yine de ülkenin en sevilen figürüydü Weah, 90’lı yıllardan beri birçok yardım yapmıştı ülkesine, iç savaşın bitmesi için mücadele etmişti. Yüzde 40’ın üzerinde oy aldı ama başkan olamadı. Destekçileri hâlâ o seçimlerde hile olduğuna inanıyor. “Eğitimi yeterli değil!” iddiaları belki de en çok onu üzen şeydi ki; 2009’da İngiltere’deki Parkwood Üniversitesi’nin Spor Yönetimi bölümünü, 2011 yılında Miami’deki DeVry Üniversitesi’nin İş Yönetimi bölümünü bitirerek iki ayrı bölümden mezun oldu…

Bir Afrika’nın kazanabileceği her ödülü kazanmıştı. UNICEF’le uzun süre birlikte çalıştı, ülkesinin fakir mahallelerine yardımlar dağıttı. Hem saha içinde, hem de saha dışında başarıları bitmedi. “Afrika’da Yüzyılın Futbolcusu” seçilmesi bu yüzden tesadüf değildi belki de…

Bu yazı, Kaan Kavuşan tarafından Four Four Two için Ocak 2013 sayısına yazılmıştır. 

Fotoğraf: Milan's Liberian player George Weah holds up the Golden Ball award he recently received after the Italian league match between Milan and Sampdoria 07 January. Milan won 3-0. AFP PHOTO (Photo credit should read CARLO FERRARO/AFP/Getty Images)

14 Ocak 2014 Salı

Clarence...

 "Bu zor bir karar ama 22 yıllık futbolculuk kariyerimi sonlandırıyorum. Botafogo'da çok fazla şey öğrendim ve tecrübe kazandım. Edindiğim bu tecrübe Milan'daki yeni görevimde işime oldukça yarayacak..."

12 Ocak 2014 Pazar

1998...


11 Ocak 2014 Cumartesi

1 Mart 2009 | Yakın tarihteki en iyi Atletico Madrid - Barcelona maçı...

2008-2009 sezonu Barcelona'nın Pep Guardiola ile başlayacak olan rüya sezonların ilkiydi. Barça, bu sezonu zirvede tamamlayıp şampiyon oldu.

Aynı sezonda 1 Mart 2009 tarihinde Vicente Calderon'da oynanan maç ise zihinlerde büyük bir yer edindi. 4-3 Atletico'nun zaferi ile sonuçlanan bu maç, yakın tarihte iki takım arasında oynanan en iyi maç olma özelliğini taşıyor.

ATLETICO MADRID: Franco, Heitinga, Pablo, Ujfalusi, Lopez, Assunçao, Garcia, Maxi, Simao, Agüero, Forlan

BARCELONA: Valdes, Alves, Marquez, Puyol, Sylvinho, Xavi, Toure, Gudjohnsen, Messi, Eto'o, Henry





Karşılaşmayı hatırlatan Emre Çelik'e (_@ecelik) teşekkürler.

2013 yılında futbola veda edenlerin takımı! Devlere karşı başarılı olabilirler mi?



Rame

Ujfalusi - Nesta - Carragher

Beckham - Scholes - Gattuso - Stankovic

Deco

Owen - Kanoute

10 Ocak 2014 Cuma

Alex, Ronaldinho, Bilica...

Fotoğraf: Getty Images

Zıpla, zıpla, zıpla...






7 Ocak 2014 Salı

Balkan Futbolu #26 | Savaşın çocukları Mavi Ejderhalar! Umut tünelinin yerini bu topraklarda futbol aldı...

Bosna' adı, eski dilde 'iyi insanların yaşadığı' ülke anlamına gelir. 90'larda savaşın acıları ile beslenen bu topraklar, futbolu hep ön planda tuttu ve bu 'iyi insanlar' günün birinde yeşerttikleri umutların bir gün gerçekleşeceğine inanıyordu. 2014 Dünya Kupası'na doğrudan katılma hakkı kazanan Bosna Hersek Milli Takımı, FIFA'ya kabul edildiği 1996 yılından bugüne adeta küllerinden doğdu ve şimdi ülkede adeta bayram yaşanıyor.

ÖNCE İKİ PORTEKİZ KABUSU... 
2010 Dünya Kupası ve 2012 Avrupa Şampiyonası'nda play off turunda Portekiz'e boyun eğen Bosna, şeytanın bacağını da 2014 Dünya Kupası için kırmayı başardı. Portekiz, yine baraj maçlarına takıldı ancak bu kez Bosna işi garantiledi. Takımın efsane hocası Susiç, "Portekiz'e kaybedilen iki baraj maçı sonrasında oyuncularım daha çok çalışmak için kenetlendi." sözleriyle 2014'e gitmenin anahtarından bahsediyordu. Euro 2012 yolunda Portekiz ile oynanacak olan baraj maçı öncesind Susiç, "Güçlü bir takım olduğumuzu gösterdik ama bu yeterli değil." diyerek bir kaza olabileceğinin sinyallerini de vermişti. Takımın yıldızlarından Misimovic ise Euro 2012 baraj maçında Portekiz'den 2010'un intikamını alma gibi bir düşünceleri olmadığını söylemiş, "O dönem Portekiz 2010 Dünya Kupası'na gitmeyi hak etmişti. Şimdi ise biz hak etmek istiyoruz." demişti.

FUTBOL İYİ, YAŞAM KÖTÜ... 
Bosna Hersek, futbolda mutlu sona ulaştı ancak ülkenin durumu halen çok iyi değil. Yolsuzluk, rüşvet, adam kayırma ve gençlerin umutsuzluğu dahil birçok mesele çözüme kavuşmadı. Halen Saraybosna'da mermi izlerinin bulunduğu binalar görmek mümkün. Hal böyle olunca Bosna Hersek halkı için futbol takımı bambaşka bir boyuta ulaşıyor. Adeta umudun resmi olan ve gelecekte görmek istedikleri güzel ülkeye ayna tutan futbolcularına tapıyorlar.

'ÜÇLÜ' YÖNETİM FIFA İÇİN SORUN OLDU ANCAK YEŞİL SAHADA DOSTLUK VARDI! 
Eski Yugoslavya'da ayrıldıktan sonra UEFA ve FIFA'ya 1992'de üyelik başvurusu yapan Bosna, ülkede devam eden savaş nedeniyle uzun süre beklemek zorunda kalmıştı. FIFA'ya 1996, UEFA'ya ise 1998 yılında kabul edilen Bosna Hersek Futbol Federasyonu, tıpkı devlet yönetimi gibi üç başlı bir yapıdan oluşuyordu ve bu durum, FIFA için sorun yaratmıştı. Bosna, FIFA'nın uyarılarından sonra 1 Nisan 2011 tarihinde uluslararası müsabakalardan men edildi ve aradan geçen zaman zarfındaki çalışmalarıyla bu günleri gördü. Bu karar alındığında Bosna Hersek Milli Takımı, 2012 Avrupa Futbol Şampiyonası Elemeleri D Grubu'nda 4 maçta topladığı 7 puanla, 4. sırada yer alıyordu. Normalleşme sürecinden geçen Bosna'da Elvedin Begiç, Bosna Hersek Futbol Federasyonu'nun ilk tek başkanı seçilmiş ve ülkenin önündeki en büyük engel de bu sayede kalkmıştı. 'Üç başlı yönetim' belli FIFA için sorun olmuştu ancak işler yeşil sahada böyle yürümüyordu. Takımın yıldızlarından Misimovic Sırp kökenli. Edin Dzeko Boşnak ve Boris Pandza'nın ataları Hırvat. Top yeşil sahaya indiğinde 'üç baş' yoktu. Sadece Bosna Hersek vardı. FIFA başkanı Sepp Blatter ise, "Bosna Hersek milli takımı uzlaşma ve dostluğun ön planda olduğu, herkes için örnek bir takım. Bosna halkı, savaştan sonra bu takımın dostluk adına yol göstericiliği sayesinde mutluluğu buldu ve bu örnek alınmalı." diyerek 2008'den sonra milli takımın içinde bulunduğu gelişimi övmüştü. 
Ülke futbolunun efsanelerinden ve takımı hocası olan Safet Susiç, "Bosna Hersek Dünya Kupası'na gidemeseydi, büyük bir haksızlık olurdu. Bu ekip 4 yıldan bu yana beraber çalışıyor. Bu zaman içerisinde hiçbir problem yaşamadık. Dolayısıyla takım içindeki bu atmsoferden dolayı ödüllendirildiğimizi düşünüyorum." demişti. Susiç haklıydı. Acılarla beslenen ve bu günlere kolay gelmeyen Bosna Hersek'in artık ödüllendirilmesi gerekiyordu.

Takımın neredeyse tamamı, Bosna savaşı sırasında yaşanan soykırım ve katliamlardan sağ kalabilmek için evlerini terk etmek zorunda kalan ailelerin çocuklarından meydana geliyor. Vedad İbişeviç, Bosna savaşının başladığı yıllarda ailesiyle birlikte büyük katliamların yaşandığı Vlasenitsa şehrinden kaçarak hayatta kalmayı başardı. Bu katliamlardan kurtulan İbiseviç, takımın elemelerdeki son maçı olan Litvanya karşılaşmasında tek golü attı ve ülkesini Brezilya'ya uçurdu. "Futbolda ne zaman işler ters gitse savaş günlerini düşünüyorum. O zaman anlıyorum ki hayatta gol atamamaktan çok daha kötü şeyler var. Bosna’da olanları kalbimde taşıyorum. 2014 bileti aldığımız Litvanya maçını ise bu günler için, ülkem için oynadım." diyen İbiseviç, yaşanan savaşın ülke üzerindeki izlerini adeta bir kez daha gözler önüne seriyor. Pjanic Tuzla'dan, kaleci Asmir Begoviç Trebinye'den, Salihoviç Zvornik'ten, Medunyanin ise Saraybosna'dan kaçıp mülteci olan ve gençliklerinde futbolu bir kurtuluş olarak gören diğer isimler. Büyük zorluklarla hayatta kalan, futbola tutunan bu isimlerin hepsi, Avrupa'nın büyük liglerinde ve takımlarında forma giymeye devam ediyor.

"BOSNA KÜÇÜK AMA FUTBOLU BÜYÜK..." 
Aslında Bosna, bağımsız olmadığı dönemlerde de çıkardığı futbolcuları ile meşhur bir ülkeydi. Susiç, Halilhodzic, Katalinski, Hadzibegic, Ivica Osim ve Bajevic gibi isimler ülke futbolu denince geçmişte akıllara geliyordu. Ancak tüm bu isimler, Yugoslavya çatısı altındaydı ve tıpkı Hırvatlar ile Sırplar gibi bu ismin altında toplanmış, bu ismin 'Avrupa'nın Brezilyası' olmasını sağlamışlardı. Susiç'in "Bosna küçük bir ülke ancak futbol yeteneği olarak çok büyük" sözleri, adeta yetişen futbolcular ve teknik adamlarla kanıtlanmış durumda. Susiç aynı zamanda, Yugoslavya Milli Takımı'nın en çok gol atan Boşnak kökenli futbolcusu durumunda.


Ülkede 'efsane' dendiğinde akla gelen ilk isim ise tabii ki Safet Susiç. Futbolculuk dönemine PSG'de efsaneleşen 58 yaşındaki hoca, Türkiye'de de İstanbulspor, Konyaspor, Ankaragücü, Çaykur Rizespor ve Ankaraspor gibi takımlarda çalıştı. 2009 yılında ise kurduğu rüyaları gerçekleştirmek adına milli takımın başına geçti. Yanına da yine tanıdık bir isim olan Elvir Baliç'i aldı. Bosna savaşı sırasında amcasını ve eniştesini kaybeden, ablasının ve dayısının ağır yaralanmalarına tanıklık eden Baliç, antrenörü olduğu futbolcuların örnek aldığı bir isim olmayı da başardı. 
2014 elemelerinde Yunanistan karşısında Mart ayında alınan zaferin ardından Susiç, "Bu galibiyet, belki de ülke tarihinin en büyük galibiyetlerinden bir tanesi oldu. Brezilya'ya giden yol açık ve geniş. İnanıyoruz." demiş ve takımdaki hava hakkında ip uçları vermişti. Manchester City forması giyen Edin Dzeko ise o maçta attığı iki golün ardından, "Ben atmasaydım emin olun arkadaşlarımdan atan olurdu." dediğinde ise takımdaki dostluk bir kez daha su yüzüne çıkmıştı. Aynı karşılaşmada ağır bir sakatlık yaşan Emir Spahiç ise, "Galibiyet acıyı unutturdu. Emin olun benim için en iyi ilaç galibiyet ve taraftarlarımızın mutlu olması..." diyerek gösterdikleri fedakarlıkları da kanıtlıyordu. 

Henüz çok genç olan bu ülke, 2014 Dünya Kupası yolunda 10 maçta 8 galibiyet 1 beraberlik ve bir 1 mağlubiyetle 25 puan topladı. 30 gol atıp sadece 6 gol yedi ve +24 averajlık bir performans sergilemeyi başardı. Ancak yine de ülkenin öne gelen futbol adamlarından Faruk Hadzibegiç, "Bosna Hersek büyük bir başarı elde etti ancak esas amaç eski Yugoslavya'nın seviyesine çıkmak olacak. Daha yapılacak çok işler var." diyerek hikayenin daha başlarında olduğunu gösteriyor.

GEL 2014 GEL! 
Bosna'da yaşanan savaş sırasında Sırpların kuşatması altındaki Saraybosna'yı dünyaya bağlayan tünelin yerini şimdilerde milli takım almış durumda. Sırp mevzileri arasında, uluslararası havaalanının altından özgür dünyaya açılan, 800 metre uzunluğunda, 1 metre genişliğinde ve 160 cm yüksekliğindeki tünel, 4 ay 4 gün süren yoğun çalışmalar sonucu açılmıştı. Bosna Hersek milli takımı da tıpkı 'Umut Tüneli' gibi 4 yıl süren çalışmaların ve emeğin ardından ülkenin kapılarının dünyaya açık kalmasını sağlayan tek unsur konumunda. Şimdilerde tüm ülke, sabırsız bir şekilde 2014 Dünya Kupası'nı beklemeye koyulmuş durumda.

Bu yazı, aynı zamanda Goal Türkiye için yayınlanmıştır. 
Fotoğraflar: Getty Images (Son fotoğraf bana aittir.)
Blog Widget by LinkWithin
 
Copyright 2009 Barbarossa. Powered by Blogger Blogger Templates create by Deluxe Templates. WP by Masterplan