27 Kasım 2011 Pazar

Bitmeyen Şarkı...


Real Madrid, Atletico Madrid karşısında bu sezonun ilk maçında da yıllardır olduğu gibi aynı nameleri çaldı. Madrid'in diğer takımı Getafe'nin de 'Real Madrid'e sunduğu Barcelona galibiyeti hediyesi ise, gecenin daha da güzel bitmesini sağlayan tuz ve biber oldu.

Arda Turan'ın da yer aldığı ilk 11'i ile sahaya oldukça umutlu bir giriş yapan Atletico Madrid, Adrian'in erken golü ile öne geçti ve hem kendi taraftarına, hem de 'Genç Katalanlar' a 'Belki' dedirtti. Ancak hemen herkes, bu karşılaşmanın Real Madrid tarafından bir şekilde çevrilebileceğinin de farkındaydı ve nitekim öyle de oldu. Rakip kalecinin atılması ise bu durumu daha kolay ve olur kıldı.

Saçlarını 'orta okul' yıllarımdaki gibi yapan Cristiano Ronaldo ile başlayan gol serisi, Di Maria, Higuain ve yine Ronaldo ile devam etti. Maç tamamlandığında ise 10 yılı aşkın süredir devam eden 'Madrid Derbisi' nin bitmeyen şarkısı yine Santiago Bernabeu'da çaldı.

En son Ekim 1999'da (Real Madrid'i yendikleri sezon Real Betis ve Sevilla ile beraber küme düşen takımlardan biri oldular.) Real Madrid'i yenmeyi başaran Atletico Madrid, bu sezon takıma yaptığı yatırımlar ile belki de 1999'dan sonra bu sezon yenmeye yaklaşabilirdi ancak işler istendiği gibi gitmedi. Bunun üzerine takımda Milli kampta sakatlanan R. Falcao'nun da olmayışı işin tuzu biberi oldu.

Barcelona karşısında bile dişe diş oynayan, hem Camp Nou'da, hem de sahası Vicente Calderon'da yine Barça'ya karşı aslan kesilebilen Madrid şehrinin Atletico'su, Real Madrid karşısında yıllardır bir türlü istediğini alamıyor. Kaldı ki maçın sonlarına doğru Real Madrid kale arkasında 'Ultras' grubunun açtığı pankartta 'el Derbi Madrileno'nun' işlevini yitirdiği vurguland. Doğru. Ortada bir derbi ve bir rekabet olması adına iki takımdan birinin sürekli kazanması doğru olmaz...

Şimdi Barcelona ile puan farkı 6. Gecenin unutulmaması gereken bir ayrıntısı ise Xabi Alonso'nun sarı kartı 'isteyerek' görüp 10 Aralık'taki El Clasico öncesinde cezalı duruma düşmekten korkması. Santiago Bernabeu'da oynanacak olan Barcelona maçının Real Madrid tarafından kazanılması halinde (aradaki hafta puan kayıpları olmazsa) puan farkı 9 olacak. Buradan sonra da sanıyorum Real Madrid şampiyonluğu vermyecektir.

Son olarak, son 3-4 yılda çok kullanılan bir argüman haline gelen 'Bu sezon İspanya'da şampiyonu belirleyen El Clasico olacak' cümlesi, en azından ilk El Clasico'da anlamını yitirmiş durumda. İspanya'nın sadece iki takımdan ibaret olduğunu düşünenler de, Barcelona'nın 6 puan geride kalması ile bu durumu tekrar düşünmeye başlayabilirler...

Fotoğraf: Real Madrid CF v Club Atletico de Madrid - Liga BBVA By: Denis Doyle @Getty Images Sport

25 Kasım 2011 Cuma

AVB, baskı olduğuna inanmıyor ancak işaretler tam tersini söylüyor.

Bayer Leverkusen karşısında son dakika golüyle gelen mağlubiyet, Chelsea Teknik Direktörü Andre Villas-Boas'ın son dönemde üzerindeki baskının daha artmasına neden olacak.

Takımın zamana ihtiyacı olduğu yönündeki görüşlere katılmadığını belirtmiş ve ilk sezonunda başarılı olacağına olan inancının tam olduğunu ifade etmişti.

Ancak son dönemdeki düşüş sonrasında eleştiri oklarının Portekizli teknik adamdan çok Chelsea kadrosuna yöneldiğini söylemek yanlış olmaz. Bazı açıklama hataları, taktik yanlışlar ve savunma kurgusundaki kırılganlıklar, genç teknik adamın eksikleri olarak nitelendirilebilir.

Chelsea oyuncularının da sahada sergiledikleri performansla hocaları Villas-Boas'a yardımcı olduklarını söylemek zor. Hafta arasında yaptığımız bir analizde, bazı Chelseali oyuncuların Villas-Boas'ın düşüşüne engellemek için yeni yıl öncesinde bir toparlanma için girip girmeyeceklerini tartışmıştık. Bayer Leverkusen maçında gördük ki, Chelseali oyuncuların kısa vadede toparlanma gibi bir niyetleri yok.

Sezon başında Valencia'dan yüksek bir bonservis bedeliyle Chelsea'ye transfer edilen ve kısa sürede olumlu işler yapan Juan Mata, takımın genelinde olduğu gibi ciddi bir düşüş içinde. Hem Liverpool hem de Leverkusen maçlarında istenen görüntüden uzaktı İspanyol yıldız. Mata'daki düşüşte Frank Lampard ve Raul Meireles'in etkisizliğinin de etkisi büyük.

Portekizli teknik adama Leverkusen maçında en büyük ihaneti ise güvenmediği savunma oyuncuları yaptı diyebiliriz. 1-0'lık üstünlüğü koruma adına oyuna alınan 29 yaşındaki savunma oyuncusu Alex'in etkisiz performansı, yenilgide kritik rol oynadı.

Bu sıkıntılı dönemde genç teknik adamın yüzünü güldüren genç bir oyuncu var. Dider Drogba'nın golünün de hazırlayıcısı olan Daniel Sturridge, düşüşe geçen

Chelsea'nin yükselen yıldızı olarak dikkat çekiyor. Transfer olduğu dönemde şüpheli gözlerle onu izleyenler, bugün ayakta alkışlıyor 22 yaşındaki oyuncuyu.

Beklentinin altında kalan isimlerin, yaşları ve kulüpteki tecrübeleri ne olursa olsun dikkatli olmaya başlamaları gerekiyor.

Genç oyuncularla çalışmaktan çekinmeyen Villas-Boas, Josh McEachran, Romelu Lukaku ve Oriol Romeu genç yetenekleri, tecrübeli isimlerin yerine koyabilir.

Villas-Boas için tehlike çanları uzun süredir çalıyor. Portekizli teknik adam da görevde kaldığı süre içinde radikal değişiklikler yapma yolunu seçebilir. Kaybedecek bir şeyi olmayan bir insandan her türlü çılgınlığı bekleyebilirsiniz.

Goal.com
Fotoğraf: Chelsea FC - Training & Press Conference By: Christof Koepsel - Bongarts @Getty Images Sport

23 Kasım 2011 Çarşamba

"Bir futbolcunun geçirdiği sakatlık, gol atmaktan daha önemlidir." Top 10 Fair Play hareketi.

1. AJAX - CUMBUUR

Eylül 2005'te, Hollanda Kupası ikinci tur maçında Ajax, ikinci lig takımı Cambuur'la karşı karşıya geldi. Maç Ajax'ın 2-0 Ajax'ın üstünlüğü ile devam ediyordu. 70. dakikada Cambuurlu oyuncular, sakatlanan Ajax'lı Boerrigter'in tedavi edilmesi için topu taca atmışlardı.


2. Dİ CANİO! FAŞİST BİR CENTİLMEN...

O dönem West Ham United forması giyen İtalyan oyuncu Di Canio, 2000 yılında oynanan Westham United - Everton maçında soldan gelen ortaya yükselmiş, kaleci Paul Gerrard'ın sakatlandığını ve yerde yattığını görünce boş pozisyonda topu eline alarak tutmuştu. Di Canio bu hareketi yaptığında karşılaşma 1-1 devam ediyordu ve golü yapsa takımı kazanbildirdi.

Ancak yapmadı ve sezon sonunda Fair Play ödülünün de sahibi olmayı başardı. Maçtan sonra da açıklamalarda bulunan 'Faşist ama ırkçı olmayan' Di Canio, "Kalecinin acı içinde çığlıklarını duymuştum. Bir futbolcunun geçirdiği sakatlık, gol atmaktan daha önemlidir..." ifadeleri ile pozisyonu bir kez daha anlatmıştı.

3. PAVEL NEDVED

10 Haziran 2001 günü Roma'da Lazio - Fiorentina karşılaşmasında Pavel Nedved'in yaşadıkları ise bu listenin belki de en centilmen olanlarından.

Lazio'nun karşılaşmada 3-0 galip olduğu sırada rakip takımdan Amaral ile girdiği mücadeleden sonra yerde kalan Nedved, meşhur hakem Pierluigi Collina'nın penaltı noktasını göstermesi ile takımına bir gol daha attırma şansı yakalatır.

Amaral uzun süre bu duruma itiraz eder. Tam bu sırada ayağa kalkan Çek oyuncu Nedved, Collina'nın yanına gidip, "Hayır, sadece ayağım takıldı. Penaltı değil." der ve Collina'da kendisine teşekkür edip penaltının iptal olmasını sağlar. Bu olay, İtalya'da yaşanan en büyük 'Fair Play' hikayesi olarak akıllarda kalır...

4. ROBBİE FOWLER & DAVİD SEAMAN

1997 yılında Premier Lig'de oynanan Arsenal - Liverpool karşılaşmasında Robbie Fowler, bir anda rakip kaleci David Seamen ile karşı karşıya kalmıştı.

Kendisini yere atmasından sonra maçın hakemi penaltı noktasını göstermiş ancak Fowler, buna uzun süre 'penaltı değil' diyerek itiraz etmişti.

Akabinde karar değişmedi ancak Fowler, penaltıyı kaçırdı. Devamında gol olsa da Fowler'ın bu centilmen hareketi hiç unutulmadı...


5. DE ROSSİ

2006 yılında oynanan Messina - Roma maçında yaşanan olaylar da, yine bir elle gol atılması durumu.

Roma'nın yıldızı De Rossi, o maçta kendisine gelen ortada net bir şekilde topu eliyle ağlara göndermiş, ancak pozisyondan sonra golün iptali için maçın hakemi ile konuşmuş ve mükemmel bir 'Fair Play' örneğine imza atmıştı.

6. CENK İŞLER & BEŞİKTAŞ

2006 yılında oynanan Beşiktaş - Kayserispor maçında Kayserispor forması giyen Cenk İşler'in bu maçta yaptıkları, uzun süre konuşulmuş ve gündemde kalmıştı. Cenk İşler'in maçın 48. dakikasında Beşiktaşlı Ali Tandoğan ceza alanında yerde yatarken topu taca atması büyük bir yankı uyandırmıştı. Üstelik bu durum olduğunda Kayserispor çok müsait bir pozisyonda gol şansı yakalamıştı, hem de 2-1 yenik durumdaydı...

Oynanan bu karşılaşmanın ardından mikrofonların karşısına geçen Cenk İşler, "Böyle puan alacaksam hiç almayayım daha iyi. Umuyorum ki başka arkadaşları da bu kadar duyarlı görürüz." demiş ve yaşanan pozisyonu bir kez daha anlatmıştı.


7. 1930, ŞÜKRÜ ERKUŞ

Aslında Türkiye'de, hatta dünyada bile daha futbol tam anlamıyla büyük bir anlam kazanmamışken yaşanan bir olay, by sporun içindeki centilmenliklerin atası sayılabilecek nitelikte. 14 Mart 1930 günü İstanbul Şilt Kupası maçında Beşiktaş'tan Şükrü Erkuş 1-1 devam eden maçı, attığı golle 2-1'e taşımıştı ancak golün ardından yaptığı davranış, dün gece Bursaspor'dan Turgay Bahadır'ın yaptığına çok benziyordu.

Karşılaşmanın hakemi olan Kemal Halim Gürgen bu golü nizamı bulmuş ancak sonradan çok şaşırmıştı. Ancak genç futbolcu Şükrü, topu kaleye eliyle soktuğunu itiraf edince gol iptal edilmişti.


8. ASCOLİ - REGGİNA

İki yıl önce İtalya'da oynanan Ascoli - Reggina karşılaşmasında yaşananlar da, bu kategorideki en ilginç olaylardan bir tanesi. Karşılaşmanın ilk devresinde Reggina'dan bir oyuncunun yerde kalmasından sonra takım arkadaşları oyunun durmasını istemişler, ancak Ascolili oyuncular atağa devam edip, kolay bir gol atmışlardı. Akabinde saha bir anda karışmış, Reggina ise çıkan arbedede 10 kişi kalmıştı.

Ascoli, rakibi Reggina'nın santra vuruşunu yapmasının ardından tıpkı 2005'te Ajax'ın Cumbuur'a müdahale etmemesi gibi hiç yerinden kıpırdamadı. Bunun biraz sonra haksızlık olacağını düşünen Ascolili oyuncular, Reggina'nın atağına hiç engel olmadılar ve durum 1-1 oldu...

9. SCHWEİNSTEİGER'İN ÇABALARI

Geçtiğimiz sezon Almanya Kupası'nda oynanan Bayern Münih, Stuttgart maçında yaşananlar ise akıllarda çok yer etmedi ancak kesinlikle bu listeye girmeyi haketti.

Stuttgart forması giyen Boulahrouz, Bayern Münih'ten Bastian Schweinsteiger'e faul yapınca ikinci sarı karttan oyun dışı kaldı.

Ancak Bastian, bu kararın yanlış olduğunu düşünüyordu çünkü kendisine yapılan faule hakem inansa da o inanmamıştı! Schweinsteiger, ikinci sarı kart gören rakibinin kararını iptakl ettirmek için çalışsa da başarılı olamadı ancak 'Fair Play' çabası akıllarda yer etti...


10. GİANLUCA PESSOTTO

2000 yılında Juventus forması giyen Gianluca Pessotto'nun yaptığu centilmenlik belki de maçın seyrini çok fazla etkilemedi ancak kesinlikle üzerinde durulması gereken bir konu.

1999-2000 sezonunda Juventus, Reggina ile karşılaşıyordu ve bir pozisyonda rutin bir taç atışı kazanıldı. Atış Juventus'un du.

Ancak top, Reggianli oyuncudan değil, Pessotto'dan çıkmıştı. Bunu maçın hakemine söyleyen oyuncu, kararın değişmesini sağlamış ve güzel bir 'Fair Play' örneğine imza atmıştı.

Goal.com

21 Kasım 2011 Pazartesi

Noel futboluna az kaldı!

Futbol her zaman güzeldir, hep güzeldir. Ama sezon başlangıçları farklı bir güzeldir, şampiyonluk maçları farklı bir güzeldir, kupa maçları farklı bir güzeldir. Fakat "güzel" kelimesinin herkes için aynı olduğu tek bir zaman var herhalde futbolda: Noel!

2011-2012 futbol sezonu tüm dünyada çalkantılarla başladı halbuki. River Plate'in küme düşmesi, Türkiye'deki şike skandalı, Yunanistan'da teşvik skandalı, İtalya'da Calciopoli'nin devam etmesi... Bu nedenlerden dolayı Avrupa ve Dünya futbolu biraz da olsa türbülansa girdi sene başında, ancak son zamanlarda yine, yeni, yeniden futbol konuşulmaya başlandı neyse ki! Artık hepimiz futbol izliyoruz, sakatlıkarlı konuşuyoruz, fikstürü değerlendiriyoruz. Eminim ki bütün dünyada da şu an bu güzellikte futbol.

Ancak futbolun bir de Noel bölümü var, işte o en güzeli bence! Biz Müslümanlar için "Yılbaşı" tabiri var sadece, ancak dünyada bir Noel gerçeği var ve başta NBA olmak üzere, dünya futbolunda Noel dönemindeki futbol bir başka güzel oluyor.

Nitekim bu zaman dilimine az kaldı ve çoğu ligde de o zamanda oynanacak maçlar bile belli. İşte Noel haftasında sadece Premier League'de oynanacak maçlar:

Barclays Premier League | 23 Aralık 2011-1 Ocak 2012

2011 Turkcell Blog Ödülleri

2010 Blog Ödülleri'nde 3. olduktan sonra 2011'de de yer almak benim açımdan bir gereklilikti. Bu sebeple, Turkcell'in sponsor olduğu Blog Ödülleri'nde, Spor Blogları kategorisinde Barbarossa olarak yer alıyoruz. Şimdi bu yazıyı okuduğunuz bloga oy vermek isterseniz, hemen sol üst köşede bulunan butondan, 'oy ver' kısmına tıklayarak ve Spor Blogları Kategorisi'ne giderek kolayca destek olabilirsiniz. Destekleriniz için şimdiden teşekkürler.
“Her 10 TL TEGV’e destek, 60 TL bir çocuğumuzun bir yıllık eğitimi demek.” kampanyası ile de bağış yapabilirsiniz.

18 Kasım 2011 Cuma

Almanya'da bireysel yetenek sistemden daha önemli hale geliyor

Teknik direktör ve oyuncuların sürekli değişmesinden dolayı modern futbolda bir takımın sabit koşullarda gelişimini görmek neredeyse imkansız. Pep Guardiola, yıllar süren ayarlamaların ardından kalıcı başarıyı yakalamayı başardı, fakat bunun dışında yıllara yayılan bir plan bulmak oldukça zor.Milli takımlar düzeyinde ise bunun bir örneği var: Joachim Löw 2006 yılından beri Almanya'yı çalıştırıyor ve bu beş yıllık periyotta genel felsefesine dokunmazken, bazı ufak ayarlamalar yaparak en iyi kombinasyonu bulmaya çalıştı.

Başlarda Löw, Jurgen Klinsmann'dan devraldığı agresif ve hücum düşünceli takımı korumaya çalıştı. Bundesliga'nın yeni yeteneklerine değer verdi ve Lukas Podolski, Bastian Schweinsteiger gibi isimleri takımın mihenk taşları yapmaktan çekinmedi.Fakat bu dönemde Löw, felsefesine bazı farklı bakış açıları eklemeye çalışmaktan da geri durmadı. Önce 4-4-2'yi tercih etti, ardından 4-2-3-1 ve en sonunda 4-1-4-1. İlk yıllarından 21 yaşındaki (Mario Gomez) bir oyuncuyu A takıma almaya çekinmiş olabilir. Ancak gençlere olan güveni her geçen gün arttı: bir yıl sonra 18 yaşındaki Mario Götze ve 20 yaşındaki Lewis Holtby ile Andre Schurrle ilk milli maçlarına çıktı.Alman futbolunda, çoğu zaman göz ardı edilen ve önemsenmeyen büyük bir plan mevcut.

Buna inanın: 4-2-4 geleceğin sistemi olabilir

Beş yıl önce Franz Beckenbauer genç oyuncular için yazdığı yazıda, hazırlanmak için en iyi sistemin 4-2-4 olduğunu söyledi. Bu sistemde gerçek bir merkez atak noktası yok ve ileri uçtaki herkesin daha komple yetenekleri olması gerekli.

2009 yılında bu konu bir kez daha gündeme geldi ve Almanya'nın baş gözlemcisi Urs Siegenthaler, Spox'a "Neden dört forvetle oynamayalım?" sorusunu sordu."Barcelona üç forvetle oynamaya başladı ve birden tüm dünya üçlü forvete döndü. Fakat gerçek başarı, birilerinin kendi ürettiği sistemle gelir. Bizim kendi çözüm yollarımızı bulmamız gerek, bazen bunlar kışkırtıcı olsa bile."

Siegenthaler belli bir sistemi işaret etmemiş ve Almanya'nın kendine uygun bir yol bulması gerektiğini söylemişti. Ancak son dönemde 4-2-4 tekrar bir ihtimal olarak yüzeye çıktı.Ağustos ve Eylül aylarında, Almanya U-20 antrenörü Frank Wormuth 4-2-4 sistemini denedi ve sistemde gerçek bir merkez hücumcu yoktu. Bu taktiği hakkında sorulan sorulara ise "Barcelona, klasik bir merkez forvet olmadan oynanabileceğini herkese gösterdi." ifadelerini kullandı.

Alman futbolunun son dönemde yetiştirdiği forvetlere baktığımızda, klasik bir "9 numara" bulmak oldukça zor. Herta Berlin'in genç forveti Pierre-Michel Lasogga, belki de bunun tek örneği. Ancak diğerleri, her ne kadar fiziksel olarak tam bir hedef forvet gibi gözükselerde, farklı yetenekler de edindiler.

Volland, 19, bu sezon 1860 Münih adına oldukça üretken ama onun rolü daha çok yardımcı forvet gibi ve sık sık asist yapıyor. Aynı şey Samed Yeşil, 17, için de geçerli. O da Leverkusen U19 takımında 6 gol ve 7 asste imza attı. Almanya gerçek anlamda klasik merkez forvet anlayışından uzaklaşıyor. Gomez -son dönemde komple bir forvet olmaya doğru ilerliyor- Almanya formasıyla gördüğümüz son merkez forvet olabilir.Yine de 4-2-4'e geçiş çok yakın bir zamanda olmayacak. Löw de bunun sinyallerini verdi. Ancak ne olursa olsun, Almanya klasik forvet anlayışından vazgeçerek, ceza sahasının dışında da iş yapabilen bir tarza geçiyor.

Mental gelişim oyuncunun yaşının önüne geçti

Yalnız bir nitelik olarak, yaşın önemi fazla değil. İnsanın yaşadığı yıl sayısı değil, deneyimleri, sakinliği ve olgunluğu, yetenekleriyle birleşerek oyuncunun değerini belirliyor. 2010'un başlarında Löw, takımında büyük ölçüde değişiklikler yapmayı planlıyordu. Thomas Müller'i kullanmak ve Bastian Schweinsteiger'i kanattan alarak ortaya geçirmek için Mart 2012'a kadar bekledi.

Löw'ün işleri karıştırmak konusunda hiçbir endişesi yoktu ve dönüm noktası geçtiğimiz Dünya Kupası oldu. Müller'in performansı, 20 yaşında bile olsa bir oyuncunun en üst seviyede oynayabilecek mental yapıya sahip olabileceğini gösterdi.Ekim ayında katıldığı bir konferansta aldığı bu kararları savunan Löw, "Kavramsal gelişim çok önemlidir. Zihnin gelişmesi, bence her şeyden daha önemlidir. Zeki oyuncular yenilikçidir ve uygulamaya daha yatkındır. Bir Mesut Özil, bir Mario Götze, bir Mats Hummels, bir Holger Badstuber, ve diğerleri, onlar çok genç yaşta bile olgundular. Birkaç yıl önce farklı bir görüntü vardı." dedi.

Bireysel yetenek sistemden daha önemli

Freiburg konferansında ise Löw, modern oyunda bireysel yeteneklerin öneminin arttığını vurguladı."Teknik anlamında daha iyi antrenmanlarımız var. Ancak sahadaki boş alan gittikçe küçülüyor ve hareket zamanınız azalıyor. Bu nedenle bireysel yetenekler sistemden çok daha önemli hale geliyor."Oyuncuların yükselen atletizm özellikleriyle birlikte, artık hata oranında da bir düşüş başladı. Eğer bir oyuncu topu önüne aldığında, örneğin çok yumuşak bir ilk temas oldukça önemli hale geldi, çünkü artık her oyuncunun yakınında bir marke eden rakip bulunuyor.

Löw, bu bireysel yeteneklerin birkaç top numarasından ve şık birkaç hareketten ibaret olmadığının altını çizdi. Bunun yerine oyuncuların repartuarında her şeyin eksiksiz olarak yer alması gerektiğini vurguladı.

"Her durum için işimizi en basit şekilde yapmalıyız: pas oyununda, zamanlamada, pres yapmada, topsuz oyunda, bire bir durumlarla başa çıkmada, küçük boşluklarda hızlı bir şekilde çözüm üretmekte.

Bu 'işleri basitleştirme' durumu, Löw'ün Almanya'sını son yıllarda mükemmelliğe götürüyor. Başarı ancak her oyuncunun yetkinliğinin diğeriyle uyumu olduğunda gelir, ama en önemli ön koşul ise sistem öğrenilmeden önce oyuncunun yeterli bir yetenek setiyle antrenmana gelmesi oolarak gözüküyor.

Goal.com
Fotoğraf: Germany v Cyprus - European U21 2013 Qualifier By: Dennis Grombkowski @Bongarts - Getty Images

14 Kasım 2011 Pazartesi

İyi futbol, defansif oyuna bu kez kaybetti. Yoksa Del Bosque'nin B planına mı ihtiyacı var?

İspanya, günümüz futbolunu hem kulüp bazında hem de milli takım bazında domine etmeye devam ediyor.

Wembley'de İngiltere ile oynanan karşılaşma öncesinde İngiltere Milli Takım Teknik Direktörü Fabio Capello, maçı kazanmalarının tek yolunun kendi yarı alanlarında iyi savunma yapmak olduğunu söylemişti.

İtalyan teknik adam büyük ölçüde haklıydı da. İspanya dün geceki maçta alışılageldik futbolunu sahaya yansıttı, pozisyonlar buldu ofansif oyunundan vazgeçmedi. Ancak tek eksik vardı: Gol.

David Villa'nın direkten dönen topu, Cesc Fabregas'ın son dakikada kaçırdığı fırsat, akıllara gelen ilk net pozisyonlar. Evet, İspanya dün gece kazanmayı hak etti. Ama başaramadılar. Ve bu maç, bir hazırlık maçı olsa da, kafalarda soru işaretleri bırakmaya yetti.

İspanya'nın son dönemlerde hazırlık maçlarında sergilediği kötü performans gözlerden kaçmıyor. Dünya Kupası'nı kazandıklarından beri özel maçlarda oldukça zorlanıyorlar. Bu yenilgilerin arasında 4-1'lik Arjantin, 4-0'lık Portekiz maçları da bulunuyor. Oynanan hazırlık maçlarının arasında 4-0'lık ABD, 3-0'lık Venezuela galibiyetleri de bulunuyor. Fakat ciddi rakipler karşısında İspanya bir hayli zorlanıyor. Özellikle rakipleri önelikle defansif futbolu benimsediğinde.

Şu anda, İspanya en iyi bildiği oyun sistemini mükemmel bir şekilde uygulamaya devam ediyor. Ve bu çoğu maçta da işe yarıyor. Ancak şu da bir gerçek ki, sıkışan maçlarda yeni taktiksel varyasyonlara ihtiyaç duyuluyor. İşte bu, Del Bosque'nin Fernando Llorente'yi neden bu kadar tuttuğu, Fernando Torres'de neden bu kadar ısrarcı ve sabırlı olduğunu gösteriyor. Çünkü bu oyuncular farklı birer altrenatif sunuyorlar ona. Ancak Del Bosque, tıpkı bu sezon Barcelona'nın yaptığı gibi bazı maçlarda üçlü savunmayı da deneyebilir.

EURO 2008 ve 2010 Dünya Kupası'nda alınan kupalara rağmen İspanya geriye düştüğü maçlarda sıkıntılar yaşayabiliyor. Şili ve Çek Cumhuriyeti karşısında yapılan geri dönüşler aklınıza gelebilir ama o maçlarda İspanya'nın mutlak galibiyete ihtiyacı vardı. Ciddi rakipler karşısında geriye düşülen maçlarda ise, fazla varlık gösteremedi altın jenerasyon.Fakat bu bahsettiğimiz maçlar sonuçta birer hazırlık maçı. Bu yüzden de İspanya'nın turnuvalarda çok daha iyisini yapabileceği bir gerçek. Ancak yine de şunu söylemekte fayda var. Tarihte ilk kez ard arda Avrupa Şampiyonası ve Dünya Kupası'nı kazanmış bir takımın mutlaka bir B Planı olmalı.

Goal.com
Fotoğraf: England v Spain - International Friendly By: Laurence Griffiths @Getty Images Sport (Ashley Cole & Juan Mata)

Mükemmel bir kariyerin altında bomboş bir 'Beşiktaş' yazısı Guti'deki...

Guti, Real Madrid yıllarında sıradan bir ülkenin kralı olmak yerine, krallığın sevilen ama kral olmak istemeyen prensi oldu hep.

Real Madrid aşkı ile beraber.

Sonra bir gün, Beşiktaş ona 'sıradan' bir krallık teklif etti.

Mükemmel bir kariyerin altında, bomboş bir 'Beşiktaş' yazısından ibaret...




Fotoğraf: Villarreal V Besiktas By: Manuel Queimadelos Alonso @Getty Images Sport

Edu... Kardeşleri onunla ''Velho'' (ihtiyar) diye dalga geçerlerdi.

Fenerbahçe'nin en büyük Avrupa başarısında sahada olan, Galatasaray'a karşı 500. gole imza atan bu adama, şu sıralar hem Lugano'nun takımdaki yerini alamayışı, hem de İlhan Eker ve Bekir İrtegün'den sonra bir saygı duruşu yapmak zorundayım hayat hikayesi ile beraber. Belki de bu sessiz adamı özlüyoruz, kim bilir... Luciano geldi Uche'yi özledik, Edu geldi Luciano'yu özledik, Bilica geldi ve şimdi Edu'yu özlüyoruz...

"Dön gel Edu... Yobo ile partner olun, arada bir kendi kalene de gol at, hiç bir şey çıkmayacak ağzımızdan..."

Eduardo Abonizio de Souza, 1981 yılında Dracena'da dünyaya geldi. 3 kardeşin en büyüğüydü belki ama hep sakinliği seçiyordu. Çok az konuşur, tek düze bir hayat sürerdi. Kardeşleri onunla ''Velho'' (ihtiyar) diye dalga geçerlerdi. Zaman zaman sokağa çıkar futbol oynayanları seyrederdi. Tek eğlencesi sokağa çıkmak ve o gün hangi mevkii boşsa orada oynamaktı. Amacı bir yere ait olmak değil, vakit geçirmekti. Bir gün savunmada gösterdiği muhteşem performansın ardından, amcası onu Guarani FC'nin seçmelerine götürmeyi teklif edecekti. Her zamanki sakinliğiyle tamam diyecekti.Seçme günü geldiğinde herkesin heyecandan dizleri titriyorken, Eduardo bunu normal bir şey olarak görüyordu. Seçildiğini öğrendikten sonra, idman saatlerini almış amcasıyla eve doğru yürüyorlardı. Amcası ona birer bira alarak kutlamayı teklif ettiğinde kafasında oluşan keskin düşünceyle reddetti. Artık futbolcu olmaya karar vermişti.Altyapıda geçirdiği günlerin gelişiminde çok katkısı oldu. 1999 yılında 18 yaşındaki bu delikanlıyı sahaya fırlatıverdiler. Gösterdiği olgunluk ve oyun zekasyıla hemen sivrildi ve ilk onbire yerleşti. Guarani'de geçirdiği 3 sezon boyunca hem yerel bir kahraman oldu hem de u-20 milli takımı kadrosuna girmeyi başardı.Kendisine Avrupa'dan gelen teklifler vardı.2002-2003 sezonu başında Olympiakos'a 1 yıllığına kiralandı.Ancak bu farklı kültüre alışamayan ve takım için tecrübesiz görülen Edu, sezon sonunda Guarani'ye geri dönüyordu.Ancak onun için fırsatlar tükenmiyor, Brezilya'nın en iyi takımlarından biri olan Cruzeiro'ya transfer oluyordu.

Burada geçireceği 3 sezonda 2 kez eyalet şampiyonluğu, 1 kez Brezilya şampiyonluğu ve 1kez Brezilya Kupası şampiyonluğu yaşayacaktı. Kaptanlığa kadar yükselecek olan bu sakin çocuk kabuğunda mutluydu fakat Avrupa'dan nasıl dışlandığı hala aklındaydı. 2006-2007 sezonu başlarken Zico'nun ve eski takım arkadaşı Alex'in çağrısıyla Türkiye'ye Fenerbahçe forması giymek üzere geldi. Lugano ile birlikte yaptıkları hatalar boyalı basına malzeme çıkarıyor, bu sakin adamın canını sıkıyordu .Lugano zaman zaman attığı gollerle taraftara kendini sevdirmeyi başarmıştı. Edu ise hep 2. planda kalıyor sıradan bir oyuncu görüntüsü çiziyordu. Kulüpte geçirdiği ilk sezon böyle biterken Galatasaray ile oynanan maçta attığı golden sonra gösterdiği saf sevinç sayesinde taraftar ile arasındaki buzlar eriyordu. Gelen şampiyonluğun ardından beklentilerin yükseldiği Fenerbahçe'de, Lugano'nun ve Roberto Carlos'un arkasını toplamak işi Edu'ya veriliyordu. Bu görevi layıkıyla yerine getirmesine rağmen kendi kalesine attığı gollerden sonra ağır sövgülerle anılıyordu. Takım o sezon Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek finale çıkarken, görünmez kahramanlardan biriydi Edu. Takımda 3. sezonuna başlarken üzerinde hiç bir kuşku kalmamıştı. Lugano'nun şovmenliğinin gölgesinde işini yapıyordu.Kötü giden sezonda kadrodaki ender iyi isimlerden biriydi. Eskişehirspor ile oynanan maçta dizinden ağır bir sakatlık geçirmesinin Türkiye kariyerinin sonu olacağını bilmiyordu. Sezon başında onu görmezden gelen bir yönetim anlayışıyla kovuldu Edu. Adı ister ''yabancı sınırlaması'' olsun, ister ''sözleşme dondurma'' Edu'ya yapılan büyük bir ayıptı...

Ama ''gümüş yıldız'' ımız parlayacak bir yer bulacak ve her zaman gönlümüzde yer alacaktır.

Tekrar Gösterimdir. Fotoğraf: Fenerbahce v Chelsea - UEFA Champions League Quarter Final By: Richard Heathcote @Getty Images Sport

12 Kasım 2011 Cumartesi

İyi, Kötü, Çirkin!


Çok bir şey istememiştik aslında. Son 2 ayda ülkece yaşadığımız olayları biraz olsun unutmak, bu olaylardan dolayı yara alan herkesin yüzünde biraz olsun tebessüm yaratmak için şu maçı kazanmamız gerektiğini söylemiştik. Ama ne eski milliyetçiliğimiz kalmış formaya sahip çıkabilecek, ne de eski hırsımız kalmış forma için ter dökecek! 11 kişinin üzerine giydiği ay-yıldız forma vardı sadece Hırvat maçında sahada, içinde ne bir futbolcu vardı, ne de hırslı bir insan...

İyi kötü sonuçlarla geldik EURO 2012 otobüsü için son bilet yarışına, play-off turuna. Maçlar kazandık, penaltılar kurtardık, son dakikalarda maçları çevirdik, ağır yenilgiler aldık, beklenmedik zamanlarda mağlup olduk, ama o ay-yıldız formaya yakışan mücadele ile yine de işin peşini bırakmadık. "EURO 2008'deki parçalayan, forması için ağlayan Türkiye geliyor!" dedik önce, ama sonra anladık ki o eski hırs ve duygu kalmamış hiç kimsede! Ne futbolcularda, ne kulüplerde, ne teknik ekipte, ne federasyonda, ne ülkede... "Duygusallık yok ama bu sefer de futbolumuz gelişti." dedik, sadece kendimizi kandırdık. Hayatını başarılarla doldurmuş, istemediği kadar parayı doymuş adama, koskoca bir milli takımı emanet ettik. Ancak ne istediğimiz, gördüğüm oyuncular alındı kadroya, ne de istediğimiz güzel, mücadeleci futbol döküldü sahaya!

Benim gibi 2000 jenerasyonu olanlar bilmez eski milli takımı, aynen benim gibi. Ancak televizyondan izledik yıllarca eski maçları, eskileri. Metin Oktay, Lefter, Aykut Kocaman, Tanju Çolak, Metin Tekin, Rıdvan, Hami, Sergen, Hakan Şükür, Engin, Abdullah, Ziya Şengül... Belki de bu zamankinden daha iyi yaratıcı ve mücadeleci oyunculara sahiptik o zamanlar da, ama hep takıldık yolun sonuna gelemeden. İngiltere ile her karşılaştığımızda fark yedik, San Marino tarihinin ilk golünü bize attı... Bunun gibi anti-rekorlarımız oldu hep. Ama bizim gibi 90 doğumlular uğurlu gelmişti herhalde Türkiye'ye! EURO 2000 için çabaladık önce ama o yolda takıldık. Sonrasında gittik 2002'de Dünya Kupası'na, alnımızın teriyle dünya üçüncülüğünü kazandık orada, ertesi sene de Konfederasyon Kupası'nda finalde boyun eğdik Fransa'ya ama göstermiştik gücümüzü. Sonraki ilk turnuvamız EURO 2008 oldu, bir üçüncülük de bu sefer Avrupa kıtasında aldık. Dedik artık tamam diye! Turnuva takımı olduk, Avrupa'nın en iyi 10 milli takımından biri olduğumuzu iddia ettik. 2010 Dünya Kupası'na gidemesek de şanssızlığa bağladık bunu, son şans olarak EURO 2012 hayallerimizi güçlendirdik. Kadroda yeniliğe gittik, gurbetçileri takıma kazandırdık, Hiddink'i getirdik... Ancak her şey 1970-80 Türkiye'sine döndü işte, aynı hamam aynı tas!

Son 10 yılda iyi-kötü-çirkin oynadık hep! Ev sahibinin Japonya-Güney Kore olduğu turnuvada en fazla taraftarı olan takım bizdik, İsviçre-Avusturya ev sahipliği altında yapılan turnuvada bütün statları dolduran tek taraftara sahip takım yine bizimdi; ancak en önemli maçımızda oyuncumuza küfür edecek kadar düşen taraftar da biz olduk, karşı takım pas yaparken "oley" çeken taraftar da! Her şeyimizle, her kişimizle sınıfta kaldık. Futbolcumuz da, teknik heyetimiz de, federasyon(umuz) da, taraftarlarımız da, hiçbirmiz gitmeyi hak etmedik o turnuvaya! Ve zaten gidemeyeceğiz de bu durumda.

İsterdik ki çıkıp aslanlar gibi mücadele etsinler, bu zor günlerde yaralanan bebeklerin ve ninelerin-dedelerin yüzlerini güldürsünler. Maalesef olmadı! İyi oynamayı zaten geçtik; ancak iyi de koşmadık, iyi de mücadele etmedik. Tekrardan eski Türk milli takım günlerine geri döndük.

Ve ortaya çıkan çok net bir şey var ki: SINIFTA KALDIK TÜRKİYE!

11 Kasım 2011 Cuma

Sergen Yalçın - Zvonimir Soldo


Fotoğraf: 11 Jun 1996: Sergen Yalcin of Turkey (left) is beaten in the tackle by Zvonimir Soldo of Croatia during the European soccer championship match between Croatia and Turkey at the City Ground, Nottingham. Croatia won the match by 1-0

By: Clive Mason @Getty Images Sport

10 Kasım 2011 Perşembe

Türkiye'nin baraj maçları öyküleri. Normal olmayan, satır satır anlatılabilecek düzeyde...

Türkiye, bugüne kadar tarihinde yaşadığı en büyük uluslarası başarısından önce dahi, playoff eşleşmesi ile giriş yaptı, Milli Takım yine bir playoff turunda büyük stres yaşadı, hatta kavga etti, cezalar aldı.

Türkiye, genel olarak Avrupa Şampiyonaları ve Dünya Kupası'na bakıldığında büyük hikâyelerin çıkabileceği playoff eşleşmeleri yaşadı bugüne dek ve tümü, normal olmayan bir şekilde satır satır anlatılabilecek düzeyde ve heyecanda geçti.

"İçimizdeki İrlandalılar..."

Daha önce ilk kez Euro 96'ya katılma başarısını gösteren Türkiye, Euro 2000 Elemeleri'nde Almanya, Finlandiya, Kuzey İrlanda ve Moldova ile bulunduğu grupta yine ikinci olup playoff hakkı kazanmış, ve finaller öncesinde rakip İrlanda Cumhuriyeti olmuştu. O dönem yeni yeni çıkış yakalayan yıldız oyuncu Robbie Keane, ve Manchester United forması giyen Roy Keane, İrlanda'nın en etkili isimleriydi. Oynanan ilk karşılaşmada Mustafa Denizli yönetimindeki Türkiye, Sergen Yalçın ve Hakan Ünsal'ın ayağından iki net fırsattan yararlanamamış ve Robbie Keane, cezayı kesip 79. dakikada takımını 1-0 öne geçirmişti. Ancak Türkiye, 83. dakikada kazandığı penaltı ile deplasmanda skoru 1-1'e getirmeyi başarmıştı. Bu, avantajlı bir skordu. Ardından Bursa'da oynanan rövanş maçı da 0-0 tamamlanınca Euro 2000 biletini alan Türkiye olmuştu. Türkiye rövanş maçına Rüştü, Ogün, Alpay, Abdullah, Sergen, Tayfun, Arif, Okan, Hakan Şükür, Tayfur, Ali Eren ilk 11'i ile çıkmış, maçın ardından Mustafa Denizli, "İrlanda'yı yendik ama önemli olan içimizdeki İrlandalıları yenmek" diyerek büyük bir göndermede bulunmuştu. Rüştü Reçber ise oynanan bu iki İrlanda maçında 2002 Dünya Kupası'ndaki performansları da dahil olmak üzere keriyerinin en başarılı maçlarını çıkartmıştı.

"Viyana seferi..."

Euro 2000'de çeyrek final yapan Türkiye, bu kez kendisine Güney Kore ve Japonya'da düzenlenecek olan Dünya Kupası'nı seçmişti. Yıllardır Dünya Kupası'nda mücadele edemeyen Türkiye, Galatasaray'ın 2000'de UEFA Kupası'nı kazanan kadrosunun da içinde olduğu altın jenerasyonu ile beraber geleceğe oldukça umutla bakıyordu. 2002'de Asya'da Dünya üçüncülüğü alan Türkiye, bu başarısından önce ilk adımı yine playoff turlarında yapmıştı. Eleme gruplarında ikinci sırayı alan Türkiye'nin önündeki tek engel, Avusturya ile oynayacağı baraj maçlarıydı. İlk maç 10 Kasım 2001 tarihinde Viyana'da idi ve tüm Avrupa ve taraftarlar, bu iki baraj maçında Milli Takım tarihinin en uyumlu ve etkili takımını izleyeceklerdi. Viyana'da yapılan ilk karşılaşmaya Rüştü Reçber , Fehmi Alpay Özalan, Emre Aşık, Ümit Özat, Okan Buruk, Ümit Davala, Abdullah Ercan, Tugay Kerimoğlu, Yıldıray Baştürk, Ergün Penbe, Hakan Şükür ilk onbiri ile çıkan Türkiye, deplasmanda sahadan 60. dakikada Okan Buruk'un attığı gol ile 1-0 galip ayrılmıştı. Bu, Türkiye'de oynanacak olan rövanş karşılaşması için büyük bir avantaj olmuştu. O dönem Türkiye'nin başında bulunan Şenol Güneş ise, "Artık Dünya Kupası'na katılacağımızı düşünüyorum" diyerek, tura olan inancını göstermişti. Bu inancında haksız olmadığı, oynanan rövanş maçında bir kez daha kanıtlanmıştı. Rakibini 5-0 yenen Türkiye, toplamda 6-0'lık skorla 2002 Dünya Kupası'na gitmeyi garantilemiş, maçtan önce "Katılacağımıza inanıyorum" diyen Şenol Güneş, maçın ardından oyuncular tarafından omuzlara alınmıştı. Türkiye'nin o maçta gollerini Arif Erdem (2), Yıldıray Baştürk, Okan Buruk ve Hakan Şükür kaydetti. Devamında ise 2002 Dünya Kupası'nda tarih yazıldı...

"Çek bir Letonya..."

Daha önce Euro 96 ve Euro 2000'e katılma başarısını gösteren Türkiye, Dünya Kupası 2002'den sonraki büyük turnuva olan Euro 2004'e kolay katılması beklenen ülkeler arasında gösteriliyordu. Çekilen kuralar sonucunda 7. Grupta İngiltere, Slokavya, Macaristan ve Liechtenstein ileaynı grupta yer alan Türkiye, 20 puanlı İngiltere'nin ardından topladığı 19 puanla grubu ikinci bitirmiş ve yine playoff oynamaya hak kazanmıştı. UEFA'nın gerçekleştireceği kura çekimi öncesi muhtemel rakiplere bakıldığında 4. Grup'ta 16 puanla ikinci olan Letonya hemen göze çarpıyordu. Tüm basın ve taraftarlar doğal olarak zayıf göründüğü için bu takımın kurada çekilmesini tercih ediyor, kuraların çekilmesinden bir gün önce tüm gazeteler 'Çek bir Letonya' başlıkları atıyotlardı. Evet, Letonya gelmişti ancak herşey beklendiği gibi gitmemişti. Riga'da 2003 yılında oynanan ilk karşılaşmaya yine Dünya üçüncülüğü sıfatı ile çıkan Türkiye, Riga'da oynanan karşılaşmayı 1-0 kaybedince, acı gerçekle karşılaşmıştı; "İşler hiç kolay değildi..." 19 Kasım 2003 yılında Türkiye'de oynanan rövanş karşılaşmasına yine mutlak favori olarak çıkan Türkiye, büyük bir hayal kırıklığı yaşamıştı.

"Ayağa kalkın! 15 dakika kaldı!..."

Böyle bağırıyordu maçın anonsçusu. Tarih, bir kez daha Dünya Kupası'nda üçüncü olan bir takımın bir dahaki büyük turnuva olan Avrupa Şampiyonası'na katılamamasına tanıklık ediyordu. Üstelik Türkiye, bunu kuralardan önce çok çok istediği Letonya karşısında yaşıyordu. İhan Mansız ve Hakan Şükür'ün golleriyle 2-0 öne geçerek büyük avantaj yakalayan Türkiye, üst üste kalesinde gördüğü 2 golle maçtan 2-2 berabere ayrılıp, final biletini rakibine adeta hediye etmişti. Şimdi hedef, 2006 Dünya Kupası'ydı...

Olaylı İsviçre maçları...

Euro 2004'e katılamayan Türkiye, 2002 Dünya Kupası'nda yaşadıklarını unutmamanın da etkisi ile artık yegane hedefi olarak önüne 2006'da Almanya'da düzenlenecek olan Dünua Kupası'nı koymuştu. Bu uğurda kendine çok güvenen Türk Milli Takımı, UEFA tarafından çekilen kuralar sonucunda çok zor bir grupta kendisini buluvermişti. İkinci Grup'ta Ukrayna, Danimarka, Yunanistan, Arnavutluk, Gürcistan ve Kazakistan ile eşleşen Türkiye, artık kaderi olan şekilde grubu 25 puanlı Ukrayna'nın ardından 23 puan ile ikinci tamamlamış ve Grup 4'ün 18 puanlı ikincisi İsviçre ile playoff turunda eşleşmişti. 12 Kasım'da Bern'de oynanan karşılaşmada Türkiye, rakibine Senderos ve Behrami'nin attığı gollerle 2-0 mağlup olunca umutlar Türkiye'deki maça kalmıştı yine. 16 Kasım günü geldiğinde deplasmanda alınan 2-0'lık yenilgiye rağmen herkes umutluydu. Bu umutlar, A. Frei'nin henüz 2. dakikada attığı penaltı golü ile artık tamamen sona ermiş gibi dursa da, hemen ardından Tuncay Şanlı, 22 ve 36. dakikalarda sahneye çıkmış ve durumu 2-1'e getirmişti. Tüm ülke Necati'nin 52. dakikada attığı penaltı golü ile 2006 Dünya Kupası'na inancını arttırmıştı. Tur için üç fark gerekiyordu ancak umutlar, bu kez de Streller'in 84. dakikada attığı gol ile maç 3-2'ye gelince tamamen yıkılmıştı. Tuncay Şanlı, 89. dakikada durumu 4-2 yapsa da, kendisi dahi attığı bu golden sonra sevinememiş ve Türkiye, 2006 Dünya Kupası'na gidememişti. Bu maçtan sonra her iki takım futbolcuları ve teknik heyeti arasında yaşananlar ise kara bir leke olarak kalmıştı. Maç sonunda tünelde yaşanan kavga, itiraf etmek gerekirse, bir strateji olarak gerilimi tırmandırmayı tercih eden Federasyon ve Türk Milli Teknik Heyeti'nin etkileri ile oluşmuştu.

Oynanan bu İsviçre maçlarından sonra Türkiye futbol tarihinde yeni bir başlangıç yapabilecekken birden bire tüm beklentiler tersine dönüvermişti. Sonuç olarak 12 Kasım'da oynanan maçta İsviçre'de gerginleşen ortam 15 Kasım'da Türkiye'de zirveye ulaşmış ve Türkiye, bu playoff eşleşmesinde 2006 Dünya Kupası'nun uzağında kalıvermişti.

Euro 2008'deki Hırvatistan maçı, Euro 2012 yolunda oynanacak olan Hırvatistan maçları önünde kıstas olmamalı...

2006 Dünya Kupası'na katılamayan Türkiye, ardından Euro 2008'de yarı final oynadı. Akabinde yenilenen Milli Takım, kendisine hedef olarak koyduğu 2010 Dünya Kupası elemelerinde 3. sırayı alarak alışkın olduğu playoff turunua dahi katılamadı. Şimdi hedef, Euro 2012 ve tek engel Hırvatistan olarak görünüyor. Rakibini Euro 2008'de dramatik bir şekilde eleyen Türkiye, oynanacak olan bu iki karşılaşmada mutlaka Euro 2008'i hatırlayacaktır. Ancak (Bu konuyu daha sonra yeni bir yazıda daha ayrıntılı inceleyeceğiz) unutulmamalı ki, Türkiye'nin bu turu geçmesindeki en büyük engellerden bir tanesi de yine Euro 2008'de ekstra motivasyonla oynadığı Hırvatistan maçıdır. Aradan geçen üç yıl içinde değişenler oldu ve Türk Milli Takımı, oynayacağı iki karlılaşmada da Euro 2008'deki maça göre değil, daha çok rakibe göre oynamayı tercih etmeli.

Goal.com
Fotoğraf: Tayfur Havutcu (Ireland - Turkey) By: Ross Kinnaird @Getty Images Sport
13 Nov 1999: Tayfur Havutcu of Turkey celebrates his goal against the Republic of Irleand in the Euro 2000 play-off first leg match at Lansdowne Road in Dublin, Ireland

7 Kasım 2011 Pazartesi

Türk-Avrupa futbolu arasındaki fark açılıyor!


Türk futbolu ile Avrupa futbolu her zaman farklı olmuştur. Organizasyon kaliteleri, taraftar yapıları, takım değerleri, oyuncu kaliteleri, futbol gelenekleri, tarihi değerleri, bakış açıları... Her şey farklı olmuştur ve dünya var olduğu sürece de birbiriyle tamamen benzemeyeceklerdir, tıpkı dünyada hiçbir insanın hiçbir şekilde birbiriyle aynı olamayacağı gibi...

Ancak gel gelelim, son 4-5 yılda Türk futbolu ile Avrupa futbolu arasında kıyaslamalar başladı ve çoğu zaman tavan yaptı bu kıyaslamalar! Önce EURO 2008 başarımızın ardından milli takımımızın her milli takıma kafa tutacak düzeye geldiğini ve kesinlikle turnuva takımı olduğunu iddia ettik; ancak burada uzattığımız el maalesef boş kaldı ve bu taraftan çöktük!

Daha sonrasında ülkemize kaliteli(!) yabancı oyuncular gelmeye başlayınca birden heyecanlandık. "Artık en iyi oyuncular bile bizim ülkemizi seçiyor." dedik. Dedik ama ne için, neye göre dedik? Roberto Carlos geldi ilk önce, 2 sene boyunca aldığı parayı karşılayak en fazla 5 ya da 6 maç oynayıp gitti. Sonra bir Elano gördük ülkemizde. Koskoca Brezilya milli takımının değişmez oyuncusu olan adam, ülkemizdeki her maçta umursamaz ve top oynamayı bilmiyormuş edalarında geçirdi Türkiye kariyerini. Ardından bir Guti geldi ülkemize! Real Madrid tarihinin en büyük oyuncularından biri, ki öyle bir ismi o yaşta olsa bile ülkemize getirmek hiç de kolay değil, ülkemiz futboluna kazandırdık. Ancak arkadaşları sahada terk dökerken gece kulüplerine gitti efsane Guti Hernandez. Maalesef transfer tarafına uzattığımız elimiz de boş kaldı, oradan da bir şey çıkaramadık.

En sonunda o da yetmedi! 24 yaşında kırılmadık rekor bırakmamış ve 5 yıllık profesyonel kariyerinde 250'ye yakın gol atmış Messil ile Arda Turan'ı karşılaştırdık. Türkiye'nin son 10 yıldaki en yetenekli ismi kimdir diye sorduğumuzda herkes söyler Arda Turan'ı. Ama Messi ile Arda Turan bir tutulabilir mi? Bana göre kesinlikle hayır! Senede 30-35 maç oynayan ve bunların kısmen 5'te 1'inde kişisel yetenekleriyle maç kazandıran bir Arda ile, ki bu değer de ülkemiz futbolu açısından büyük bir değerdir, yılda yaklaşık 50-60 maç oynayan ve maç başına 1.5 gol ortamalası ile oynayan bir adamı karşılaştırdık. Bu hem futbol kültürüne, hem de Arda Turan'a yapılan büyük bir saygısızlıktı bana göre. Nitekim bu taraftan da bir şey çık(a)mayacağını anladık ve en sonda kulüp bazına döndük...

Kulüplerimiz son yıllarda muhteşem bir şekilde yükseliyor dedik... Dedik ama yine dediğimizle kaldık! Galatasaray'ın muazzam 2000 zaferleri ve Fenerbahçe'nin destansı 2008 çeyrek final olayları dışında ne yaptık Avrupa kulüplerinin hizasına erişebilmek için? Hiçbir şey. Ligimizin kalitesi artıyor dedik, dünyanın hiçbir tarafında görülmeyen 2 haftada 4 maç sistemini getirdik; dünya büyüklerine gitmeyen oyuncuları transfer ediyoruz dedik, yaşı geçmiş ve kariyerini gözünde bitirmiş adamlara paraları saçtık; milli takımımız tamamen turnuva takımı oldu dedik, 6 senede bir zorla turnuvalara gitmeye alıştık... Çok şey sayılır böyle, ancak biz hala Avrupa futboluna yaklaştığımızı düşünüyoruz. Çok yanılıyoruz...

Fenerbahçe-Galatasaray derbileri için "dünya derbisi" diyoruz, hoş bana göre bunu söyleyen sadece biziz, ancak bana göre ülkemiz dışında bu derbiyi izleyen kişi sayısı ülkemiz nüfusu bile etmez. Tahmini olarak Fenerbahçe-Galatasaray maçlarının bütün dünyada 150 milyon kişi tarafından izlendiğini düşünelim(maksimum tahmin); bugün oynanan Real Madrid-Osasuna maçının Çin'de izlenme sayısının bile iki katını yakalmış oluyoruz. İşte siz düşünün futbolumuzun hâlini! Dünya derbisi dediğimiz derbiyi 150 milyon kişi belki izliyor tüm dünyada, Real Madrid-Osasuna gibi normal günde açıp bakmayacağımız bir maçı sadece Çin'de 65 milyon kişi izliyor.

İşte futbolumuzun gerçek hâli! Yorumu size kalmış...


Fotoğraf: Real Madrid CF v AFC Ajax - Champions League By: Denis Doyle @Getty Images Sport

4 Kasım 2011 Cuma

Blog Söyleşileri #16 | Okay Karacan

- Öncelikle sizin gibi değerli bir spor adamı ile röportaj yapmaktan dolayı, mutluluk duyuyoruz ve teşekkür ederiz.

-Ben teşekkür ederim..

- Biyografi, özgeçmiş gibi klasik röportaj başlangıcı yapmak istemiyorum. İlk olarak spor hayatına nasıl başladığınızıanlatır mısınız?

1982 Dünya Kupası ile bu oyuna aşık olduğumusöylemeliyim, o zaman judo öğrenmeye başlamıştım. Judonun verdiği esneklik vedüzenli antrenman sayesinde mahalledeki maçlarda sıradışı işler çıkarırdım. Futbolcuolma hayali kurduğum günler 1982 Dünya kupasına denk gelir; ancak ne gariptir ki, futbol anlatıcılığına öykünmeye de o dönemde başladım. :) Sans ikincisinde güldüve 1992'de, hayalimden 10 yıl sonra futbol sahasının bir tarafından tutunmayı başarmıştım.

- Spikerlik sizin için ne demek? Aslında sadece spiker olduğunuzu söylemek yanlış olur. Siz tam anlamıyla her türlü şeyi yapabilen bir kişisiniz spor medyası içerisinde. Ancak bizi sizi daha çok spikerolarak spor ekranlarında gördüğümüz için, sanırız en çok spikerlik yönünüzüanlatmanız daha doğru olacaktır...

Küçüklüğümde hep okurdum, okumak banakonuşmak için cesaret kazandırdı. Konuştukça, ezbercilikten doğaçlama anlatıcılığaterfi ettiğimi hissettim. Spikerlik benim için ne demek biliyor musunuz? Zamanında çok okumanın bir ödülü...

- Sizin için hayattaki en önemli şey spor mu, ya da futbol mu? Sporsuz yaşayabileceğinizi, en azından sporla iş olarak uğraşmadanhayatınızı devam ettirebileceğinizi düşünüyor musunuz?

Hayattaki en önemli şey tabii ki futboldeğil! Ama futbolsuz yaşamam da pek mümkün görünmüyor. Şöyle diyelim: Biryerlerde futbol topu yuvarlanır, birileri yüksek sesle homurdanırken bir köşeyeçekilip dünyanın öteki meseleleri ile ilgilenmenin, hayatımın en önemlisenaryosu olduğunu düşünmüyorum.

- Bu tür sorularla röportajımızı doldurmak istemem, ancak sizi seven çok sayıda sporseverin sizi tanıması için bu soruları yöneltiyorum. Yıllardır bu işi yapıyorsunuz ve elbettebirilerini örnek aldınız, birilerinden etkilendiniz. Sizi bu yola iten kişilerkimler? Bu yolda ilerlerken örnek aldığınız duayen isimler var mı?

Halit Kıvanç'ı Ali Sami Yen stadı çıkışıMecidiyeköy'de; elleri cebinde, kendinden emin ve barışık bir şekilde yürürken görmüştüm. Belliki yaptığı işten huzur duyuyordu. 8 yaşındaolmalıyım. Onun futbol spikeri olduğunu biliyor, büyüklerimin yeteneklerikonusunda konuştuğunu sık sık duyuyordum. Sanıyorum o gün bu meslekle sözlenmiştim.Halit Ağabey dışında Tansu Polatkan, Ümit Aktan. Abidin Aydoğdu, Öztürk Pekindöneminin büyük etkisi var. O dönemde de bu meslekle nişanlandım. Levent Özçelik,Ercan Taner, Hüseyin Başaran döneminde evlilik gerçekleşti. Özetle yaşantımıntüm evrelerinde birilerinin anlattıklarından ilhamlar alarak ilerledim.

- Her genç gibi siz de küçüklüğünüzde futbolcu veya basketbolcu veya tenisçi olmak istediniz mi? Yoksa amatör olarak, çocukken bunları yaptıktan sonra sadece sporun medya bölümüne mi ilgi duydunuz?

Sanıyorum bu sorunun cevabını yukarıda verdim ama burası boş kalmasın. Nottingham Forest forması giyen bir futbolcuolmanın hayaliyle en az beş yıl yaşamışımdır herhalde. :) Sonrası hayatın gerçekleri..

- Sanırız sizin özel hayatınız olarak tanımlayabileceğimizsorular için bu kadar kâfi diyebiliriz. Biraz da futbola dönelim! Futbolla sonyıllarda aranız nasıl, özellikle Türk futbolunun şu anki halini ve geleceğininasıl görüyorsunuz?

Aktif futbol anlatıcılığını bıraktıktansonra, bir parça vatanını özleyen bir gurbetçi gibi hissettim kendimi ama şimdisanırım kendime geldim. :) O dönem dahaçok İspanya ve İngiltere maçları anlatıp, batı futboluna odaklandığım içinTürkiye liglerini izlerken seçici davranıyordum. Şimdi ise film tersine döndü! :) Nevar ki her türlü olumsuzluğa rağmen ligimizin halâ izlenmeye değer bir kalitesiolduğuna inanıyorum. Böyle bir üç büyükler geleneği, bir onlara başkaldırmıştakımın bulunduğu, ülkenin her tarafında İstanbul takımlarının tutulduğu örnekyok ve biz hep bardağın boş tarafını görüyoruz.

- Türk futbolu son zamanlarda ciddi bir kaos ortamından geçiyor ve bunun altından kalkmak da biraz zaman alacak gibi.Sizce futbolu yönetenler, oynayanlar, futboldan para kazanan her türlü kişiler(medyamensubu, yönetici, oyuncu...), futbolu izleyenler ne tür şekilde davranmalı vehareket etmeli bu zamanlarda?

Sağduyulu davranmak sadece sözde kaldığındanbu cümleyi kullanmayı tercih etmiyorum. Sadece futbol üzerine çalışan her birkişi ya da kurumun oyunun üzerine çıkma halinden ciddi ciddi kurtulmasıgerekiyor. Hiçbir yorumcu, köşe yazarı, futbolcu, teknik direktör, başkanfutbol oyununun kendisinden önde olmamalı.

- Türk futbolunun içine indirgeyelim biraz. Tek tek baktığımızda, son zamanlarda kulüplerimizi ve kulüplerimizin Avrupa'daki durumlarını nasıl değerlendirirsiniz? Sizce son yıllardaki en iyitakım kim? Yıldızı parlayan isimler kim, kimleri beğeniyorsunuz? Hangi hocalarıiyi buluyorsunuz? Bunları öğrenebilir miyiz?

Avrupa'daki hâlimizin Türkiye'deki enerjive kaliteyi yansıttığı bir çok maç olsa da devamlılık sorunu var. Hem Avrupahem Türkiye ritmini tutturmak esas mesele ve bu konuda maalesef başarısız birülkeyiz. Belirgin bir iyi takım vurgusu yapmak istemiyorum ama Fenerbahçe'ninbüyüme modeli sıradışı. Abdullah Avcı, Şenol Güneş, Aykut Kocaman kendilerinehas stillerle öne çıkıyorlar, Ertuğrul Sağlam'ın ise ayrı bir aurası var..

- Avrupa'ya da dönelim biraz. Siz futbolun sadece oyun yönünden çok, onun güzellikleri ve bilinmeyen yönleriyle de ilgilenen birisisiniz gerek yaptığınız programlarınızla, gerek konuşurken bile sözcüklerinize yansızyan etkileyicilikle. Sizce Avrupa futbolu ne yöndeilerliyor? Türk futboluna göre daha mı zevk alıyorsunuz onları izlerken, onlarla ilgili bir konuyu okurken? Onların yaşam ve futbol felsefesi bizdendaha mı farklı? Onlar futbolu bizden daha mı zevkli hale getirmeye çalışıyorlar? Düşünceleriniz nelerdir?

Avrupa futbolunda son yıllarda ofansifkarakterin yerli yerine oturduğunu, Barcelona örneğini kopyalama isteğinin ağırlığınıhissettirdiğini düşünüyorum. Dikkat edilirse İtalya hariç birçok Avrupaliginde gollü maçların sayısı artıyor. Ayrıca atılan gollerin kalitesinin altınıçizmek isterim! İngiltere liglerini samimi ve rekabetçi yönü, Alman liglerini gösteriştenuzak, tutkulu seyircisi nedeniyle ve İspanyol futbolunu da Barcelona-Real Madridekseninden sıradışı buluyor ve onları izlemekten keyif alıyorum. Şüphe yok kiTürkiye liglerini izlemenin heyecanı bambaşka. :)

- Avrupa demişken, Avrupa'da oynayan oyuncularımızı sormamak olmaz! Arda Turan'ın Atletico Madrid kariyerini nasıl değerlendiriyorsunuz. Real Madrid'in Nuri Şahin ve Hamit Altıntop transferlerini yaparak ne amaçladığını düşünüyorsunuz? Sizce oraya uyum sağlayabilirlermi?

Arda'yı çok seviyorum. Oynadığı tüm oyunlardan keyif aldım ve almaya devam ediyorum. Cesurca bir kararla İspanya'yagitti ve kendini çabucak ispatladı. Dahaiyi yerlere gelmesi, aklını Türkiye'den uzak tutmasına ve Nihat örneğinde olduğugibi yaşadığı yerle barışmasına bağlı. Nuri gelecekte hepimizi şaşırtacak birperformans gösterecek, başka bir aklı var Nuri'nin... Hamit ise, aslında Türkiye'de oynayıp bilgeliğinden mahrum etmemeli bizleri. Real Madrid içinbir parça geç oldu diye düşünüyorum...

- Peki Avrupa'da bazı zincirler kırılabilirmi bu seneden itibaren? İngiltere'de Manchester hegomanyası, İspanya'da Barcelona hegomanyası... Rakiplerinin bu direnci kırabileceklerini düşünüyormusunuz?

Kısa vadede kırılabilir. Her takım gibibu iki takımın başarıları da taklit edilebilir ama uzun vadede onları altedebilmek için sağlam ve kalıcı temelller atmak gerekiyor. Bu da aslında öylekolay bir iş değil. Arsenal en güçlüadaydır bence...

- Güzel geçen röportajımızı sonlandırmadan önce futbol ile ilgili son bir şey soralım. Milli takımı nasıl buluyorsunuz?Son yıllardaki performansı nasıl sizce? Özellikle EURO 2012 elemelerindeki hocave oyuncu performansları ne durumda, tercihler doğru mu? Sizce turnuvayagidebilir miyiz?

Euro 2012 elemeleri takımın limitlerininçok altında kaldığını gösterdi bize. Bir F1 otomobili gibi; lastikler, şasi,motor ve pilot dörtlüsünün uyumu çok önemliydi. Sanırım biz pilot ve lastiklerkonusunda hep sıkıntı yaşadık. Yani pilot, lastik seçimlerinde zaman zamandramatik yanlışlıklar yaptı.

- Vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz. Gitmeden önce, sizin yaptığınız mesleği yapmak isteyen gençlere neler önerirsiniz? Tavsiyeleriniz nelerdir?

Ben teşekkür ederim. Röportajı uzun süre boyunca beklettiğim için kusura bakmayın. :) Çok okumak, mütevazı olmak önemli iki anahtar. Yine de yukarıdaki örneği vermeliyim: Motor, lastik, şasi ve pilot dengesini korumak. Aşırı gitmemek ve haddini zorlamamak tavsiyemdir...

- Çok teşekkür ederiz. Mutlu ve spor dolu günler dileğiyle...

Ben teşekkür ediyor, hayatta herşeyin gönlünüzce olmasını diliyorum...

Fernando Torres gol yollarında eskiye dönmezse, Petr Cech'in endişe duyması gerek!

Chelsea kalecisi Petr Cech, takım arkadaşı Fernando Torres'in form yakalayamaması durumunda eldivenlerini kaptırabilir!

Tabii ki bu işin şaka tarafı ancak Fernando Torres'in bir zamanlar kalecilik yaptığı da bir gerçek. "Ağabeyim kaleciydi" diyor Torres. Bu yüzden ben de kaleye geçtim..."

Ancak hikayenin geri kalanı çok iyi sayılmaz; "Bir keresinde beni de kaleye geçirdiler. Gelen bir şutta dişim kırıldı. Annem de bir daha kaleye geçmeme izin vermedi. Antrenmanlarda fırsat buldukça kaleye geçiyorum. Bazen benden bir mevkii seçmem isteniyor ve ben hemen eldivenleri giyiyorum."

Cech bunları duymuşsa eğer artık eskisi kadar sakatlanmayacaktır!

Four Four Two TR, Kasım 2011 (Andy Murray)
Fotoğraf: Valencia CF v Chelsea FC - UEFA Champions League By: Manuel Queimadelos Alonso @Getty Images Sport

Blog Widget by LinkWithin
 
Copyright 2009 Barbarossa. Powered by Blogger Blogger Templates create by Deluxe Templates. WP by Masterplan