29 Haziran 2010 Salı

2002'de Fransa'nın yaşadığını yaşayan İtalyanlar, Almanların kazanma alışkanlıkları ve İngiltere'nin kaybedişi...


İngilizlerin şu an düştükleri durum esasında Dünya Kupası'nda daha ilk oynadıkları maçta (bu kadar da olmasa) kendisini hisstermişti. Oynanan ilk maçın ardından İngiltere milli takımının 1966'dan beri artık alışkanlık haline getirdiği 'yıldız oyunculara rağmen bir türlü şampiyonluğun ve başarının gelmemesi' durumu birçok kişi tarafından defalarca dile getirilmişti. Turnuva öncesinde İngiltere kalesinin P. Shilton'dan bu yana güven vermediği ve aranan ismin bir türlü kaleyi koruyamaması durumu da İngiliz basınının 'budala' dediği zavallı Robert Green'in ABD karşısında yediği hatalı golden sonra tekrar anlaşılmıştı. İngiliz basını grup kuraları çekildikten sonra 'Easy' yazdıklarında kesinlikle bu günleri düşünmemiş olmalılar. Çünkü temkinli bir şekilde konuşanlar bir yana 'kırmızı forma' '1966 ruhu' gibi sinerjilerle takımlarına aşırı güveniyorlardı. ESPN'in yaptığı afişlerde dahi Rooney, Gerrard ve arkadaşları 1966'yı omuzlarında taşıyorlardı. Şimdi ise Almanya'ya büyük bir şok ile 4-1 kaybedilmesi ile birlikte turnuva öncesi beklentiler ne kadar yüksek ise yaşanan hayal kırıklığı da bir o kadar yüksek oldu. Yani başka bir anlamda İngiltere için 2010 Dünya Kupası bir anda 'easy' den 'hard' a dönüştü... Elemelerde kazanılan maçlar (bunların içinde 2002 Dünya Kupası elemelerinde Berlin'de İngiltere'nin 5-1 kazandığı maçı unutmak mümkün değil), her Dünya Kupası'na iddialı gidiş ve yine aynı hüsran...

Sürekli dile getirilen konu bunca yıldız oyuncuya ve kağıt üstünde bulunan harika kadroya rağmen başarının bir türlü gelmediği ve neden gelmediği. İlk akla gelen liderlik konusu ve İngilitere Futbol Federasyonu'da bu durumun farkında olduğu için takımın başına Fabio Capello'yu getirmişti. Bu seçimin ne kadar doğru ya da ne kadar yanlış olduğunun konuşulması bir yana kimsenin ağzından Capello'nun kötü bir teknik dirketör olduğu asla çıkmadı şimdiye dek... Ancak olayı biraz daha derinlere indirgediğimizde Capello'nun İngiliz milli takımına ve İngiliz oyun tarzına uyum sağlayamadığı söylenebilir. İtalyan futbol tarzını kendine yol edinen bir teknik adam olan Fabio Capello'nun zaman zaman bunu İngiltere milli takımına da uygulamaya çalıştığını da belirtelim. İngiltere'nin son oynadığı ve 4-1 kaybettiği Almanya maçında İngiltere'nin atak başlangıçlarına baktığınız zaman Capello'nun
takımına İtalyan tarzını örtüştürmek istediğini görmek mümkün oluyor. Terry ve arkadaşları gök mavi yerine beyaz ya da kırmızı formayla sahada oluyorlar sadece. Defanstan topu bir an önce çıkarmak ve daha çok kanatlardan ortalar ya da direk kaleye yönelen organizasyonlar ile tanınan İngiliz futbolu yerine zaman zaman kalecinin de dahil olduğu defans paslaşmalarına ve aşırı temkinli oyuna şahit olduk Capello'nun İngiltere'sinde. Bu durum Almanya maçında zirve yaptı. Bu oyun tarzına rağmen defans hatalarından yenilen goller ve verilen pozisyonlar da işin bir başka boyutu aslında.



İngiliz medyası Almanya karşısında verilmeyen gollerine de çok fazla yer ayırsa da aradan ince ince de takımlarını doğramaya da devam ediyorlar. Evet onlarda hakemin inanılmaz hatasından dert yanıyorlar ancak o gol verilse ve maç 2-2'ye gelse dahi maçın yine de çevrilebileceğini düşünenler çok az. Guardian'dan Kevin McCarra artık İngiltere milli takımının orta sınıf ve bayağı bir takım haline geldiğini köşesinde net bir dille ifade ediyor. Ancak halen hiç kimse alt kimliklerinde kulüplerinde harika oynayan takım oyuncularının ülke takımında neden istenilen performansa ulaşamadığını bir türlü açıklayamıyor. Kimileri oyuncuların takımda bir İtalyanı kabullenemediğini yazıyor ya da söylüyor /bu takımı İngilizler çalıştırınca da maalesef sorunlar çözülemedi), kimileri sahada iyi bir liderlerinin olmadığını (burada kast edilen kulübede konuk gibi oturan D. Beckham olabilir), kimileri ise olaya biraz duygusal yaklaşarak yeterince istekli ve hırslı olmadıklarını söylüyor. Öyle ki, şimdi ki M. Owen'ın Rooney'in milli takım performansından daha başarılı olabileceği dahi konuşuluyor. Bunun yanında S. Gerrard ile Lampard'ın birlikte orta alanda bir türlü istenileni verememesi, Rooney'in neden Haskey ile oynadığında daha fazla gol ortalamasına sahip olduğu ve yine Gerrard'ın solda oynayıp oynamayacağı da bir türlü cevaplanamayan sorular arasında. Futbolun beşiğinin kulüp bazında kendine hayran bırakması ancak milli takım düzeyine gelindiğinde ibrenin tam tersine dönmesi durumu daha da devam edecek gibi. Belki de İngiltere aday olduğu 2018'e kadar beklemek zorunda...



İngiltere'nin düştüğü durumu konuşuyoruz fakat Almanya'nın da harika oyununa değinmeden geçersek büyük bir haksızlık etmiş oluruz. Turnuva başında herkes Almanların oynadığı bu oyun tarzını Hollanda'dan ya da İspanya'dan bekledi ancak bunu Avustralya karşısında ilk maçta gerçekleştirenler Almanlar olmuştu. Tabii bunun yanında İngiltere'de kadrosundaki kadar ağır ve pahalı isimler bulunmamasına rağmen Almanların 'kazanma' alışkanlıkları ve turnuva takımı olma gibi özelliklerini ön plana çıkartıp onları şampiyonluğun en güçlü adayları arasında gösterenlerde çoğunluktaydı. M. Ballack dışında (o da sakat ) İngiltere kadrosu gibi isminin ağırlığı hissedilen çok fazla oyuncu olmamasına rağmen en iyisini başarmaları 'istek' ten başka bir kelimeyle açıklayamayız. Terry, Lampard, Gerrard ve Rooney'den oluşan bir omurgayı kim istemez? Fakat Almanya İngilizlerin bu omurga ile yakalayamadığı ivmeyi Mertasacker, Kheidra, Müller, Mesut Özil ve Klose ile yakalıyor. Bunu sadece istek ve hırs ile açıklamak mümkün.

"Turnuva öncesi kimse Almanlardan bu kadarını beklemiyordu..."


Almanya'nın her Dünya Kupası'nda kazanma durumuna alışkın olması da bir başka hatırlatılması gereken unsur. 'Turnuvaları yıldız oyuncular kazandırmaz' önermesinin en büyük kanıtı belki de şimdiki Alman milli takımı... İhtiyaç olan sadece dengeli bir takım ve turnuva boyunca çok büyük önem taşıyan konstantre ve iyi bir atmosfer. Takımı yöneten teknik direktöründe aynı şekilde takım ruhuna ve oyununa önem veren, bireylerden çok bütüne önem veren adam olması da çok önemli bu başarıda. Daha önceki Dünya Kupaları'nda da Almanların buna fazlasyıla önem verdiğini rahatlıkla görebiliriz. Meksika 86 öncesi Beckenbauer'in takımın huzurunu ve dengesini bozduğu için Uli Stein'i takımdan yollaması geçmişten bir örnek sadece. Almanya'nın katıldığı Dünya Kupaları'nda baktığımızda zaten ortak paydanın başarı olduğunu görüyoruz. Sadece bekletiler ve tahminler değişkenlik göstermiştir Almanlar için. 2006'daki takım beklentilerin üstündeydi, yarı finale kadar geldi. 1994 ve 1998'de kimse onlardan bir şey beklemiyordu ancak yine çeyrek finale kadar gelmeyi başardılar. 1982'de çok eleştirildiler, sevilmediler ama yine alışıldığı gibi başarılı olup final oynadılar. 2002'de Uzak Doğu'da bir araya gelen ekip te 1982 ile beznerlikler gösterdi ancak yine finale kadar gitti. Sonuç olarak takım nasıl anılırsa anılsın, nasıl yazılırsa yazılsın onların her turnuvada bir şekilde bir yerlere gelmeyi başardıkları bir gerçek...

2002'de Fransa'nın son şampiyon olarak yaşadıklarını şimdi İtalya yaşıyor...


Son şampiyon İtalya'nın durumu da turnuva öncesinde hiç kimsenin tahmin ettiği gibi olmadı. 2006'da İtalya ile final oynayan Fransızların elenmesi herkesin yüreğine su serpti ancak İtalyanlardan beklenen bu değildi, tıpkı İngilizler gibi. Turnuva öncesinde Pirlo'nun 'son şampiyon olarak yine final oynamak istiyoruz' demesi biraz umutlandırmıştı ancak ne Pirlo takımına destek verebildi, ne de takım gruptan çıkabildi. Zaten Pirlo dışında takımda liderliği üstlenecek ve takımı yönlendirecek bir oyuncunun da olmaması en büyük sıkıntılardan biriyidi. Son olarak 2006'da biraz izleme şansına sahip olduğumuz 90 ların ve 2000 lerin jenerasyonundan eser yok halihazırda. Öyle ki İtalya gruplarda elendiği vakit hemen herkesin ağzında 'Del Piero' ve 'Totti' isimleri dahi dolaşıyordu. Komple tüm takımın yaratıcılıktan uzak kaldığı kesin. 2006'da Lippi kupayı kazanmış olabilir ancak şimdi İtalya'nın yaşadığı kesinlikle Fransa'nın 1998'den sonra 2002 Dünya Kupası'nda yaşadıkları ile aynı. İtalya'nın bugüne kadar düzenlenen turnuvalarda son şampiyon ünvanı ile turnuvaya katılan takımlar içinde 2002'deki Fransa ile yarıştığını söyleyebiliriz. Lippi turnuva öncesinde 'başarısız olmam halinde beni çarmıha gererler' demişti, bakalım bizi neler bekliyor. En azından İtalya'nın hatalarından ders alıp gelecek için doğru adımlar atması beklentiler dahilinde.

Uruguay 2002 Dünya Kupası'ndaki Türkiye ile büyük benzerlikler gösteriyor.




Aztekler Arjantin'in ofsayttan attığı golün tekrarını görüp yan hakeme koşuyorlar ama sonuç değişmiyor...




Real Madrid'in iki önemli ismi, çok şey beklenilen ama gol bile çıkmayan Portekiz-Brezilya maçından sonra...

28 Haziran 2010 Pazartesi

" Heinze Punches... "

24 Haziran 2010 Perşembe

Almanya ve Gana


Turnuvanın başından beri katlanmak zorunda kaldığımız futbol fakirliğini biri heyecanı, diğeri iyi futbolu ile kıran Almanya ve Gana'nın bu kadar sancılı bir final ile çıkması ironi mi, yoksa Dünya Kupası bu mu? Ben ikinci şıkkı tercih ediyorum kendi adıma. Dünya Kupası her zaman dramalara sahne olur. 2006'ya müthiş bir kadro ile gelen ve açık ara favori olan Brezilya üzerine bahis oynayıp arabasını değiştirmeyi düşünenler, turnuvanın açık ara en sıkıcı takımındaki Zidane faktörünü unutmuşlardı pek tabii. Sürpriz öğesinin heyecan kattığı turnuvalarda gruplarda yaşanan aksaklıklar da dikkat çeker. İngiltere'nin favorilerden biri olarak geldiği kupada, bu kadar rezalet bir futbol ile bir adım öteye ittire kaktıra gelmesi, öte yandan turnuvanın en keyifli ve efektif takımının son ana kadar belli olmayan durumu.

Almanların en büyük çekincesi ve eleştirisi tarihlerinin yaş ortalaması en düşük takımı ile katılıyor olmaları üzerine idi. Joachim Löw futbol anlayışından duruşuna, giyim tarzına kadar Almanlar için fazlasıyla fantastik bir adam. Bana göre "Almanlar bilir işini" kalıbını bozuyor ve endişelerin altında yatan da bu olabilir. Tipik bir Alman takımı değil bu turnuvadaki Almanya. Öte yandan turnuvada tecrübenin neler getirebileceğinin en güzel örneği de, astrolog Raymond Domenech'in Fransa'sıdır. Almanya ile ilgili sanrıları yaratan durumlar Verbeek'in ilk maçtaki deneysel çalışması ve oynanan son Gana maçı. Sırbistan maçında 10 kişi ile üretkenliğinden ve iyi futbolundan ödün vermeyen Almanya Avustralya maçındaki soru işaretlerinin üzerine bir çizik çekse de, Gana maçındaki tedirginlik 16 ile başlayacak beyin fırtınasının temelini oluşturmakta. Sakinliğin ve heyecanı bastırabilmenin, tecrübenin daha ön plana çıkacağı bu son bölümde bana göre en büyük şansları, yapacakları en küçük hatada gazetelerde "aptallar!" damgasını yiyebilecek bir millete karşı oynuyor olmaları. İngilizlerin tolerans sınırlarının ne olduğu konusunda herkesin az çok fikri var. Erken final ya da ezeli rekabet başlıkları altında inceleyebileceğimiz bu eşleşmede Gana'ya bu kadar çok pozisyon veren ve üretme kısmında oldukça fakir kalan Almanları kurtaracak bir başka füze daha gelir mi Mesut Özil'den? Fotoğraftaki kadar ironik bir başka soru da budur sanırım...

Grubun dinamiklerinin kanımca en enteresan yanı saat 17.00 maçları ile olan ilişkisi. Lider çıkmaya birkaç dakika yaklaşan İngiltere ve onları maç boyunca bunaltan ancak gruptan çıktıklarını sanan Slovenya'nın, ABD golüyle yıkılması ve grubun baş aşağı oluşu. Almanya'nın maça çıkarken işini şansa bırakmama psikolojisinin yanında son 16'da İngiltere ile karşılaşma tedirginliği. İlk maçta yediği 4 gol ve Pim Verbeek'in garip tercihleri ile grubun en zayıf halkası haline gelen Avustralya'nın attığı goller ile turnuvanın kaderi oynamış olması muhtemel. İşin daha enteresan tarafı Gana'nın ne olur ne olmaz golü kovaladığı dakikalarda, Almanya ve Avustralya'nın bulacağı birer golün sıralamayı yeniden baştan aşağır değiştirmesi. Ve evet, biz Kewell romantikleri, en az Kewell kadar romantik olan bu senaryoyu en azından bir süre yaşama imkanı bulduk. Ancak bizim romantizmimizin bittiği yerde, Sırbistan'ın gerçekleri başladı ve atacakları bir gol onları Gana'nın önüne geçirecekti. Başından beri bir sürü yönünden baktığımız denklemin değişkenleri ise Almanya ve Gana oldu son düdükte. ABD ile eşleşen Gana'nın ikinci olduğuna sevinmesi olasıdır ve tarihe not olarak düşülmelidir.

Şüphe yok ki, şu ana kadar ki en güzel eşleşmeler dünkü maçlardan çıktı. Ankete espri olarak koyduğumuz "Anadolu'dan Çıkar" seçeneğini tıklayan arkadaşların ileri görüşlülüğüne mi, yoksa bir İngiltere taraftarı olarak ortada Almanya'yı saf dışır bırakarak alınabilecek bir kupa olması ihtimaline mi sevinsem bilemedim. Sanırım ben Dünya Kupası gruplarında, 4 takımın birden ikinci tura çıkabilme ihtimalini sevdim...


22 Haziran 2010 Salı

Nijerya'nın sevenleri onları 94'teki muhteşem performanslarıyla hatırlamaya devam edecek...


Tüm oyuncuları Avrupa'da oynayan Lars Lagerback'in Nijerya'sı, Güney Kore ve Yunanistan'la baş edemeyip büyük bir hayal kırıklığı yaşadığı Güney Afrika'ya veda etti ancak sevenleri, onları 94'teki muhteşem performanslarıyla hatırlamaya devam edecek...
Sonradan bu yılki de dahil 3 Dünya Kupası'na daha katılacak Nijerya, o yıl Afrika Kupası'nı da kazandıktan sonra ilk Dünya Kupası heyecanını Amerika 94'de yaşamıştı ve henüz ilk maçında turnuvayı 4.bitirecek Bulgaristan'ı 3-0 yenip milyonlarca hayran kazanmıştı...

Gruptaki diğer maçlarda, Arjantin'e yenilen ancak Yunanistan'ı da yenip gruptan çıkmayı başaran o heyecan verici takım; 2. tur maçındaysa turnuvanın en çekici adamına, Roberto Baggio'ya çözüm bulamayıp elenmek zorunda kalmıştı. Ancak 88 dakika önde götürdükleri maçı, uzatmalarda gelen gole engel olamayarak kaybetmiş olmaları; o turnuvanın en üzücü anılarından biri olarak hala akıllardadır...

Kariyerinin büyük bölümünü kara kıtada geçirdikten sonra 2004'te emekli olan Hollanda'lı teknik adam Clemens Westerhof'in başında olduğu ve bazen 3'lü forvet hattına dönülse de çoğunlukla 4-4-2 Diamond dizilişiyle sahaya çıkan o Nijerya'yı şöyle bir hatırlamak lazım...

Peter Rufai: Yurt dışına çıkan ilk Nijeryalı kaleciydi o ama pek çok sefer "Keşke hiç çıkmasaydı!" dedirten performanslar izletti bizlere. Kariyerinin büyük çoğunluğunu Avrupa'da ve özellikle Portekiz'de geçiren Rufai, Deportivo'da da oynamış ve Songo'o'nun arkasında beklemekten bitap düşmüştü. Yine de dönemi itibariyle güçlü bir rakibi olmadığından 65 kez milli formayı giyip 1999'da futbola veda etti.

Augustine Eguavoen: Geri dörtlünün sağında yer alan bu ismi, oyunculuğundan çok teknik adamlığıyla hatırlamak daha mantıklı; zira Malta, Rusya, Belçika gibi ülkelerde geçirdiği futbolculuk kariyerine 2001'de nokta koyduktan hemen sonra yine Malta'da başlayan hocalık serüveninde hızlı yükselen ve 2005-2007 yılları arasında Amokachi ve Shorunmu'dan oluşturduğu teknik ekibiyle Nijerya'nın başına geçen Eguavoen, son olarak Enyimba'yı çalıştırdıktan sonra şimdilerde boşta. Futbolculuğunu hatırlayanlar bir şeyler ekleyebilirse harika olur...

Uche Okechukwu: Hakkında tek bir söz söylemeye bile gerek yok. Deniz Uygar olarak da tanıdığımız dostumuz, bu efsane kadronun savunma anlamındaki en önemli ismiydi ve bir sonraki Dünya Kupası'nda da mücadele ettikten sonra milli formayı gençlere devretmişti.

Chidi Nwanu: Nijerya'lıların pek bir makbul olduğu Belçika'da geçirdiği 7 sezona Hollanda'daki 2 sezonu ekleyip 1998'de kayıplara karışan Nwanu'yu hatırlamak biraz güç. En azından ben pek hatırlayamıyorum ama bu başarılı kadroda Uche'yle savunma göbeğini oluşturduğunu söyleyerek kendisine saygımızı göstermiş olalım.

Benedict Iroha: Turnuva boyunca savunmanın solunda yer alan ve sonradan Babayaro'ya devredeceği mevkisinin hakkını veren Ben Iroha, hücumcu sol beklerin en eskilerinden biri olarak unutulmaz bir isimdi. Fransa 98'de de boy gösterdikten sonra Ada'ya, Watford'a geçmişti ancak sakatlıklar yüzünden 2000 yılında futbolu bıraktı. Şimdilerde ülkesinde antrenörlük yapıyor.

Finidi George: İşte kadronun en eğlenceli ismi. Efsane Ajax kadrosuyla 3 lig şampiyonluğu yaşayan, Şampiyonlar Ligi'ni kaldıracakları sezonun öncesinde de Amerika'ya gelip turnuva boyunca döktüren Finidi, 90'lar boyunca Avrupa futboluna da damgasını vurmuş ve sağ çizgiyi en iyi kullanan isimlerden biri olarak akıllara kazınmıştı. Sık sık Fenerbahçe'yle flört ettirildikten sonra, 2004 yılında Mallorca formasıyla sahneden çekilen Finidi'yi garip gol sevinçleriyle de hatırlayan çoktur.

Sunday Oliseh: Asıl patlamayı 98'de yapan ancak 94 kadrosuna da 20 yaşında genç bir yıldız adayı olarak katkıda bulunan Oliseh, Ajax, Juventus, Borussia Dortmund gibi kulüplerde geçirdiği kariyerine 2006 yılında nokta koydu ancak arkasında pek çok unutulmaz anı bıraktı. 63 kez giydiği Nijerya formasıyla her daim güçlü duran ve defansif anlamda büyük katkılar yapan oyuncu, Juventus forması giyen ilk Afrika'lı olarak da tarihe geçmişti. Ön libero mevkisinde tekniğiyle ön plana çıkan 15 numara'yı zımba gibi şutlarıyla da hatırlayabiliriz.

Jay Jay Okocha: Bir başka eski dost ve Uche gibi onu da kısa geçebiliriz sanırım. Bizde Muhammet Yavuz olarak da tanınan top cambazı, 94'de rotasyona katkıda bulunmuş ve 4'lü orta saha tercih edilen maçlarda forvet hattını besleyen adam olmuştu ancak bu kadroda sivrilenler ağırlıkla kanat oyuncuları olduğundan, pek fazla sesini duyuramamıştı. Onun yeteneklerini iyi bilenler için Fransa 98'deki performansı biraz daha tatminkar kabul edilebilir. Son olarak Okocha'nın 2006 yılında bıraktığı milli formayla 75 maç, 14 gollük muazzam bir istatistik yakaladığını eklemiş olayım.

Emmanuel Amunike: Ve bu kadronun en çok parlattığı adamda sıra. Bulgaristan'a ve dramatik maçta İtalya'ya gol atan sol kanat oyuncusu, hızı ve çalımlarıyla bu turnuvaya damgasını vurmuş ve sonrasında 94'te Afrika'da yılın oyuncusu seçilmişti. Bu muhteşem performans sonrası Sporting Lizbon'a geçen ve başarılı 3 sezonun ardından Barcelona'ya transfer olan Amunike, ne yazık ki nükseden sakatlıklarının kurbanı olmuş ve büyük hayal kırıklığı yaratmıştı. 2004'te futbolu bıraktııktan sonra bir dönem Manchester United'da scout'luk yapan efsane isim, şimdilerde ülkesinde Ocean Boys'da takılıyor.

Rashidi Yekini: Bu kadronun en tecrübeli ve en yaşlı isimlerinden biri olarak Amokachi'yle mükemmel bir ortaklık kuran ve Bulgaristan maçında ülkesinin Dünya Kupaları tarihindeki ilk golünü atan efsane golcü, 70 milli maçta attığı 37 golle de hala en skorer Nijerya'lı konumunda. Ancak üzücü olan onu, kulüp düzeyinde üst düzey performanslarla hatırlayamamak. 90-94 yılları arasında Portekiz'de Setubal formasıyla fırtına gibi esen ama 8 ayrı kulüpte daha forma giyip istikrarı bulamayan Yekini, 2005 yılında 42 yaşındayken futbolu bırakmıştı. 1.90'lık fiziği ve kuvvetiyle 94'ün yıldızlarından biri olarak hatırlanan Yekini'nin filelerle yaşadığı gol sevinci de ayrıca unutulmazlar arasındadır.

Daniel Amokachi: Kadrodaki son eski dost ama ondan az bahsedip geçmemiz mümkün değil. Zira Amokachi, grupta hem Bulgaristan'a hem Yunanistan'a gol atıp takımının en etkili gol silahı olmuştu. Turnuvaya gelmeden Club Brugge'le de parlak maçlar çıkaran ve Şampiyonlar Ligi'nin yeni formatında ilk golü atan oyuncu olarak tanınan Kara Boğa, Dünya Kupası'ndaki başarısının ardından Everton'a geçmiş ancak orada bekleneni veremeyince Beşiktaş'a gelmişti. Sonrasını ise hepimiz biliyoruz. Nouma öncesi Beşiktaş taraftarının "siyahi sevgili" kontenjanını dolduran Amokachi, 3 sezonda pek çok iz bıraktıktan sonra ülkemizden ayrıldı ama devamını getiremedi, yine de 42 milli maçta 14 önemli gol kaydedip unutulmazlar arasındaki yerini aldığını söyleyebiliriz.

Nijerya 94'ü anarken, üçlü forvet hattı tercih edildiğinde şans bulan ve 2-1 kaybedilen Arjantin maçında tek golü atan Samson Siasia'yı, Zaragoza günlerinden hatırlanacak altın yedek Mutiu Adepoju'yu ve savunmada bazı maçlarda şans bulan şimdinin Chelsea head scout'u Michael Emenalo'yu da atlamamak lazım. Zira bu isimler de turnuvanın renkli takımına katkıda bulundular...

21 Haziran 2010 Pazartesi

' Fils de Pute ' Raymond, Son Şampiyonun Durumu, İngilizlerin 'Easy' si ve Brezilya...



Hemen Fransa'dan başlayalım. İşler karışık bildiğiniz gibi. Nicolas Anelka R. Domanech'e milyonlarca Fransızın söylemek istediği şeyi Meksika maçının devre arasında 'Fils de Pute' diyerek söyleyivermiş, bir patlama anı yaşamıştı... Evra'nın yardımcı antrenör ile kavga etmesi, Futbolcuların otobüsün perdelerini çekerek idmana çıkmayı reddetmesi ve bu konudaki basın açıklamasının yine Raymond tarafından okunması, akabinde Sportif direktörlerinin 'kepazelik' diyerek istifa etmesi işin Fransızlar için 'özeti'... Çok klasik tabii, herkes söyledi yazdı... "İrlanda'nın ahı tuttu"... Tribünlerde Platini ve Zidane'ın bakışları altında yaşanan tüm bu rezillikler İrlanda maçından sonra kalenin önüne diz çöküp ağlayan S. Given'ın duygularının ve 'ahının' evrende 'geri yansımadır'... Açık konuşmak gerekirse bu durumdan rahatsızlık duyduğumu söyleyemem. İçimin yağları dahi eriyor. Bugünkü antrenmanlarında da hiçbir futbolcu Raymond'u takmadan ondan uzak bir yerde kendi kendine çalışmış bunu da hatırlatalım... Bu karışıklık esnasında Bafana Bafanalarında arada ilk galibiyetlerini Fransa'dan gol yemeden alması halinde işler daha da güzel bir hale dönüşecek benim için... Son olarak R. Domanech'e garezi olan varsa buradan kaleye zincirlenmiş halde kendisini şut yağmuruna tutabilirler... http://www.lafauteadomenech.com/

"Fransız idmanında Evra yaşadığı kavga sonrası 'örgütü' topluyor..."


Almanya'nın Avustralya maçındaki oyunundan sonra Sırbistan'a kaybetmesi kötü oldu. Maçın kasap hakemi bir yana maç boyunca Almanların çok şanssız oluşları skora en büyük etkiyi yaptı kesinlikle. Aslında Sırbistan için Almanya galibiyeti çok büyük bir sürpriz olarak gösterilmemeli. Eleme gruplarındaki performanlarını hatırlayınca bunu rahatlıkla görmek mümkün oluyor. Hatta bu potansiyellerinin dahi altında kesinlikle. Bu arada Podolski Sırbistan karşısında penaltıyı kaçırdı ancak bu durum Sırpların penaltı şanssızlığının önüne geçmiyor. Gana maçında ceza alanında topa eliyle müdahele edip penaltıya sebebiyet veren Kuzmanovic'in pozisyonu ile Almanya maçında penaltıya sebebiyet veren N. Vidic'in pozisyonları neredeyse aynı. Radomir Antiç bu konu ile ilgili gerekli uyarıları son Avustralya maçından önce yapar herhalde... Hakem otoriteyi biraz tuhaf sağladı tabii. Oyuncularda hakemin çok kolay sarı kart çıkardıklarını gördüklerinde sert müdahelelerden fazlasıyla kaçınmaları da ilginçti. Bir pozisyonda hakemin görüş açısının önünde rakibine sert giren Mertesacker'in koşar adımlarla hakemin yanından uzaklaşması gözlerden kaçmayan bir ayrıntıydı. Sevgili L. Podolski'nin Sırbistan karşısında penaltı vuruşu Almanya'nın 1974'ten bu yana kaçırdığı ilk penaltı vuruşu olmuş bu. İlginç bir not. bu arada Alman tribünlerinde açılan Bosna bayrağı da gözümden kaçmadı. Fazla derinlere de inmeden selam olsun onlara da...

"Podolski tarihe geçiyor..."


Bana göre Sırpların Almanlara yaptığı çok büyük bir süpriz değil ancak Yeni Zelanda'nın Dünya Kupası'nın son şampiyonu İtalya karşısında öne geçip maçın da 1-1 tamamlanması başlı başına bir sürprizdir. İtalyanlarla ilgili çok güzel bir yorum vardı. " Takımı Juventus'tan kurarsan olacağı bu' diye. Ne kadar doğru bir yorum bilmiyorum ancak komple tüm takımın yaratıcılık fakiri bir hal aldıkları kesin. Benim zaten Pepe dışında gözüme çarpan bir oyuncu da yok. Bana kızmayın ama klasik tabir ile 'orta alan ile forvet arasındaki köprüyü' kuracak bir oyuncu yok İtalyanlarda. Herkesin sayıkladığı ve 'büyük eksik' dediği bu eksik ise tabii ki A. Pirlo'dan başkası değil. İtalya ihtiyacı duyduğu bu yaratıcılıktan o kadar uzaktı ki bu yaşında Del Piero ya da Totti olsa maç çoktan kopup giderdi bana. Hatta Laquinta gibi bir adam dahi(!) gol atabilirdi... Yeni Zelanda-İtalya maçı zaman zaman öyle bir hal aldı ki, Yeni Zelanda İtalyanların özellikle ikinci yarıdaki durumunu farkedip, kapanmadan kademe kademe ataklar geliştirse berbaerlik değil galibiyet dahi alabilirdi. Bu anlarda çekilen bir şutun kale direğini yalayıp auta çıkması da bunun bir kanıtı. O anda dakika 80'i gösteriyordu. Bunun farkına varamadılar ve kapanmayı tercih ettiler. Tabi Yeni Zelanda yine de 'haddini bildi'. Lippi için kötü şeyler söylemekten çekiyorum kendimi. Büyük bir taktisyen ancak maalesef Juventus sevgisi de takıma zarar veriyor zaman zaman. Yeni Zelanda karşısında da belki de takımın en mücadeleci en diri adamı Pepe'yi oyundan alıp, (Laquinta dururken) Camoranesi'yi oyuna alması belki de bunun başka bir kanıtıdır bilemiyorum... Tabii herşey bir kenara profosyonel bir ligi olmayan, tek profosyonel takımı da Avustralya liginde oynayan Yeni Zelanda (Attığı gol ofsayt olmasına rağmen) turnuvanın büyük sürprizlerinden birini gerçekleştirmiştir. Tabi bunlara Yeni Zelanda takımında oynayan bankacıların ve öğretmenlerinde olduğunu eklemek gerek...

"Yeni Zelanda'lı Smeltz Azzuriler karşısında gelen erken golü kutluyor. Kaleci Marchetti şokta..."


Cezayir turnuvanın en vasat ama benim fanı olduğum bir takım. İngilizlerin 'easy' dediği bu grup için benim temennilerin o kadar karışıktı ki, şimdi tam olarak neydi ben bile unuttum. Sonucunda Slovenya, Cezayir ve ABD'nin hepsinin İngilizlere okkalı bir tokat şaplatmasını istediğimi hatırlıyorum ama...  Ya da şöyle bir şeydi; "Cezayir ABD'yi yensin, ABD İngiltere'yi yensin, sonra herkes İngiltere'yi yensin..." ABD'nin Robert Green'inde yardımı ile bunu bir şekilde başarmasından sonra Cezayir sempatizanı olmama rağmen İngiltere'nin beklenen patlamayı Cezayir karşısında yaşayacağını istemeden de olsa düşünüyordum ama gel gör ki Slovenya'nın dahi savunmasını açmakta zorlanmadığı bizim Cezayir karşısında İngiltere çok aciz bir durumu düştü... Turnuva öncesinde İngiliz basının özellikle 'The Sun' gazetesinin yaratıcılığını konuşturarak attığı başlık olan 'Easy' yani England-Algeria-Slovenia-Yankees olan başlığı turnuvanın son maçı olan Slovenya karşılaşmasından önce 'Hard' olmuş durumda. Yıllardır bas bas bağırıyor İngiliz medyası 'bu takım otoriteden yoksun' diye... Bu bahsettikleri ororiteyi Capello sağlayamazsa eğer geriye başka bir alternatif kalmıyor... Fransa kadar karışık olmasa da özellikle medya aşırı yükleniyor milli takımlarına. Daily Mirror İngiliz tribünlerinde devre arasında kız arkadaşıyla öpüşüp koklaşan cengaverin maçın tek 'golünü' attığı servis etti okuyucularına, güzel tespit... 0-0 Biten bu maçta Cezayir milli takımında yer alan onbirde tam on oyuncu Fransa doğumlu ve birçoğu da Fransa genç takımlarında oynamış oyuncular. A takım seviyesinde Cezayir'i tercih eden cengaverlere helal olsun... İngilizlerin durumunu anlatan en güzel söz Bülent Timurlenk'ten geldi. " Bu İngiltere takımı kendi liginde ilk beşe giremez..."

"Rooney Cezayir maçının ardından iyi dileklerini yolluyor..."


Tarafsız bir şekillde ve Keita ile Elano'nun rakip takımlarda olması nedeniyle de meraklı bakışlarla izledim Brezilya-Fildişi Sahili maçını. Kimilerinin Brezilya'nın Saffet Sancaklı'sı dediği Fabiano'nun iki güzel gol attığı maçta bunun da önüne geçen (en azından bizim için) iki olay vardı halihazırda. Biri tabii Elano'nun sakatlığı. Ancak durumu iyiymiş ve Portekiz maçında oynayabilirmiş. Diğeri de tabii yarısı bizzat yine bizi ilgilendiren Keita'nın alışılmış 'sahtekarlığı'. Artık bu durum herkes tarafından kabul edilmiş durumda. Çünkü nereden bakılırsa bakılsın ve kim yaparsa yapsın saha içinde hiçbirşey yapmadan yürüyen Kaka'ya kasten çarpıp bir de yüzünü tutup yerde kıvranmak 'sahtekarlık'tan başka birşey değildir. Artık bu saatten sonra Keita gol kralı olmuş, TSL'de harika bir performans sergilemiş, benim için hiçbir önemi yok... Yabancı spikerler olaya tarafsız baktıklarından Keita'yi yerden yere vurmuşlar, bizse hala 'Bakalım yüzüne bir darbe var biraz' diyebiliyoruz. Aynı şeyi Rivaldo yaptığında işler değişmişti 2002'de... Gözümde bitik bir oyuncudur kendisi, Allah Rahmet eylesin... Fabiano'nun attığı ikinci golden sonra hakemle girdiği diyalogda ilginçti. Ömer Üründül'ün dudak okuma yeteneğini aradık tabii o anda ama yine de belli oluyordu. Hakem Fabiano'ya 'elinde aldın sanki...' demiş olabilir bilemiyorum... Yapılan Eyyamcı yorumları da boş değil o yüzden. Afrika takımlarına da ayrıca bir değinmek gerek aslında ama biz umutlanmışız fazlasıyla... Afrika futbolu Puma'nın reklamlarından ibaretmiş meğer. 

"Fildişi Sahili kalecisinin göremediği top.."


Fever Pitch ile taktiksel yayın;

İngiltere 0-0 Cezayir

" ... İngiltere kulübesinde sıklıkla yaşanan akıl tutulmasının son temsilcisi Fabio Capello. Yapmaya çalıştığım analizlerde hocaların tercihleri üzerinden gitmeyi tercih etmem ama, İngiltere halkının bile sorguladığı Heskey seçimini kabullendik, ancak 70 dakika tahammül etmek zorunda bırakılmayı kabul etmiyorum. Oyun şablonunu direk olarak uzun toplara dönen bir takım haline geldi İngiltere; işin komik tarafı bunu da oynayamaması. Uzun topun mantığında ikinci topların süpürülmesi vardır. Öte yandan Gerrard, Lampard ve Barry'nin yine hiçbir şey yapmaması şok edici cinsten. Gol yememeye o kadar konsantre ki İngiltere, ceza sahasının içine gömülüyorlar ve çıkışlarda inanılmaz zorlanıyorlar. Bugünün ilk maçı doğrulayan verilerinden biri de, basan her takımın İngiltere'yi kolaylıkla bozabileceği. Barry ve Lampard'ın döküldüğü, Rooney'in onlardan geride kalmadığı, Lennon'ın çizgide hakemin koşularına eşlik ettiği, geri kalanı da top kabızı adamlar olan takımda işin Gerrard'a kalması kadar normal bir şey olamaz. Bu durumu çok basit değişikliklerle çevirebilecek olan Capello'nun, önce Lennon-Philipps, sonra 86'da Crouch değişikliği yapması ise fiyaskodur. Defoe sonrası biraz yalpalayan Cezayir'in ikinci yarı bu kadar sinmesi de komik. Bu kadar rezil bir İngiltere az bulunur zira... "

Gecenin Bonusu; "Vuvuzelayı susturan kahraman Cezayirli"...


" Cristiano Ronaldo 7 golun keyfini çıkarıyor..." (Portekiz 7-0 K. Kore)



" F*ck...!"



İspanya Honduras maçından önce... (İspanya 2-0 Honduras)

18 Haziran 2010 Cuma

İspanya'dan Büyük Beklentiler ve Azteklere bir Teşekkür...


Kupada yaşanan ilk büyük sürprizin kurbanı maalesef İspanya oldu. Beklentilerin büyüklüğü aynı boyutlarda bir hala kırıklığını da beraberinde getirmiş oldu şanssızlıklarla beraber...

İspanya milli takımı Almanya'da 2006'da düzenlenen Dünya Kupası'nda yine alışıldığı üzere hayal kırıklığı yaratmış ve Euro 2008 öncesi de kupayı almasının zor olduğu görüşünde birleşilen bir takımdı. En azından harika bir futbol oynayıp şampiyon olacakları çok az kişi tarafından iddia ediliyordu. Bu durum hem onların üzerindeki baskıyı azaltmıştı, hem de istedikleri oyunu rahatlıkla sahaya yansıtıp finale kadar gitmelerine neden olmuştu. Fakat şimdi 2010 Dünya Kupası'nda beklentiler İspanya'nın şampiyon olacağı yönünde. 2 yıl önce Viyana'da Almanya ile oynayan İspanya milli takımı ile Kupa'da İsviçre karşısında mağlup olan İspanya milli takımı arasında kağıt üzerinde ne gibi farklar vardı? Gerçekten çok az. Orta alanda Senna'nın bölgesinde Xabi Alonso, defanstaki Marchena'nın yerinde ise Pique dışında hiçbir fark yok. Kenarda oturan sorumlu ise Aragones değil, Del Bosque ki bunun somut anlamda İspanya'nın oyununa çok fazla eksi bir etki yaratacağını ve İsviçre maçında yarattığını da düşünmüyorum...

İspanya tıpkı Euro 2008 ve onun devamında gelen oyun tarzının aynısı ile başladı İsviçre maçına ancak son düdük çaldığında skor tabelasında İsviçre'nin maçı 1-0 kazandığı yazıyordu. Peki bu nasıl gerçekleşti? Şimdilik herşeyden bağımsız olarak bu konu hakkında söylenebilecek iki şey var. Biri İsviçre'nin ütündeki O. Hitzfeld etkisi, diğeri de İspanya'nın ciddi anlamdaki şanssızlığı ve üzerlerindeki büyük beklentiler...  Özellikle İsviçre'nin başında O. Hitzfeld'in bulunması diğer iki etkenden kat be kat daha etkiliydi İsviçre'nin galibiyetinde. İSpanyol futbolunun sık sık ayağa pas yapan ve rakibi bunaltan pas trafiğinin karşısında Hitzfeld'in bir anda tek bir pas ile pozisyon bulabilen bir takım yaratması İspanyolları zora sokan bir etken oldu. Herşeyin farkındaydılar ve önlemlerde buna yönelik geldi doğal olarak. İsviçre'de İspanyolların öldürücü pas trafiğini kesmenin yollarına başvurup başarısız olmak yerine Hitzfeld'in farklı oyun anlayışını deneyerek (kimilerine göre anti futbol ya da kötü futbol) Kupanın ilk sürpriz sonucuna da ulaşmış oldu. Maç sonunda yapılan şu örnekleme de esasında deyim yerinde ise 'cuk' oturan cinstendi. " İspanya Barcelona ise Hitzfeld Mourinho idi..."

Ancak İsviçre maçının sonucu ne olursa olsun bu durum halen İspanya'nın turnuvanın favorisi olduğu gerçeğini değiştirmez. Hitzfeld'in İspanyollar karşısında aldığı önlemlerden bağımsız olarak İspanya'nın yine ayağa çok iyi paslar yaptığı, bunların neticesinde maçı çevirebilecek pozisyonlar bulduğu ama daha önce de dediğim gibi ufak ta olsa şanssızlık faktörünün de etkili olması yenilgiyi hazırladı... İspanya'nın beklendiği üzere öyle ya da böyle gruptan çıkacağını düşünüyorum ancak zor olan İspanya'nın gruptan ikinci olarak çıkması halinde Brezilya ile karşılaşma ihtimali...

Gelelim 'Fransızlara'... Görmüş olduk ki Futbolunda adaleti varmış bazı zamanlarda. T. Henry'nin maç 2-0'a geldiğinde yedek kulübesindeki yüz ifadesini görünce 'adalet' diyen sadece ben değildim büyük ihtimal. İrlandalı kardeşlerimiz Dublin'deki publarda 22'lik Hernandez'in ve 37'lik Blanco'nun golüyle kocaman bir selam çaktılar Paris'e doğru... Maça Meksika'nın İrlanda yeşli be beyazı ile sahaya çıkması da pek bir manidar oldu doğrusu... 1998'de Dünya Şampiyonu olan bir ülkeydi Fransa.

Popülerdi de ayrıca... Euro 2000'de İtalya karşısındaki oyunları, Trezeguet'in volesi unutulmadı. Yıllar geçti, Henry denen bir adam yemyeşil İrlanda'nın hayallerini yıktı, şimdi de ortaya Fransız şairi görünümlü, elindeki yıldızları kullanamayan ve bir aksilik çıkıpta Fransa'yı yönetmeye devam etmesini istediğim, Eric Cantona'nın " 16. Louis'den bu yana Fransa'nın başına gelen en kötü şey" dediği R. Domanech'in rezil Fransa'sı çıktı ortaya... Bana da şimdi içimin yağlarının erimesinin keyfini çıkartmak ve Fransa karşısında Bafana Bafanalara da başarılar dilemek kalıyor... Paris'in Fransa 98 ruhu beklerken karşısında Kore ve Japonya'da gol atamadan elenen 2002 ruhunu bulması da çok manidar oldu. Hoşgeldin 2002 ruhu...



Fever Pitch ile Taktiksel Bakış; 

Arjantin 4-1 Güney Kore

"... Arjantin'in sahaya dizilişi ciddi derecede sıkıntılı bana göre. Di Maria ve Maxi çok çizgideler böyle bir yapı için. Kenarları kapatayım derken göbeğin savunmasını tamamı ile Mascherano'ya bırakmak ne kadar akıl karı? Sakatlığı geçince Veron girecektir bu bölgeye ama Arjantin'in hatlarının kopukluğu devam ediyor. Koca maç boyu atılan gollerin hiçbiri setler üzerinden gelmedi. Nijerya maçında da benzer sıkıntı vardı. Son bölgeye kadar geliyor Arjantin ama son bölgede tamamen isimlerin ayağına bakıyoru; ki Messi şu ana kadar fazlasıyla yapıyor üzerine düşeni. Ancak hatları sağlam, sert bir takım kısırlaştıracaktır Arjantin'i. Mutlak suretle son bölgede hücum çeşitliliği sağlamalılar. Orta saha ise rakipler tarafından kolay geçiliyor. Cambiasso'nun olması, takımı daha sert, daha dengeli, daha organize hale getirebilirdi. Cambiasso'nun topla çıkışları da uç bölgede ekstra adam ihtiyacını, hücum koordinasyonunu getirebilirdi Arjantin'e. Güney Kore ise organizasyonu zayıf Arjantin'i birinci bölgede pasifize edip, en iyi yaptıkları iş olan çabuk oyunlar yıkma peşindeydi. Kendi kalelerine attıkları gol motivasyon olarak dağıttı onları. Demichelis'in hediyesi sonrası biraz daha cesur çıkışlar yaptılar ama buldukları bir tane net pozisyon var. Eh gol için açılırsanız Messi gibi bir adamın işini kolaylaştırıyorsunuz istemeden.... "

" Higuain ceza alanındaki ışığın ve gol arzusunun diğer adı.."



Fransa:0 Meksika:2

" ... Meksika ise sabırlı bir şekilde mücadele etti, sakatlanana kadar uzun toplarla soldan Vela'yı savunma arkasına sarkıtmakta 1-2 kere başarılı da oldular ama Vela'nın yanlış seçimleri Meksika'yı erken bir golden etti. Daha sonra Vela oyundan çıkınca ben Guardado'yu beklerken oyuna Barrera girdi, daha önce hiç izlemediğim bu oyuncuyu gayet başarılı buldum, Franco hariç Meksika hücum hattının genel özelliklerini taşıyan kısa, hızlı, çevik ve teknik bir oyuncu izlenimi verdi Barrera; kısacası Vela'yı aratmadı. Bunun dışında Franco ile de bazı müsait pozisyonları değerlendiremeyen Meksika'da ataklar genelde hep sol kanattan gelişse de Giovani Dos Santos yine de etkili bir oyun ortaya koydu. Dikkatimi en çok çeken isimse hem savunmada hem de hücumda maç boyu müthiş oynayan Salcido oldu... "


" Herşeyin Kısa Bir Özeti gibi..."



"Azteklere Teşekkürler..."


Günün Bonusu zavallı Robert Green. Antrenmanda da ABD karşısında yediği golün benzerini yemiş, topu elinden kaçırmış...

Oh God!

16 Haziran 2010 Çarşamba

Bilinmeyen Ülkeden, Doğusu Batısı Olmayan Ülkeye...


Kore'nin bilinmeyen yakası Kuzeyi... Brezilya ile oynadıkları grup maçında onlara karşı sempati beslemek kadar doğal birşey yok. Fakat herşeyden bağımsız. Ne liderleri Kim Jong-II'yi, nede halkı açlıktan kıvranırken füzelere, silahlara para veren hükümetini düşünerek. Maçtan önce açılan pankart herşeyi özetliyor esasında: " Forget politics for 90 mins" . Sadece 90 dakika. Maç boyunca herşeyi bir kenara bırakıp futbola odaklanalım istiyorlar hepsi bu... Fakat futbolu hayata her daim fazlası ile bağdaştıran ben maç seramonisinde kendi milli marşı çalarken Kuzey Kore'li oyuncu Jong Tae Se'yi ağlarken görüyorum ve başlıyorum düşünmeye...

Jong Tae neden ağlıyordu? Tribünlerde az önce bahsettiğimiz pankartı gördüğü için mi? Yoksa en kaba tabirle ülkesinin kaderine mi ağlıyordu? Ya da tıpkı Türk milli takımının 2002'de yaptığı gibi yıllar sonra Dünya Kupası'na katıldıkları için mi? Belki de kendi insanı için ağlamıştır... Çünkü onlar Brezilya karışısında mücadele ederlerken sahada ter döktüğü ülkesinin halkı onları izleyemeyecekler. Liderleri olan Kim Jong sadece takımın galibiyetlerinde ülkeye yayın yapacak. O da sansürlü... Evet, nereden bakılırsa bakılsın bir ağlama nedeni bu... 

Maçtan önce bakıyorsun, dediğim gibi bu futbolcuların ülkesini yöneten adamları bir kenara bırakıyorsun ve bakıyorsun... Aynı tip kesilmiş saçları, Brezilya, Arjantin ya da İngiltere kadar havalı bir markaya yaptırılmamış formaları ile sahadaydılar... Sadece birkaç oyuncusu yurt dışına çıkabilmiş (Yurt dışından kasıt Japonya ve Rusya) bu takım İlk dakikalarda Brezilya karşısında, belki de iki üç yıl öncesine kadar sadece televizyondan (o bile zor olabilir) görebileceklerini düşündükleri oyunculara karşı afalladılar... Her Faulden sonra kesintisiz ellerini uzatıp yerdeki meslektaşını ayağa kaldıran bir Kuzey Kore'ydi sahadaki.  Kısıtlı imkanlarına rağmen, acemiliklerine rağmen Brezilya'ya karşı hücum yaptıklarında bir anda etkili de olabiliyorlardı zaman zaman. Ancak onların ayakları Güney'deki komşuları kadar yetenekli değildi... 

Uzakdoğu'nun en uzak köşesinde, içinde 23 milyon kişinin yaşadığı koskoca bir ev. Evin sahibi Kim Jong. Bütün perdeleri kapattı; kendisi herkese yetecek kadar parlaktı ona göre. Diğer devletlere, halkalara popüler hiçbirşeye gerek yoktu onun için... Fakat biz onlara rağmen sevdik Kuzey Kore'yi... 

Güzel attı Maicon... Peki o pozisyonda Daniel Alves olsaydı?


Şili ve Honduras'a da teşekkür etmek gerek. Belki çok fazla gol sesi çıkmadı ama kupa boyunca en zevkli mücadeleyi izlettiler bizlere. Gol atmasına rağmen skora yatmayı aklından bile geçirmeyen Şili, o kadar baskıya rağmen kendini ezdirmeyen bir Honduras... Şili hakkında da pek birşey bilmiyorduk aslında. Alexis Sanchez çalımları bir bir atarken ve yüreğimize girerken bizlerde neredeyse ona oturduğumuz yerden İnti İllimani nameleri ile eşlik edecektik. Alexis Sanhez'in karşısında ciddi bir rakip yoktu geyiğine girmeye hiç gerek yok. Onu ve arkadaşlarını izlerken aldığım zevkin yarısını Arjantin-Nijerya maçında alamadım ne yazık ki... Hiç bir şeye girmeden, fazla derinlere dalmadan izlediğim takımın beni şaşırtmasına ve ekrana bağlamasına izin verdim sadece... Bana bugün heyecan vermeyen ama galibiyet alan uyuz İsviçre değil, heyecanlı Şili gibi takımlar gerek turnuva boyunca. Tabii ki aldığın sonuç güzel oyundan daha önemli. Fakat ikisi bir araya gelince inanılmaz bir tutku çıkıyor ortaya, biz de izliyoruz... Son olarak Şili'nin bize bir artısı da taraftarlarının tıpkı diğer Güney Amerikalılar Arjantin taraftarı gibi sesleri ile vuvuzelayı bastırmaları oldu... Şimdi Şili'den istekler İspanya'nın bir türlü açmayı başaramadığı İsviçre savunmasının kilidini açması yönünde. 

Teşekkürler Doğusu ve Batısı olmayan ülke; Şili...


Taktiksel Bakış;

Fildişi Sahili 0-0 Portekiz

" Mart ayında teknik adam değişimine gidip turnuvaya Sven Goran Eriksonn ile gelen Fildişi Sahili'nin ne oynayacağını merak ediyordum. Eriksonn'un fazlasıyla kontrollü ve defansif sonuç oyunu ile öldürdüğü İngiltere'yi dikkatli seyretmiş biri olarak, geçen turnuvanın sempatik, basan, ısıran takımına neler yapabilir diye düşünüyordum. Açıkçası geçen turnuvada tecrübenin, kontrolsüzlüğün ve heyecanın cezasını çeken Fildişi Sahili çok daha olgun gözüktü. Atletik ve sert yapılarını biraz kontrol altına alan Eriksonn 4-3-3 biçiminde dizdi sahaya takımını. Kenarlarda Demel ve Tiene ile klasik savunma sertliğini sağlarken, dinamik orta 3'lüde göbeğe Yaya Toure'yi koyarak takımın hem futbol aklını, hem sertliğini arttırdı. Yanında Romaric yerine Eboue tercihi tartışılabilir ama, Eboue'nin sırıtmadığını söyleyebiliriz. Dindane-Gervinho-Kalou üçlüsünün sık yer değiştirmesi oyunun, 4-4-1-1 gibi de okunmasına neden oldu. Defansını orta sahaya kadar iten ve Portekiz'in topla oynamasına izin vermeyen yapıları rakibi maçın tamamına yakın bir bölümünde pasifize etti ama final paslarındaki beceriksizlikler nedeniyle sonuca gidemediler. "

Portekiz 0-0 Fildişi Sahilleri. " Drogba? O kol nasıl kaynadı bir haftada ?... "


Güney Afrika 0-3 Uruguay... Forlan'ın golü, Boliç'in ManU'ya 1999'da attığı golün yeşili...



Ve Gecenin Bonusu...


İspanya'nın İsviçre'ye yenildiği maça ayrıca değineceğiz...



Son olarak Tavsiye; Gizli Ülke Kuzey Kore.

15 Haziran 2010 Salı

2010 Dünya Kupası'nda Hollanda için beklenen 'şanssızlığını' kırması ve futbol tarihlerinde bir ilki başarması...


Hollanda, Almanya'dan sonra güzel oyunu beklediğimiz ikinci ülkeydi şu ilk maçlar içerisinde. Almanya'nın bizleri doyuran tek takım olmasını Avustralya'nın kötü oyununa bağlamak ta pek tabii mümkün ancak bizlerinde Hollanda'nın Danimarka karşısında yetenekli ayaklarından beklediğimiz en azından Euro 2008'deki gibi bir başlangıcı tekrar yaşatmalarıydı. Hollanda milli takımı için Danimarka maçında gösterdiği performanstan sonra 'bu iş olmaz' demek için çok erken. En azından daha ilk maçtan sonra. Ancak beklentilerinde altında kaldıkları şimdilik bir gerçek...

Bu beklentilerin kaynağı hiç şüphe yok ki 1974'ten başlıyor 1988 ile zirveye çıkıyor ve 1998in, 2000'in, 2008'in Hollanda milli takımına ve oyununa kadar dayanıyor. Saydığım bu yılların ortak özelliği belli. Euro 88 dışında bu kadar güzel oyuna rağmen bir türlü sonuca ulaşamamaları. Fransa 98 ve kendi ülkelerinde düzenlenen 2000 Avrupa Şampiyonası büyük benzerlik gösteriyor aslında. 1974 Hollandasına en yakın oyunu sergiledikleri 1998 ve 2000 turnuvalarında yarı finallerde birinde Brezilya'ya diğerinde de İtalya'ya elenmeleri gönüllerin şampiyonu sıfatını tamamıyla yapıştırmıştı Hollanda'nın üstüne. Üstelik çok şanssız bir şekilde, penaltılarla... 2000 yılında İtalya karşısında inanılmaz bir baskı kuran Hollanda bir türlü galibiyete ulaşamamıştı. Doğal olarak bu bağlamda kendi kendini yok edebilen bir Hollanda takımından bahsetmek mümkün olabiliyor. Bu farklı ve şanssız geçmişin ardından 2010 Dünya Kupası'nda Hollanda için beklenen 'şanssızlığını' kırması ve futbol tarihlerinde bir ilki başarması. 

Dün Danimarka karşısındaki Hollanda milli takımına baktığımızda geçmişteki oyunu göremediğimiz, en azından beklentilerin bu olmadığını söylemeliyiz. Ancak Söylenmesi gereken bir durumda yıllar önce gönüllere yerleşen 'Total Futbol' un günümüz futbol anlayışında, bu kadro yapısı ile Hollanda milli takımı tarafından uygulanamayacağı. İnanılmaz bir değişim içine giren taktik anlayışlar birbirlerini söndürebiliyorlar. Alışılagelmiş hucüm futboluna yatkın oyuncu profillerini yıllar yılı kadrosunda bulunduran portakallar maalesef dün Danimarka karşısında Van Persie, Sneijder, Kuyt ve Van der Vaart'ı aynı anda ilk onbir de kullanmasına rağmen bir türlü beklenen oyunu sergileyemedi. Oyuna sonradan giren Hamburg'lu genç yıldız Elias maç boyu Hollanda milli takımına hareketlilik getirebilen tek isim oldu. 2-0'lık galibiyetinde maç boyu Danimarka adına en beğendiğim isim olan Simon Poulsen'in ters kafa vuruşunun ve defansın bir anlık dalgınlığının etkili olması Hollanda adına şans faktörleri olarak gösterilebilinir. Ya da başka bir deyişle 'kazanmayı bildiler' demek daha uygun olacaktır. 

" Sanırım yeni farkına vardık Elias'ın... "


Az biraz da Vikinglerden bahsedelim. Öncelikle savunmalarının Hollanda savunmasından daha iyi olduğunu söylemiş olursam yanlış bir cümle yazmış olmam herhalde. Esasında Hollanda'nın beklentilerin altında silik bir görüntü içerisinde olmasında bu savunmanında etkisi yok değildi... Ancak sadece savunma anlayışı ile bir takımı durdurmaya çalışırsanız ve ileride yaratıcılıktan uzak forvetlerinizle 'belki atarız bir tane' anlayışında olursanız gol yemenin önüne geçemiyor, maçı da öyle ya da böyle kaybediyorsunuz maalesef. Hollanda'nın defans hattı ne kadar güven vermiyorsa aynı şekilde Danimarka'nın da hücum hattı güven vermiyor. Yine Morten Olsen'e laf etmek haddimize değil tabii ama oyuna sonradan girmesine ve 90 dakika izleme şansına erişememe rağmen N. Beckmann'ın milli takım düzeyinde bir oyuncu olduğunu düşünmüyorum.

" Tribünler sahadaki oyundan bağımsız her daim güzel... "


Talihsiz bir maçtı Hollanda - Danimarka maçı. Şimdi tek istediğimiz Hollanda'nın bir an önce beklentileri karşılayacak oyuna ulaşabilmesi. Bu arada günün tek maçı değildi pek tabii. Japonya-Kamerun maçını canlı skordan takip etmem, İtalya-Paraguay maçını da ikinci yarısında yakalayabilmem nedeniyle bahsetmesek daha doğru olacaktır. 

Taktiksel Bakış;

Hollanda 2-0 Danimarka

" Van Persie'yi en önde bırakan, sol içerden Van der Vaart ve sağdan Kuyt ile onu destekleyen deforme bir 4-3-3 ile oyuna başlayan Hollanda'yı Olsen 4-1-4-1 ile karşıladı. Özellikle maçın ilk yarısında Hollanda'nın düşük temposunu, defansı geride kurarak ve alan bırakmayarak karşılayan Danimarka'nın savunma anlamında ilk yarı planlarının tuttuğunu söyleyebiliriz. Öte yandan hücuma çıkarken, setler sırasında o kadar çok basit hata yaptılar ki, maç anlamsız bir orta saha mücadelesine dönüştü ilk 45in önemli bir bölümünde. Her şeye rağmen elle tutulur tüm atakların da onların ayağından geldiğini söylemek yanlış olmaz. Jorgensen ve Poulsen'in tuttuğu orta saha, sakatlık nedeniyle randımanı düşen Bendtner ile birleşince ileride top tutma işi Rommedahl'a kaldı. Birkaç kontrada etkili olsa da, maçın genelinde hücum anlamında hiçbir şey koyamadı ortaya Danimarka ki, hemen hiç organize olamayışları bunun altındaki temel neden. "

TRT - HD'den alınmış maç özetlerini indirmek isteyenler için;

Hollanda - Danimarka | Japonya - Kamerun | İtalya - Paraguay


Günün Bonusu. " Lugano heryerde Lugano, Koçum..."


Tavsiye;

"North Korea will win the World Cup"


13 Haziran 2010 Pazar

Danke, Danke, Danke, Danke...


Almanya'ya hemen teşekkürlerimizi sunalım sıcak sıcak. Arjantin-Nijerya maçı ile turnuvanın başladığını ve güzel maçların bizi beklediğini düşünürken, bugün Almanya geldi yetişti imdadımıza. Çok ta güzel oldu açıkçası. 

Sahada izlenmeye değer birşeyler olduğunda o tribünlerde gol seslerini, tepkileri yok eden zımbırtının da sesi batmıyormuş onu da anlamış oldum. Lahm bastırdıkça, Klose yokladıkça, Mesut arapaslarını verdikçe Vuvuzelanın da etkisi kaybolup gitti. Çile çekiyorduk resmen ama güzel oyunla biraz olsun rahatladık. Hazır vuvuzeladan konu açılmışken söyleyelim, yasaklanması gündeme gelebilirmiş. Sevmiyoruz fakat yapımızda var her türlü yasağa da karşıyız yapacak birşey yok... Tıpkı bu gece olduğu gibi golleri ve güzel oyunu gördükten sonra duymuyoruz zaten...

Klose kafa golünü atınca aklıma iki şey geldi. Birisi işin içinde kafa golü olunca 2002'deki Almanya-Suudi Arabistan maçı ve Klose'nin taklaları tabii. Aynı taklayı tekrar görmek isterdim açıkçaı golden sonra ama o anda aklına gelmedi demek ki. Aklıma gelen ikinci ayrıntı da Avustralya kalecisi Schwarzer'ın Klose'nin golünde içine 'Euro 2008'deki Rüştü' nün kaçması oldu. Klose Türkiye ile oynanan yarı final maçın da da aynı golün benzerini de Rüştü'nün hatalı çıkışı sonrasında atmıştı, üzmüştü bizi... 

Gelelim Mesut Özil'e. Bir yandan neden Türkiye'yi seçmedi diye zaman zaman düşündüğümüz bu adam bir yandan da gol kaçırdıktan sonra 'A...K...' diyerek ne kadar da bizden biri olduğunu gösterdiğinde de seviniyoruz açıkçası. 'Alman ama sapına kadar Türk koçum benim...' İşin esprisi bir yana hakikaten Almanlar aradığı yaratıcılığı çoktan bulmuş durumdalar. Bizim Hayko'da yeterince memnun ediyor zaten Almanları. Tüm ataklarında onun ayaklarında şekillenmesi takımın da beyni olduğunu gösteriyor ayrıca. Bu arada Mesut'tan bahsederken de söyleyelim, bugünkü Alman gollerinde Türkün katkısının yanında Brezilyalının ve Polonyalının da katkısını görmezden gelmeyelim... Alex de Sousa'nın da Twitter'dan 'Acaba Hitler Golü bir Polonyalı ile siyahın attığını görse ne derdi' demesi de gecenin konuyla ilgili bombasıdır kanımca... Almanlar 'Finale Finale!' diye bağırıyormuş, e haklı adamlar... Bu arada sık sık Neill'ın savunmaya ve diğer arkadaşlarını veryansın ettiğini gördük. Adamın kaderi bu... Yanıda ve çevresinde oynayanlar delirtiyor adamı. Almanya'dan da İspanya için pay çıkartmadan geçmeyelim. Efendim aynı oyunun iki katını bizim çocuklardan da görmek istiyoruz haliyle...

Almanlara futbol ziyafeti ve dört golü için dört kere; Danke, Danke, Danke, Danke...

" Golü atanlardan biri Polonyalı, diğeri Brezilyalı. Hitler görse ne derdi? " Alex de Souza...


Gün içinde sempati duyduğum Cezayir'den umutluydum esasında. 2010'a gelmeden önce Mısır ile oynadıkları son play off maçında gelen 1-0'lık galibiyetten sonra yaşananlar, kaleci Chaouchi'nin elinde Cezayir bayrağı ile üst kale direğinde unutulmaz fotoğrafların çekilmesine vesile olması, yine aynı maçta takım olarak müthiş bir hırs sahibi olduklarını göstermeleri 2010 Dünya Kupası öncesinde İspanya'nın yanına onları eklememi sağlamıştı. Ama gel gelelim ilk bir dakika da seri paslar dışında beni zerre umutlandırmayan bir takım olmuş Cezayir. Mısır ile oynanan maçlarda efsaneleşen kaleci Chaouchi'nin de yediği gol evlere şenlik hakikaten. Peki ya Ghezzal Davala'ya ne desek? Elemelerde gösterdiği performansın yarısını gösteremedi Cezayir. İngiltere karşısında ABD'lileri destekledik, ABD'liler karşısında da doğal olarak Cezayir'i destekleyeceğiz tabii ama bu futbolla olmaz o iş... Umarım turnuvaya sadece saç şekilleri ile renk katmazlar... Slovenya'nın da Cezayir'den aşağı kalır yanı yoktu. Rusya gibi oyununu beğendiğim bir ülkenin yerine burada yer almalarının yanında şans golü ile galip gelmelerinden sonra daha da bir antipatik yaklaşıyorum artık kendilerine. 


Günün son paragrafı da 'Serbia' ya. Sağ olsunlar onlar da içimizdeki beklentiler dağıtıp atan futbolları ile hayal kırıklığına uğrattılar bizi. Halbuki ben önceden de söylemiştim, Sırbistan gizli favorim diye. Ama 2006'ya gol yemeden harika bir futbolla giden Sırbistan Karadağ gibi onlarda hayal kırıklığı ile başladılar turnuvaya. Maçın son anlarında on kişi kaldıktan sonra bir puana razı olmuşken Gyan'dan yenilen penaltı ve alınan yenilgi de cabası. Ne Krasic'i CSKA'daki kadar atak ve konsantre gördük, ne de Zigic'i... Zigic demişken, Antic ustaya saygımız sonsuz tabi ama neden onu orta sahaya yakın kullandığını da anlayamadım. Zaman zaman sanki Vidic'in defanstaki partneri Zigic zanneden olmuştur eğer futbolu yakından takip etmiyorsa... Sırplarla ilgili ufak bir ayrıntı da Stankovic'ten. Kendisi rekor kırmış durumda. Dünya Kupaları'nda Yugoslavya, Sırbistan-Karadağ ve Sırbistan milli takımları ile birlikte 3 farkl forma ile boy göstererek... Gana'da Appiah'ı iki koluna taktığı beyaz bantlar ile görmek çok güzeldi. Bir an Fenerbahçe'de oynadığı günleri gözümün önüne getirip özlemedim de değil hani... 

" Bu kez Şampiyon Afrika'dan... mı? "


Son olarak TRT-HD'den alınmış maçların kısa özetlerini indirmek isteyenler için;

Cezayir - Slovenya     |     Sırbistan-Gana     |     Almanya-Avustralya


Fever Pitch ile Taktiksel Yayın;

Almanya 4-0 Avustralya

" ... Savunma ve hücumu Kedira-Schweinsteiger ile bağlayan Löw'ün öndeki dörtlüyü müthiş hareketli kullanması, takımın genel organize yapısı ile birleştiğinde seyir zevki yüksek kareler ortaya çıkardı. Hiç şüphesiz şu ana kadar izlediğimiz en iyi takım Almanya. 4-2-3-1 daha kusursuz oynanamazdı. Oyun her anında hareket ettiler ve çabuk oynadılar; oyunun anahtarı ise kesinlikle hareket. Mesut'un müthiş saha görüşüne takımın hareketi katılınca, üzerine Avustralya'nın dökülen tandemi eklenince rakibini sürklase etti Almanya... "



Gecenin son bombası da The Guardian'dan. Arjantin kupayı alıp Maradona dediğini yaparsa ortaya nasıl bir görüntü çıkar sorusunun cevabı. Allah'tan Basile'nin dediğinden yola çıkarak onu resmetmeye kalkmamışlar...


Blog Widget by LinkWithin
 
Copyright 2009 Barbarossa. Powered by Blogger Blogger Templates create by Deluxe Templates. WP by Masterplan