30 Aralık 2009 Çarşamba

2010 Sizin Yılınız Olsun! Mutlu Yıllar

2009 Benim için gerçekten berbat bir yıldı. Umarım 2010 benim ve herkes için harika bir yıl olur... Herkesin ve tüm Blog Dünyasının yeni yılı kutlu olsun. Bu arada Yeni Yıl Hediyemi de unutmadım sizler için tabii. Buraya Tıklayarak Bakabilirsiniz... (Bilinen şarkımızı önce normal, sonra tersinden dinleyin. Sonra hediyem size 'merhaba' diyecek...)








1552 Avrupa Futbol Şampiyonası - İstanbul


Hep düşünmüşümdür o yıllarda futbol oynanıyor olsa nasıl olurdu diye. Gerçi oynansa da savaşlar buna engel olurdu büyük ihtimal. 1552'de ordusu ile, devlet yapısı ve yönetimi ile lider olan Osmanlı İmparatorluğu böyle bir turnuva olmuş olsa favorisi olurdu... Ya da ev sahibi... Final maçı İstanbul'da Arazi-ul mabed'de... Takımın mühendis-i kurre-i muallim'i padişah hazretlerinin ta kendisi. Ekib-ul riyaset-i cumhur'u Kara Murat halihazırda... Kupada maçlar sadece İstanbul'da oynanabilirdi herhalde. Bunun nedeni de şehirler arası mesafe ve ulaşım zorluğu olurdu. (Ulaşım zorluğu kelimesi size de şimdi konuşulan bir konu hakkında tanıdık geldi mi?) Zira bir maçın İstanbul'da, bir maçında Adana'da ya da Trabzon'da olması turnuvanın 1552'de başlayıp, 1555'te bitmesine neden olurdu.

Kimler katılabilirdi bu turnuvaya? Osmanlı İmparatorluğu, Venedik, Eflak, Lehistan, Fransa Krallığı, Kutsal Roma Germen İmparatorluğu, İngiltere Krallığı, Portekiz, Avusturya Macaristan İmparatorluğu ve İspanya Krallığı. Beşer takımdan iki grup. A Grubu; Osmanlı İmp-Avusturya Macaristan İmp-İspanya Krallığı-Venedik-Lehistan. B Grubu; Kutsal Roma Germen İmparatorluğu-Fransa Krallığı-İngiltere Krallığı-Eflak-Portekiz. B Grubunda K.R. Germen İmp ile Fransa Krallığı arasındaki maç ve A Grubundaki Osmanlı İmp ile Avusturya Macaristan İmp maçı gol düellosu şeklinde geçerdi herhalde. Ayrıca Kutsal R.G İmp, Fransa ve İngiltere Krallığı'nın olduğu grup Dünya Futbol tarihinin ilk ölüm grubu... Rus takımını unuttuk tabii. Ama bir nedeni var. Daha önce turnuvaya dahil olan Rus takımı maçlara seyirci getirdik bahanesi ile 100.000 kişiyle İstanbul'a gelmiş, yapılan incelemerde bunların sivil görünümlü asker oldukları anlaşılmış ve Rusların sıcak denizlere inme hayali bir kez daha son bulmuştur...

Osmanlı İmparatorluğu'nun kadrosu Yeniçerispor ve Tımarlı Sipahi İdman Yurdu'nun ağırlıklı olduğu bir kadro olurdu. Eh, Finalde Osmanlı İmp ile Kutsal Roma Germen İmp arasında olurdu herhalde ve dostane bir havada geçerdi... Ayrıca bu final maçını yorumlayan Üründüloğulları'ndan Ömer'in, bloklar arası pas bağlantısı, aran daraltma, kanat varyasyonları, koordineli akınlar gibi dönemin futbol anlayışı içinde tam anlaşılmayan tespitleri yıllar boyu günümüze kadar harmanlanarak Ömer Üründül terminolojisini temellendirirdi... Hadi şampiyonuda penaltılar sonucu Osmanlı İmp yapalım. Unutmadan, tabii biz ozamanda aynı olurduk. Galibiyet sevinci ile halk at arabaları ile sokaklara dökülür, şehir magandaları havaya attıkları oklar yüzünden birçok masumun canından olmasına neden olurdu...
____________________________________
Turnuvanın Altın 11'i
Manuel Vites (Portekiz)
Carton Pi'er dö'scheme (Fransa)
Tak Langa Loş (Av. Macaristan İmp)
O'kolayi Yavashiç (Lehistan)
Sarmasz Dolasz (Av. Macaristan İmp)
Massimo Pilibitti (Venedik)
Ben ijak Kend inijak (Lehistan)
Carlare Ducherre (Fransa)
Ben T. Sishappiness (İngiltere)
Komsch Uda Pischer (Kutsal Roma Germen İmp)
Kara Murat (Osmanlı İmp)

29 Aralık 2009 Salı

Danimarka Dinamiti


Küçük, çoğu zaman soğuk, sarışını bol olan, kendinden kat kat büyük bir adaya sahip olan, ve insanları ülkeleriyle gurur duyan, çok güzel büyüyen ve saygı kazanan bir ülke Danimarka. Peki Danimarka bir futbol ulusu mu? Bunun cevabı herkese göre değişir sanıyorum. Bayan hentbolu ve badminton da birçok kişiye orada hitap ediyor. Fakat futbol kadar konuşulacak bir konu bulunamıyor. Futbol bu yüzden bir numara.

Tabi herşeyden önemlisi 1992 yılı Danimarka için. Bu şampiyonluğun gelmesinde herşeyden önce tutum ve hareketler, ya da oyuncuların kişilikleri ve ülkeleri için harika bir sempati görevi yapan taraftarlar çok etkiliydi. Yugoslavya’ya karşı uygulanan yaptırımlar vasıtası ile turnuvadan iki hafta önce Euro 92′ye dahil olmaları ve oyuncuları tatil yaptıkları yerlerden toplayıp turnuvada aldıkları şampiyonluk ulusun asla unutamayacağı bir olay. O turnuva öncesinde Danimarka’nın kaybedecek hiçbirşeyi yoktu fakat kazanacak çok şeyi vardı. Belki de başarının sırrı buydu. Ve bununla birlikte ağızlardan yükselen ve takıma büyük bir güven veren sloganı da unutmamak gerek: ‘Biz kırmızıyız, biz beyazız, biz Danimarka dinamitiyiz!’… Bu tezahürat onlara şampiyonluğu aldıkları maça kadar eşlik etti. Bu düşünce ve çalışma Danimarka takımını şampiyonluktan sonra inişli ve çıkışlı dönemlerde bir ‘marka’ haline getirdi.


En büyük rakipleri ve aynı zamanda en büyük dostları İsveç’e değinmeden Danimarka’dan bashetmek olmaz. Esasında tüm Danimarka ulusu rakibini eşit miktarda sever. Onlar için önemli olan sadece rakibin kaybetmesidir. Devletin tarihsel gelişmelerinden gelen özel bir rekabet ise İsveç ile olan. Deyim yerinde ise İsveç ve Danimarka ’soy düşmanları’. Almanya, İtalya ya da Fransa gibi ülkelere karşı kazanmak Danimarkalıları her daim sevindirir şüphe yok tabi ama İsveç karşısında kazanmanında iki kat daha fazla sevindireceği kesin. Bu her Danimarkalı için büyük bir olay. Ve sevinçle, şamatalı ve asla hiddetlenmeksizin kutlanabilecek bir bayram. Fakat bu karşı karşıya olmadıklarında birbirlerini desteklemeyecekleri anlamına gelmez. Ya da iki ülkenin ortak bir gayesi olduğunda. Euro 2004′te aynı grupta yer alan İsveç ve Danimarka son maçta ‘ilginç’ bir biçimde 2-2 berabere kalarak çeyrek finale el ele çıktılar. İşte Danimarka ve İsveç’i hem dost hem düşman yapan da bu. Son yıllarda Danimarka’da yükselen milliyetçiliğin en büyük sözü de bu dostluğu destekler nitelikte. ‘Eğer Danimarka kazanamıyorsa, o halde bunu başka bir İskandinav ülkesi yapmalı!’.

Ülkede iyi para kazanan profosyonellere karşı bir kızgınlık ya da bir kıskançlık mevcut değil. Her kim parasını zirvedeki bir futbolcu ve teknik direktör olarak kazanıyorsa onlar için bunu gerçekten hak etmişitir, halk bu fikirdedir. Alman stadyumlarında birkaç defa duyulan ‘pis milyonerler’ şeklindeki bir tezahüratı Danimarka futbolunda düşünmek çok zordur. Fakat normal günlük işlerde büyük bir servete varılırsa da onların gözünde hiç şüphesiz kapitalist olunur.


Seksenli yıllardaki ve doksanlı yılların başındaki Morten Olsen, Sören Lerby, Preben Elkjaer Larsen veya Laudrup kardeşler gibi birçok yıldızın oynadığı büyük Danimarka takımı bugünkü nesile büyük bir örnek teşkil ediyor. Bugün Fiorentina’da gol atan bir Danimarkalı (Jorgensen) ülkede adeta bir ‘biz’ duygusunun oluşmasına ön ayak oluyor. ‘Biz bir gol attık, biz bir maçı kazandık!’. Bu Danimarka için çok önemli.

Dünya Kupası’na 2010′da Güney Afrika’da düzenlenecek olan turnuva ile birlikte 4 kez katılan Danimarka’nın en büyük başarısı 1998 Fransa’daki çeyrek final. 1986 ve 2002′de gelen ’son 16′ ise Danimarkalıları pek tatmin etmiş değil. Şimdi tüm Danimarka ulusu 2010′da Morten Olsen ve ‘çocuklarının’ Hollanda, Japonya ve Kamerun’un bulunduğu grupta en iyisini yapıp, 1998′deki en iyi dereceden daha iyisini yapmasını bekliyor. Tabii tezahüratları da unutmuyorlar: ‘Biz kırmızıyız, biz beyazız, biz Danimarka dinamitiyiz!…’

The Mask!






28 Aralık 2009 Pazartesi

Ho Ho Ho! FC Santa Claus...


2010'a da çok yaklaşmışken uzun zamandır aklımda olan bir futbol kulübünü sizlerle paylaşmanın şimdi doğru zaman olduğunu düşünüyorum. Bu kulüp Finlandiya'dan FC Santa Claus. 

***

Her Aralık ayının sonunda Dünya'yı gezerek çocuklara hediyeler veren (ben kendisinden önümüzdeki 10 yılın spor almanağını istiyorum!), Her bacadan sığan bu kırmızılı efsanenin adını verdiği bir kulüp FC Santa Claus. Kulüp 1992 yılında Finlandiya'nın  Rovaniemen kentinde ünlü bir iş adamı tarafından kurulmuş. Kulüp hakkında araştırma yaparken ne bu iş adamının adını bulabildim ne de kulübün adının neden Santa Claus olduğunu...

***

Takım maçlarını çok mütevazi olan fakat UEFA tarafından küçük takımlara önerilen stadyumlardan biri olan Susivoudin Stadyumunda oynuyor. Stadın kapasitesi 2000 kişilik ve sunu çim... Takımda tek bir yabancı bulunuyor o da Brezilyalı Rafael. 

***

Takım Finlandiya'da en üst ligin bir altında mücadele ediyor ve şuan 29 puanla 14 takımlı liginde 10. sırada. Gönül bu ilginç kulübü üst ligde, daha sonra da Avrupa Arenasında görmek ister ama belki zamanla oda olur...

Figurine Panini


Panini'nin futbol albümleri ile ilk olarak bir spor dergisinin okurlarına bedava vermesi ile tanışmıştım. Bu 2002 Dünya Kupası Albümüydü ve elime ilk aldıktan sonra vargücümle çıkartmalarını toplayarak o albümü tamamlamaya çalışmıştım. Biraz uzun sürsede albüm bitmişti ve ilk tamamlanan takım da Arjantin olmuştu. 

***

Sonrasında ise herhangi bir derginin bedava vermesini beklemeden almaya başladım tüm organizasyonların çıkartma albümlerini. Euro 2004, Dünya Kupası 2006, Şampiyonlar Ligi 04-05, 05-06, 06-07 ve 08-09 son olarak TSL 08-09. Bu albümleri topladıkça eski albümlere de merakım artmıştı doğal olarak. Euro 92, 96, Fransa 98 gibi albümleri de zamanında elde edemesem de sonradan bir şekilde bularak elde etmiştim. Fakat bu kadar albümün içinde tam olarak tamamlanan sadece 2002 Dünya Kupası oldu. Şimdi elimde fırsat olmasına rağmen diğer albümleri tamamlamak için bir çaba sarf etmiyorum. Ben 2002 albümünü tam sevdim, diğerlerini ise yarım olarak. 

***

İlk albüm elime geçtiğinde onu tamamlama hissi, eksik kalanların bir an önce giderilmesi için gösterilen çaba, ve nihayet tamamlanan albüm sonrası başladığın işi bitirmenin vermiş olduğu harika his... Tüm bunları Panini ürettiği albümlerle yaşatıyor. 

***

1961 yılında İtalya'nın Modena şehrinde bu güzel firmayı kuran Guiseppe, Benito, Umberto ve Franco Panini'ye bir teşekkür etmek gerek. 

Biraz Kişisel...



Bundan sonra böyle arkadaşım...

27 Aralık 2009 Pazar

Blog Söyleşileri #10, King Santillana Blog


2009'un son söyleşisi King Santillana. 26 soru sorduk, çok güzel cevaplar aldık. Bizim gibi Real Madrid sevdalısını da bulunca bol bol Real'ide konuştuk... Alper'e tekrar teşekkürler. Şimdi 11. konuğumuzu düşünmeye başlayabiliriz.
1- Öncelikle biraz kendinden bahseder misin?
38 yaşındayım. Evliyim, bir kızım var. Finans sektöründe çalışıyorum.
İnternetin henüz icad edilmediği çok küçük yaşlarımdan beri Futbol kültürü, 
kulüp tarihçeleri, derbi istatistikleri, taraftar yapıları gibi 
futbolun saha içi yansımasından ziyade, saha dışı kültürüyle kafayı yemiş biriyim. 
80'li yıllarda ve 90'lı yılların başlarında harçlıklarımı Guerin Sportivo'ya, Onze'a,
Shoot'a, Match'e yatırırdım. Taksimde bu dergileri gecikmeli de olsa
getiren yerler vardı. Şimdiki gibi bir tuşa bastığınız anda karşınızda
göremiyordunuz o dönemlerde futbolla ilgili herşeyi. Futbol kültürüyle çok küçük
yaşlarımda başlayan bu haşır neşirlik, yabancı kulüplerle mektuplaşmalarımla
devam etti. İlk olarak 80'li yılların sonlarına doğru Real Madrid Kulübüne
İngilizce bir mektup yazdım. Kulübün açık adresini bilmediğim için, 
ve internete girip görebilmek gibi bir lüksümüz olmadığı için
"Real Madrid Football Club, Madrid-Espana" adresine gönderdim. İçine
yazdığım mektupla birlikte küçük bir üçgen Fenerbahçe flaması ve bir adet
Fenerbahçe kartpostalı koydum. Yazdığım mektupta da Real Madrid materyalleri
istedim ve adresimi verdim. Cevap geleceğine dair elbette umudum yoktu ama yaklaşık 1 ay sonra
posta kutusunda bulduğum Real Madrid kulübü antetli büyük beyaz zarfı
görünce deliye döndüm. Ve bu şekilde kulüplerle yazışmaya başladım.
İnternet icad edilene ve kulüplerin online store'ları kurulana kadar
Real Madrid, Barcelona, İnternazionale, Milan, Everton, Liverpool,
Celtic, Tottenham Hotspur, Manchester City gibi birçok kulüple yazışarak, bizzat
kulüplerden gelen materyalleri biriktirmeye başladım. Ve bu şekilde 
hiç farkında olmadan koleksiyonerlik yapmaya başladım. Bugün yabancı
kulüp flamaları ve yabancı kulüp rozetlerinden oluşan koleksiyonlarım 
var. Benim için rozet daha mühim ama. Günlük hayatımda da kullanabiliyorum
çünkü onları. Yazışma yoluyla topladıklarımla birlikte,
bizzat yurt dışından aldığım, eşe dosta aldırdığım, internetin 
icadıyla store'lardan sipariş ettiğim materyallerle koleksiyon genişledi.
Ancak şunu söylemeliyim ki, bu koleksiyon içerisinde benim için en 
kıymetlileri yazışma yoluyla edindiklerim.. Onların yeri bambaşka.
Velhasıl işte böyle bir adamım. Futbol kültürüyle sevdalığı bitmeyen biri..  


2- King Santillana'yı yazmaya ne zaman karar verdin? Tetikleyen bir olay var mıydı?

King Santillana Blogu yazmaya 2007 yılının sonlarında karar verdim. 2008'in
başında da yazmaya başladım. Tetikleyen olay olarak şunu söyleyebilirim;
Çalıştığım kurumda 2007 yılının ortalarında İstanbul'dan başka bir kente atandım. 
İstanbuldan uzaklaşınca sosyal çevremizi İstanbulda bıraktığımız için
yalnızlığın verdiği bir dürtüyle yazmaya başladım. Yazmaya başladım derken
blog yazmayı kast ediyorum Yoksa yazmak hayatımızın her evresinde hep vardı
karınca kararınca. Bazen düşünüyorum da, İstanbuldan ayrılmasaydım, belki de
blog yazma işine hiç zaman ayıramazdım.

3- Blogu açarken aklına gelen diğer isimler neydi?

Aslında iki isim arasında gittim geldim. Bizi okuyanlar bilirler, Real Madrid
ve Everton kulüplerinin yeri ayrıdır bizde. Dolayısıyla isim olarak da Real Madrid
efsanesi Santillana ile Everton efsanesi Dixie Dean isimleri arasında düşündüm.
Sonunda Santillana'da karar kıldım.


4- Hemen Santillana'ya geçelim. Ve onun hakkında sözü sana bırakalım...

Santillana benim için bir idoldür hakikaten. Çocukken mahalle arasında top
oynardık. Herkes bir topçunun ismini seçerdi kendine. Benim seçimim hep Santillana
olurdu. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımızın ilk maçları farklı skorlarla kaybeden
Real Madrid takımının, rövanşta mucizeleri gerçekleştirdiği efsane dönemlerinin
efsane adamlarındandır Santillana. Mesela bir Monchengladbach maçı vardı.
TRT'nin o tek kanal olduğu dönemde, evdeki siyah beyaz televizyonun 
o puslu ekranından seyrederken havalara uçmuştum. 1985-86 sezonu Uefa Kupası 3.tur 
eşleşmesiydi. İlk maçı dışarıda 5-1 kaybetmişti Madrid. 15 gün sonraki rövanşta 
3-0 öndeydi içeride. Maçın sonları yaklaşıyordu. Oyuna sonradan girmişti Santillana. 
Derken o son dakika golü gelmişti. Çakmıştı Santillana, 4-0 olmuştu. 
Madrid mucizeyi gerçekleştirmişti, turu geçmişti. Yine aynı sezon yarı finalde İnter'i 
İtalya'da 3-1 yenildiği maçtan sonra Madrid'de 5-1 yenip finale çıkmış, 
finalde de Köln'ü yine 5-1 yenerek Uefa Kupasını da kazanmıştı Madrid. Ne müthiş takımdı..
İşte Santillana o Real Madrid'in tek kelimeyle bayrak adamıdır. 1970-71 sezonunda Racing
Santander'de 1 yıl oynadıktan sonra Real Madrid'e gelmiş ve tam 17 sene aralıksız
Real Madrid forması giymiş bir adamdır. Real Madrid'li gelip, Real Madrid'li giden 
bir topçudur yeşil sahalardan. Ayrıca şahsi fikrimdir; telaffuzu en güzel futbolcu
isimlerinden biri hata belki de birincisidir Santillana ismi. Kaldı ki gerçek adı da
değildir aslında. Santillana Del Mar'da doğduğu için, doğduğu yerden hareketle 
taraftarların taktığı bir lakaptır Santillana ismi. Gerçek adı ise
Carlos Alonso Gonzales'tir.. Velhasıl büyük adamdır Santillana.. 


5- Santillana'nın yanında Real Madrid'ide seviyorsun. Neden Real Madrid?

Hiç kimse tuttuğu, yada sempati duyduğu takımı oturup da rasyonel sebepleri irdeleyerek
seçmez. Küçük yaşlarda o takımla ilgili yaşadığı hadiseler belirler bu durumu.
Four Four Two Dergisi için geçtiğimiz aylarda "Madridista olmanın 10 sportif sebebi"
başlıklı bir yazı yazmıştım. Her ne kadar orada rasyonel düşünülmüş 10 adet sebep
yazdıysam da, gerçekte bu sebeplerden sadece biri beni Madridista yapan sebepti. O da 
"imkansız turları atlama" idi. Bir önceki soruda da bahsettiğim gibi bizim çocukluk ve
ilk gençlik dönemlerimizin bu anlamda efsane takımıydı Real Madrid. Farklı kaybedilen 
ilk maçlardan sonra, kimsenin beklemediği bir şekilde rövanşları kazanıp tur atlardı. 
1984'de Rijeka maçları (1-3, 3-0), Anderlecht maçları (0-3, 6-1), 1985'de İnter maçları (0-2, 3-0), 
Monchengladbach maçları (1-5, 4-0), 1986'de yine İnter maçları (1-3, 5-1), 1987'de 
Kızılyıldız maçları (2-4, 2-0) gibi.. Ayrıca babam da iflah olmaz bir Madridista'dır.
Onun da küçük yaşlarda bizi işlediğini inkar edemeyiz. Evet biz de Barca'lı Şimşek Santrfor'u
çok okuduk zamanında ama yine de Madridista olmaktan kendimizi alamadık :) 


6- Real Madrid Barnebeu'da bu yıl Şampiyonlar Ligi'ni almayı başarabilecek mi?

Kalbimizden geçen elbette bu ama hiç de kolay değil. Neler olabileceğini bugünden
bilebilmek elbette mümkün değil. Ancak şunu söyleyebiliriz, Real Madrid'in
Bernabeu'da oynanacak bir Şampiyonlar Ligi finalinde olmamasından daha kötü olan
bir şey varsa o da o finalde Barcelona'nın olmasıdır. Bundan da kötüsü o stadta
o kupayı Barcelona'nın kaldırmasıdır ki, bunu tasavvur etmek bile istemiyorum..


7- Los Galacticos'un ilk dönemiyle bu sezon başlayan ikinci dönemini nasıl değerlendiriyorsun?

Her iki dönemi de çok fazla hazettiğimi söyleyemem. Bu kadar çok yıldızın aynı takımda olmasını 
pek seven biri olamamışımdır hiç. Ne bileyim, o takımın gerçek ruhunu götürüyor sanki bu tür 
transferler.. Birinci Los Galacticos döneminde de bu duyguları taşırdım. Şimdi de böyle 
düşünmekteyim. Ha yararlı olmazlar mı, ortalığı dağıtmazlar mı, falan mı filan mı, bunlar ayrı dava.. 
5 tane Ronaldo ile 5 tane Kaka'yı, bir Raul ruhuna, bir Camacho ruhuna, bir Santillana ruhuna 
değişmem gibi geliyor bana.. Bilmiyorum, belki de bu kafayı değiştirmem lazım artık benim..


8- Florentino Perez Real Madrid tarihinin en iyi başkanı mı yoksa sen farklı mı düşünüyorsun?

Valla en iyi başkanı mı bilemem ama benim için en büyük başkan olmadığı kesin. Benim için 
en büyük Real Madrid Başkanı Ramon Mendoza'dır. Çünkü İstanbul'dan mektup yazan sıradan bir
Real Madrid sevdalısının tüm mektuplarına kulüp antetli kağıtlara yazılmış, ve matbu olmadığı
her mektubu birbirinden farklı konular içerdiği için ayan beyan ortada olan cevaplar yazan,
bu yazıları ıslak imzasıyla imzalayan, bu İstanbul'lu Madrid sevdalısının tüm taleplerini
karşılayarak flama, albüm, dergi, poster gibi materyalleri kendisine göndermekten imtina
etmeyen, koca Real Madrid'in başkanıyken İstanbul'dan mektup yazan bir genç adama zaman 
ayıracak kadar gönlü geniş olan bir başkandır Ramon Mendoza :) Onun arkasından da Lorenzo Sanz
gelir O da zaman zaman ceketimizin yakasını süsleyen Real Madrid rozetinin yollayıcısıdr :)


9- Barcelona hakkında ne düşünüyorsun? Gerçekten de son 100 yılın en iyi takımı onlar mı?

Son 100 yılın en iyi takımı diyebilmem için son 100 yıldaki en iyi takım adaylarının hepsini
izlemiş olmam lazım ki karar verebileyim. Ben 38 yaşındayım, son 30 sene için yorum yapabilirim.
Ve evet, gerçekten başka bir futbol oynadılar özellikle geçtiğimiz sene. Kabul etmek lazım ki
geçen sene yaptıkları futbolu domine etmekten daha öte bir şeydi. Bütün kazanılan kupaların
yanı sıra, Bernabeu'da 6 hadisesini bu Madridista gözlerimizle görmemize yol açtılar. Uzun yıllar
bunların nemasını kullanacaktır elbette bütün Barca'lılar..


10-Bugüne dek Real Madrid'de oynamış olan ve halen oynayanlardan efsane bir 11 yapmanı istesek?

Çok zor bir şey bu. Fazla düşünmeden ilk aklıma gelenlerle bir 11 yapayım. Ama muhakkak 
koymayı unuttuğum futbolcular olacaktır: 
Casillas, Chendo, Sergio Ramos, Sanchis, Camacho, Kopa, Michel, Butragueno, Di Stefano, Raul, Santillana.


11-BİY ve Futbloglar hakkındaki düşüncelerin neler?

Ben çok fazla takip edemiyorum ancak futbol üzerine internet ortamında edilen kelamları toplayarak 
önümüze getiren organizasyonlar olduğu için oldukça yararlı oluşumlar olduklarını düşünüyorum.


12-Blogda yazma hevesini kıran ya da tam tersi daha çok yazmalıyım dedirten şeyler oldu mu?

Yazma hevesimi kıran demeyelim de, moralimi bozan hadiseler elbette oldu. Bunları iki grupta
topluyorum. Birincisi blogda yazdığım yazıların izinsiz ve habersiz olarak başka mecralarda
kullanılması ve kullanan kişilerin bu yazıları sanki kendileri yazmış gibi kullanmaları. Bu çok
sinir edici bir hadise gerçekten. Emek veriyorsun, araştırıyorsun, zaman harcıyorsun, bir de
bakıyorsun ki başka bir yerde karşına çıkıyor. Bunu engelleyebilmenin bir yolu olsa keşke.
İkinci grup ise gelen küfürlü yorumlar. Mümkün mertebe kimsenin bam teline basmadan yazmaya
çalışsam da, insanlar küfür etmek için yine de bir sebep bulabiliyorlar. Bazen Fenerbahçe
ağırlıklı yazdığım için de eleştirildim mesela. Ya kardeşim, biz bu blogu tarafsız bir blog
diye hiç sunmadık ki. Öyle bir iddiamız hiç olmadı. Biz Fenerbahçeliyiz. Hem de en hastasından.
Futbol üzerine kelam ederken, Fenerbahçe'ye Standard Liege muamelesi yapmamız beklenemez herhalde
değil mi ?


13-Hedeflerin neler? Tüm istediklerini gerçekleştirdin mi?

Kendi mesleğim ve hayatım için hedeflerimin tamamını henüz gerçekleştirmedim elbette. Daha çok
hedef var önümde. Blog yazarı olarak ise zaten herhangi bir hedefle başlamamıştım bu meşgaleye.
Amatörce ve beklentisiz kelam ifşa ettiğim için hedef diye bir sorunum yok blog yazarı olarak..


14-Sıklıkla hangi blogları takip ediyorsun?

Aceto Balsamico, Ariel Ortega, Flying Dutchman, Almaty'de Bir Fenerbahçeli, Ali Ece (Total Futbol),
Pennearabiata, Çizgisiz Defter, Trofolo.. Ve elbette Mutlak Gol Pozisyonu :)

15-Blog hakkında aldığınız bir tavsiye var mıydı?

Hayır. Blogdaki tüm görsellik, kullanılan renk, yerleşim şekli, yazılan yazılar, işlenen konular,
yaptığım seriler (Armaların Anlamları, Hınca Hınç Tribünler, Merak Edilen Taraftar Psikolojileri vb.)
tamamıyla kendi özgün düşüncelerim oldu. Zaman zaman arkadaşlarım daha sık yaz, şu şu şu konulara da
değin deseler de, ben hep bildiğim yolda gittim. Çünkü o kadar sık yazmaya ve her konu hakkında
kelam etmeye hem zamanım yok, hem de bu blogun naçizane misyonu da bu değil. Biz futbolun güncelinden
ziyade kültürüne dair fikir ifşa etmeye çalışıyoruz. Futbol dünyasının akış hızıyla eş zamanlı bir
blogu biz okuyucularımıza sunamayız. Daha çok kültürel bilgileri sunabiliriz. Zaten bunu çözen ve 
anlayan kemik bir okuyucu kitlemiz de artık oluştu.. 


16-Sürekli okuduğun spor yazarları kimler?

Her gün düzenli ve sürekli okuduğum spor yazarı aslında yok. Bloglar oluştuğundan beri düzenli
okuduğum bloglar var. Yine de Tamer Bağlan, Mehmet Demirkol, Ercan Güven, Kanat Atkaya ve tarzı
oldukça değişik olsa da Bilgin Gökberk fırsat buldukça okuduğum yazarlandandır. 

17-Sosyal yaşamın nasıl geçiyor? Blog dışında nelerle uğraşıyorsun?

Mesleğim dolayısıyla oldukça yoğun çalışıyorum. Bolca iş seyahati yapıyorum, ofisde olduğum
zamanlarım da gerçekten yoğun geçiyor. Çalışma hayatı haricinde ise İstanbul'da iken kesintisiz
iştirak ettiğimiz, İstanbul dışına çıktıktan sonra da mümkün mertebe iştirak etmeye çalıştığımız
Fenerbahçe maçları var. Futbol, basketbol, voleybol fark etmez.. Fenerbahçe sosyal hayatımızın 
yadsınamaz bir parçası olmuştur yaşamımızın her döneminde. Bunlar dışında ailemle ve kızımla 
zaman geçirmeyi, arkadaş çevremde bizim kısa pas dediğimiz akşam demlenmelerini, kış aylarında 
sessiz sakin Cunda'da rakı-balığı severim. Aslında en çok da yalnızlığı severim. Beni müthiş dinlendirir. 
Her ne kadar bu yoğun tempoda yalnız kalmaya fırsatım olmasa da..  


18-King Santillana ne izler? Ne dinler?

Yıllardır Türk dizisi izlememiştim. Ta ki Ezel'e kadar Tuncel Kurtiz'in Ramiz Dayı karakteri o diziye
bağladı bizi. "Emri vereyim mi kardeşş" mottosu arkadaş çevremde dilimize pelesenk oldu bu aralar :)
Bunun dışında cnbc-e dizilerini izlerim fırsat buldukça. Without a Trace, CSI NY gibi. Bir de
bizim birader Flash Forward'ı tavsiye etti geçenlerde. Ona takılıyorum zaman bulabilirsem. Ayrıca Ntv, Cnn Türk, Haber Türk gibi kanallar da vazgeçilmezlerimdendir. Cranberries, Evanescence, Manga, Cem Karaca, Metallica dinlediklerim arasında ilk aklıma gelenler. Ama klişe bir cevap olarak, hoşlandığım her türlü müziği de dinlerim diyebilirim. Genel olarak sert müzikten hoşlansam da
zaman zaman kendimi Lara Fabian yada Celine Dion dinlerken de bulabiliyorum  


19-Twitter'da sanırım halen yoksun. ? :)

Evet yokum.. Külfet geliyor bana, üşeniyorum :)

20-Madrid'e gitmeyi sanırım çok istersin?

Elbette.. Madrid yanında Liverpool, Buenos Aires ve Glasgow'u da görmeyi çok isterim..

21-Türkiye'nin en güzel kadını?

Eşim :) Cansu Dere de fena değil :)

22-Sence 2009'un en iyi futbolcusu ve takımı hangisiydi?

Tabii ki Messi ve Barcelona..

23- ... olsun 10.000 lira borcun olsun?

Noktalı yerlere koyabileceğim seçenek çok. Ama blog adımıza da uyması babında şöyle doldurayım;
Bernabeu ve Goodison Park'da locam olsun, 10.000 lira borcum olsun :)


24-Mutlak Gol Pozisyonu hakkındaki düşüncelerini de alıp bu güzel söyleşiyi bitirelim.

İyi iş çıkarıyorsunuz. Takdir ederek izliyorum. Özgün yazılarınızın yanında bu blog söyleşileri de
gerçekten marka bir seri oldu. Başarılarınızın devamını dilerim. 


25-Vakit ayırdığın için teşekkürler...

Ben teşekkür ederim.. Benim için zevkti...

26 Aralık 2009 Cumartesi

Tribünden Gelen Ses...


Efendim sanıyorum herkes dikkat etmiştir bir gol atıldığında ya da 'mutlak gol pozisyonu' kaçtığında tribünlerden yükselen seslere... Benim çok sevdiğim bir olaydır bu. Bir golden sonra ya da kaçan bir pozisyondan sonra binlerce kişinin aynı duygular ile yönetmeni olmayan bir koro gibi aynı anda çıkardıkları bu sesler harikadır... Futbol dışında sanıyorum başka hiçbir olay daha önce planlanmadan binlerce insanın aynı anda aynı tepkileri vermesini sağlayamaz...

***

En güzel örnek hiç şüphesiz ki İngiltere. İngilizlerin futbol denen oyundan Dünya üzerinde en çok zevk alan toplumların başında geldiğini sadece ben düşünmüyorum büyük ihtimal. Tiyatro salonunda çok heyecanlı bir oyun seyreder gibi futbol izleyebilen İngilizlerin takımları gol attıktan sonra 'yeah!' diye uzun uzadıya ses tellerini patlatmaları Ada futbolunu güzel yapan en önemli hadiselerden biri bana göre.

***

İngilizler, yapılan güzel bir çalımda ya da hoş bir pozisyonda her zamanki gibi oyuna tepkilerin en güzelini vererek takımları ile sahada oynuyormuş havası veriyorlar adeta. Gol kaçmasını kimse istemez elbet ama kaçan bir pozisyondan sonra binlerce kişinin ağzından çıkan hayal kırıklığının sesi harikadır... Akim kalmış bir golün böğürtüsü gibi çıkmaz bu ses. 50 bin kişinin "oooo" demesinin düşünün. Ama hafif şaşırma ve takdir etme edasıyla. Nefistir.

***

La Liga seyircisi de çok iyi yapar takımıyla saha da olmayı her daim... Özellikle ateşi bol bir Madrid ya da Barcelona derbisinde her pozisyondan sonra verilen tepkiler ve hep bir ağızdan çıkan sesler La Liga'yı ayırır diğer liglerden. 

***

Bizim biraz kültürümüz, biraz da taraftarlık anlayışımız bu olayı bize az da olsa uzak kılar. Atılan golde 'yeah!' denmesi mümkün değil. Kültürden kastım bu. Taraftarlık anlayışımızdan kastım ise destekleme biçimi. TSL'de her takım seyircisi için aynı şey geçerli değil tabi ama gönül isterdi ki slolom yaparak adam geçen bir futbolcuya davul sesi yerine onu daha da ateşleyici sesler gelsin...

***

Türk izleycisine takımına destek verme konusunda benzerlik gösteren diğer taraftarlar sanıyorum Yunanlar, İtalyanlar ve herhangi bir Balkan devletinin vatandaşları... Yine de güzel gelsin ya da gelmesin herkesin ortak paydası takımına destek olmak fakat Gerrard'ın ceza sahası dışından attığı bir golden sonra yüksek desibelli bir 'yeah!' tadından yenmiyor gerçekten...

24 Aralık 2009 Perşembe

Aztek Felsefesi


Dünya futbolunda Meksika'yı bir noktaya yerleştirmek istediğinizde tartışmalar uzar gider sanırım. Onlar bazıları için büyük takımların tarafındadır çünkü 12 defa Dünya Kupasına katıldılar. Bazıları içinse onlar Koca Kuzey ve Güney Amerika kıtasının ortasında kaldıkları gibi futbolda da ortadadır. Bunun nedeni zirvedeki ülkelere herhangi bir tehlike teşkil etmediklerinden kaynaklanıyor galiba. Fakat çoğu Meksika'lı bu durumu takmıyor bile. Onlar ülkeleri favori bir takıma karşı kafa tuttuğunda bile gururlanmayı biliyorlar. Hatta kaybettiklerinde bile. Onları kızdıran tek nokta zayıf bir takıma karşı alınan yenilgiler.

***
Meksika yüzölçümü kadar sosyal hayattaki farklılıklar açısından da büyük bir ülke. Bu tip ülkelerde hep görüldüğü gibi Meksika'da da futbol sosyal farklılıkların kapanması açısından büyük önem kazanıyor. Zaten Meksika'da spor demek futbol demek. Meksika'da ulusal lig iyi organize olmuş durumda ve tüm ülkede profosyonelce oynanıyor. Cruz Azul ve Colo - Colo gibi başarılı takımlarda mevcut. U.n.a.m'ıda bu takımlar arasına ekleyebiliriz. Güney Amerika'nın doğasında olan yetenekli futbolcular bu ligdede Avrupal'lı büyük takımların iştahlarını kabartıyor.

***
Meksika herhangi bir takıma karşı bir galibiyet aldığında herşey yolunda demektir. Rakibin kim olduğu farketmez. Brezilya ya da Belize...Her galibiyetten sonra Güney Amerika usulü kutlamalar yapılır, başkentteki bağımsızlık abidesinin bulunduğu alan karnaval yerine çevrilir, saat kaç olursa olsun halk oraya akar. O alana gelen taraftarların hepsi mutlaka futbol oynuyarlardır. Bazıları profosyonel olmanın hayalini kurar, bazıları ise bir halk kahramanı olan Hugo Sanchez'e hayranlık duymakla yetinir. Hugo Sanchez'i ve gollerini herkes bilir ve futbol denince ilk akla o gelir. Dünya'da da durum böyledir. Meksika denince akla ilk gelen yine o olur.
***
Şimdi Meksikalılar 2010 için yeni umutlar ile yola çıkıyorlar. Yine eskiden olduğu gibi onlar için takımları sahada mücadele etsin yeter...  Fakat içten içe artık 1970 ve 1986'daki çeyrek finalden fazlasını istedikleri kesin. 2010'da Güney Afrika-Uruguay ve Fransa'nın olduğu grupta umutlar yeşerecek Aztek Felsefesinde. Kimbilir? Belki Javier Aguirre ve öğrencileri bunu başarabilirler...

23 Aralık 2009 Çarşamba

Buca Juniors'dan Ozan İpek


Ertuğrul Sağlam'ı eleştirmenin en kolay yolu, gençlere forma vermediği konusuna girmektir. Bu mesele, o kadar kanıksanmıştır ki kimse anti-tez süremez ortaya. Bu hafta oynanan ve inanılmaz bir keyif veren Beşiktaş-Bursaspor maçında, büyük bir deneye imza attı Ertuğrul Sağlam. Deneyin ismi, genç oyunculara forma vermekti ve malzeme Ozan İpek'ti.


Ozan İpek, 15. dakikada kırmızı kartla atılabilirdi. Atılsa Beşiktaş çok rahat bir galibiyet alırdı herhalde. Fakat atılmadı ve oyunun kaderini değiştirdi 10 Ekim 1986 Ankara doğumlu futbolcu.

Kahramanmaraşspor'dan Bucaspor'a 150 bin TL karşılığında gelen Ozan İpek, 6 ay Buca'da oynadıktan sonra 287 bin TL bonservis bedeliyle Bursaspor'a transfer oldu. Buca'nın Mehmet Batdal'la birlikte en büyük yıldızı olan Ozan İpek, TFF 2. ligden TSL'ye terfi ediyordu.

Ozan İpek, bu sezon tam anlamıyla bir joker oldu. Kimi zaman kanatlarda, kimi zaman ön liberoda, kimi zaman da "10 numara" mevkiinde sırtladı formasını. Zaman zaman sertlikleri sebebiyle tepki çekse de iyi oyunu bunların üstüne çıktı.

Ozan İpek'i milyonların hafızasına kazıyan iki görüntü var. Bunlardan biri Johan Neeskens'in teknik patron olarak sahaya çıktığı Galatasaray'ın Bursa deplasmanında yaşandı. Maçın son dakikalarına doğru İpek'in Sabri'ye yaptığı sert müdahale Johan'ı tam anlamıyla çıldırttı. Sahada az kalsın kavga çıkacaktı.

Diğer görüntüyse herkesin bildiği gibi bu haftaya dair. Ernst'le yaşadığı pozisyonun ardından atılmanın kıyısından dönen Ozan, bu pozisyonun birkaç dakika sonrasında Rüştü'nün filelerine topu bıraktı. 3. golde de Zapotocny'den fazla onun payı vardı fakat vefasız skorbord ona sadece bir kesitinde yer ayırmıştı. Ama maçın yıldızı tartışma götürmeyecek bir şekilde Ozan İpek oluyordu.

23 yaşındaki futbolcuyu bundan sonra daha sık duyacağımıza eminim. Önü son derece açık ve yeteneklerini doğru kullanırsa Bursa'nın zirve yürüyüşüne daha da büyük katkılar sunabilir. Onu TSL'ye çıkartan Buca Juniors'u anmadan geçmek, hem ayıp olur hem de bize yakışmaz!

Schumy

F1 Schumy ve Montoya bu işi bıraktıkran sonra bana çok uzak kalmıştı aslında. Ara ara takip ediyordum. Zaten son yıllarda tekdüze olan ve eski tadı olmayan bir F1 bizimleydi. Schumy üst üste şampiyon olurken daha zevkliydi sanki... Schumacher bıraktıkran sonra 'keşke bırakmasaydı' ve üstünden zaman geçtikçe 'dönmeli artık' sıkça söylenen sözler olmuştu. 

***

Aylardır konuşulan bir konuydu aslında Michael Schumacher'in tekrar dönüp dönmeyeceği. Esasında benimde aklımda soru işaretleri vardı. Onun dönme ihtimali ve çıkan haberler elbette her zaman mükemmel geliyordu fakat yaşı artık 40 olmuştu... Takımlar 25-30 yaş aralıklarında pilotlar ile yollarına devam ederlerken bu ortamda onun dönmesi nasıl bir sonuç ortaya çıkarır acaba diye düşünmeden edemiyordum. Diğer yandan 2008'de Ferrari aracı ile test sürüşlerine çıktığında en iyi üçe giren zamanlar elde etmesi belki de hala en iyisi olduğunu gösteriyordu. Bu bile Scuhmy hayranlarına yetiyor ve onu tekrar kırmızı arabası ve yedi yıldızlı kaskı ile görme ihtimali onları kat kat F1'e bağlıyordu.

***

Gelelim yazının en güzeş paragrafına. Evet, Michael Schumacher pistlere geri döndü. Fakat o alıştığımız ve istediğimiz kırmızıların içinde değil. Schumy'nin yeni takımı Mercedes GP... Bu efsaneyi yeniden pistlerde görmek güzel olacak gerçekten. O gittiği günden beri F1 herşeyi ile çok değişti... Şimdi neler olacağını merakla bekliyorum.

***

M. Jordan'ın Wizard's ile dönüşü eskisi gibi olmamıştı, umarım Schumy'nin Mercedes ile dönüşü ekisi gibi olur...

22 Aralık 2009 Salı

The Footy Babe Kick #3, Harry...


DAHA GİTMEDEN,ONA BAKARKEN, ŞİMDİ BİLE GÖZLERİMİ ACITIYOR.ADI:HARRY KEWELL

Sanki içimde bir devrim son buldu.
İçim kalabalık.. İçim yalnız.
Senin gideceğin gün ne yapacağımı bilemiyorum çünkü. Dolmaz bir boşluk bırakacaksın ardında. Gösterişte değil, kimyanda olan efendi ruhunu verdiğin futbolda, açtığın kapının anahtarını da kökleyip gideceksin, bil.
Galatasaray’da kirlettiğin hiçbir şey olmadı. Gördük. Ve sana tuttuğumuz alkış, senin için haykırdığımız şarkılar da bu kadar yürekten, temiz oldu.
Bizdeki bu can nereden geliyor sanıyorsun. O kanı bize sen veriyorsun.
Bize bir iyilik yap.
Tamam, sen git.
Sesimiz daha az kısılır belki. Ya da avuçlarımız bu kadar acımaz.
Maçlarda, skorda donumuzu toplayan çıkar elbet, umuyoruz ki..umalım tabi.
İçiyoruz, derdimiz var.
Saatlerdir durmadan bir şeyler yiyen Galatasaraylı biliyorum üzüntüsünden sen gideceksin diye. Onları görüp daha bir üzülüyorum.
Geriye kalanlarla seni unuturuz sanma, bu çok zor.
Baros’u bile bu kadar özlemişken, GS formasıyla, yeşil sahada senin ayağını hep arayacak bu gözler.
Seninse gözlerin aileni..
Canın çocuğunu dolaştırmak mı istiyor? (sümüğü de akıyordur onun)
Düşün hele; milkshake diye zırıldar durur belki, paçandan çekiştirir. Vıcık vıcık yapar aldığın çikolatayı.
(Ne komik.Çaresizlikten neler dediğimi bir allah bir de gs‘liler bilir.)

GS gemisi tabi ki de batmaz sen gitsen de. Ama yeterince hız alır mıyız, biri beni ikna etmeli.
Ama sen hep capcanlı.
Birileri konuşmalı benimle, üzülmemeliyim.
Sarhoş olmamalıyız mesela, bunu da düşündüm.

Hagi’den sonra en iyi yabancı deseler de,Hagi’nin yeri çok ayrı, senin yerin apayrı.
Bugüne kadar kulak arkası yapmaya gayret gösterdiğim” Kewell gidiyor, gidecek..” haberlerine direncim 2 gün önce son buldu. “Gitmez”,diyenin ağzının içine düştüm hep.
Direnemiyor bu kalp daha fazla. “Gitmeeee”,diye haykırasım olsa da, bu sana karşı yapılan haksızlık gibi geliyor. Çünkü biz ne kadar üzülüyorsak senin gidişine, aynı duygusallıkla içinde barındırdığın hislerle sen de evine dönmek istiyorsun.
Gözümde çocuğunu kucağına almış bir Kewell canlanınca, işte o noktada sana “gitme” demeye hakkımız olmadığını düşünüyorum. Ama bu düşüncem de yine sevgimden bakın.

Harry Kewell.. Ta Leeds United ve Liverpool takımındayken hayranlıkla takip ederdim. Bu sevgim o günlerinden kalma, ve Galatasaray günlerinde coşmuş durumda. İlk Galatasaray’a geldiğini duyduğumda sevinçten, ilk gördüğümün boynuna atlamıştım, unutmam.
Seni izlemek Tabu’da kelimeyi anlatmaktan daha keyif verici, -ki Tabu’dan aldığım keyif yaşamım misali..
Gol öncesi, gol sonrası.. soğukkanlılığın, kızgınlığın, sevincin..en ufak mimik hareketinden bile ders çıkartılabilecek insanlık harikasısın.
Çevremdeki herkes sormaya başladı bu ara,”bu aralar senin bir derdin var Senem?”..
Doğrudur.
Dinleyen bulsam da, anlayan bulabilir miyim ki..Niye dinleyeceksiniz ki, ben bile dinlemiyorum kimseyi şu sıralar. Kendimi türlü yollarla mutlu etmeye çalışsam da içimde aşılamaz burukluk var.
Çaresizim, çaremiz yok. Kewell’sız kalmanın boğazımda yarattığı çözülmez düğümün açılası yok.
Duygusal boyutumu yaşamaya bizim kızların yanına gittim, ilk konuda arkamı dönüp uzaklaştım.”Gossip Girl’deki şu çocuğun vücuda bak dehşet kızım..”
-hı,hı..o vücutta manita bulursunuz ama bir Kewell bulamazsınız pff
“..ne?”
- Hiç. Dizinin canı cehenneme. Çıplak vücut sanatıyla uğraşacak havamda değilim diyorum
“ıyy ne kadar katı yüreklisin senem”
( e insaf! Vücudunu yağlayıp ballamış adama bakan sizsiniz, olayın cinsel boyutundasınız. Şu an aranızda en duygusal boyutta olan benim be! Kewell diyorum, gidiyor!)
Beni kızlar anlamıyorsa erkek kankalar anlar deyip, kankaların yolunu tuttum, fakat tez hemen yanlarından toz olmam da bir oldu:
“…abi kızda bi dekolte vardı.. senem sen burayı duyma haa..”
- peki duymam, hatta gidiim ben.
(o dekoltenin altından meme çıkacak bilmem mi hiç, üst dekolte sonrası konu alt dekolteye gelecek. Konu nereye gidecek, bunun farkında biri olarak, henüz alt dekolteye inmeden, başım önde, buruk evimin yolunu tuttum.)
……………………….

Kewell..
İçim kalabalık, içim yalnız.
O formayı çıkardığın gün, parıldak gözlerimin beni gözden çıkardığı gün olacak.
Kafamı avuçlarımın içine alıcam, belki de yastığıma yumulucam.Ve..Yüzüm şişene kadar ağlayacağım var mı..
Durum böyle…

Futbolun Güzellikleri #35


21 Aralık 2009 Pazartesi

Blog Söyleşileri #9, PC Lion FC Blog


9. Konuk PC Lion FC Blog'un yazarı Uğur Karakullukçu. Yine güzel ve keyifli bir söyleşi oldu. Kendisine tekrar teşekkür ediyorum. 
1- Uğur Karakullukçu'yu kısaca anlatır mısın bize?
22 yaşında bir üniversite öğrencisiyim, Yıldız Teknik Üniversitesi'nde Makine Mühendisliği eğitimi alıyorum. İstanbul doğumluyum, babam da Mecidiyeköy'de doğmuş. Galatasaraylılığımda bunun da muhakkak payı vardır. İyi bir futbol izleyicisi olmama rağmen kendim pek yetenekli değilimdir, oynamayı sevmeme rağmen. Basketbola daha yatkınım sanırım.İnsanın kendini anlatması zor yahu, diğer soruya geçelim en iyisi. :)
2- Hemen Blog muhabbetine geçelim. PC Lion'u neden yazmaya başlamıştın? İlk tandığın futbol blogunu tahmin ediyorum aslında zor değil. :)
Herkes gibi bloglardan önce forumlarda başladım futbol üstüne yazmaya, bloga geçişim ise forumdan ayrılış dönemime denk gelir. Genel bir forumun spor kategorisinde yöneticilik yaparken Salih'le tanışmıştım, namı diğer Noat Samisa. Futbol üstüne konuşurken ona iyi bir blog yazarı olabileceğini söylemiştim, Salih de kendi blogunu gösterdi o zaman. Beni blog tutmaya teşvik eden ilk kişi de odur. İlk okuduğum blog ise tahmin ettiğin gibi Bülent Timurlenk'in blogu Aceto Balsamico.
3- Bilgisayarını ilk açtığında girdiğin blog hangisi (PC Lion hariç :) )? Sıklıkla hangilerini takip ediyorsun?
Kendi panelimi açarım öncelikle, orda yeni yazılmış yazılar üstünden blogları ziyaret ederim. Günlük takip ettiğim bloglar aslında baya fazla. Aceto Blog, Noat Samisa, Lambuja, Tardini Büfe ve Flying Dutchman ilk aklıma gelenler. Ata, Eray ve Melih abinin de bloglarını da okuyorum Galatasaray'ı takip ederken ama onları blog tutmadan önce forumlardan takip ettiğim için blog yazarı olarak tanımlamıyorum. Futbol dışı konularda okumaktan zevk aldığım bloglar Gol Atan Kaleye (bu da ironik oldu gerçi ama gerçekten farklı bir blogdur), Salsa Basket,  Love Game Tennis ve Geowyns. Arada Pucca Günlük de okuyorum, ilginç şeyler yazabiliyor. Toplamda bakarsanız kendine has bir üslubu olan blogları okumayı tercih ediyorum açıkçası.Bunların dışında Blog İdman Yurdu ve Futbloglar üzerinden günün dikkat çeken yazılarına göz atarım.
4- Ağustos 2008'de ilk yazıyı girerken bu kadar başarılı olacağını düşünüyor muydun?
Benim blog dünyasına nispeten geç adım atışımın sebebi bu kadar düzenli yazamayacağımı v e başarılı olamayacağımı düşünmemdi zaten, aslında forumlarda benzer yazıları yazıyordum zaten. Blogu baştan bir arşiv gibi düşünmüştüm, düzenli yazamayacağımı öngörerek ama blog başlangıcından itibaren pek okuyucusuz kalmadı, sağolsunlar. İlgi gördükçe ben de daha fazla, daha dolu yazma ihtiyacı hissettim. 
Futbol bloglarının yükseliş dönemiydi o zaman, herkes keşfetmeye çok açıktı. Yukarda saydığım blogların birçoğu kendi kendine yazdığı hissine kapılmıştır başlangıçta ama onların mirasıyla beraber iyi bir noktada başladım diyebilirim. Okuyucu motivasyonu olmasaydı bu kadar tatmin edici bir iş çıkarabilir miydim, sanmıyorum. Sonuçta kendim için yazıyor olsam da okunuyor olmanın verdiği hazzı da yadsımamak gerek, en azından blog üzerine yoğunlaşmamda okuyucuların payı büyüktür.
5- Blog artık son noktasında mı? Yoksa daha gidilecek uzun bir yol mu var?
Konsept olarak üstünde fazla oynamayı düşünmüyorum, yazı üslubu ve derinliği açısından gidilecek daha çok yolum var tabii. Aslında ilgilendiğim konular blogda yazdıklarımla sınırlı değil ama belli konulara yoğunlaşmanın, özgün bir şeyler üretebildiğimi hissettiğim konularda yazmamın daha doğru olduğuna inanıyorum. Bazen işin ucunu kaçırdığının farkındayım, özellikle Avrupa futbolunu az yazmam konusunda eleştiriler geliyor. NBA'i de takip ederim mesela ama blogda pek sık yazmıyorum. Zaman buldukça farklılaşabilir konular ama özgünlük konusundaki hassasiyetim değişmeyecektir. Aslında bir önceki sorunun cevabı da biraz burada, iyi bir blog yazarı olmak isteyen arkadaşlarımız önce buna dikkat etmeliler. Medyayı takip edenler insanlar için bazı odaklar için insanların alternatifi pek yok ama blog okuyan insanlar aynı şeyleri okumak istemez. Özgün ve üsluba sahip olanın öne çıktığı bir alan futbol blogları,
bunu atlamamak lazım.
6- Bir ara gelen yorumlar yüzünden yazmaya ara vermiştin. Neler yaşamıştın o günler? Geri dönüşünde etkili olan yazma isteğindi sanıyorum?
Ara verme meselesi aslında biraz karışık. Tetikleyen bilindiği gibi derbi yazısına gelen sert yorumlardı ancak bunun dışında genel bir yorgunluk vardı diyebilirim. Sonuçta internet kültürümüz belli, yazdığınız yer bir futbol blogu dahi olsa kendisini popstar jürisi, yazıyı yazanı da elemelere gelmiş amatör bir yazar zannedebiliyorlar, bu her blog yazarının ortak problemi. Yorumları reddetmeyi de pek beceremediğimden olsa gerek, bu yorumlara gerektiğinden fazla değer verip biraz ara vermeyi düşünmüştüm. Planlı bir karar değildi bırakmak ama birkaç hafta yazmam diyordum karar sonrası. Yazmayı bırakmayı zaten hiç düşünmemiştim, kendimi yanlış ifade ettim sanırım ara yazısında. O şekilde bir algı oluşunca birçok kişi ara vermemem yönünde ısrarcı oldu, birkaç arkadaş da konuyu kendi bloglarına taşıyınca kararımı gözden geçirmek durumunda kaldım. Olaylar da epey hızlı gelişti, aslına bakılırsa pratikte ara
vermiş olmadım yani. :)
7- Blog yazmaya başladıktan sonra sana blogla ilgili gelen ilk maili hatırlıyor musun? Ne hissetmiştin o zaman?
Blogla ilgili mailler alıyorum tabii ama ilki hangisidir, şimdi bilemeyeceğim. Muhtemelen yan panele link ekletme isteğidir. :) Onu değil de blogda ciddi şekilde yazmaya başlayınca belli başlı blog yazarlarını blogumdan haberdar etmek için attığım maili hatırlıyorum. Daha sonra o maili hatırlayıp epey gülmüştüm üslubuna, çekingenliğine.
8- Yazıyı yazdıktan sonra beğenmeyip sildiğin oluyor mu? Ya da yayınladıktan sonra 'olmadı galiba' dediğin ?
Planladığım ama zamanı geçtiğim için vazgeçtiğim çok yazı oluyor ama yazdıktan sonra vazgeçtiğim enderdir. Genelde yazmadan önce veririm kararı. Yazılarımı da bir, en fazla iki oturuşta yazdığımdan pek yarım kalmıyor. Geçen sene forvetlerle ilgili geniş bir yazı hazırlamıştım mesela, o hala durur arşivimde. Bu sene de Frank Rijkaard'ın orta saha tercihleri üzerine çok yazı yazıldı mesela bloglarda, ben de geniş bir yazı hazırlamıştım ama fırsat olmadı. Uygun bir zamanda yeniden düzenleyip onu yayınlayacağım.
9- Blogun isim hikayesi nedir?
Bu soruyu sormana sevindim, çok merak eden oluyor çünkü. Pclion 13-14 yaşlarımdan kalma bir nik, fazla da bir anlamı yok aslında. Daha eskiden Pckopat yazardım, hem itici hem de özgün değil diye yeni bir şey düşüneyim dedim, icq için. Aklı Galatasaray'a çalışan bir çocuğun düşüneceği ilk kelime olan lion geldi, öyle de kaldı. PCLion FC ise spontane gelişen bir ad oldu, pclion.blogspot.com alındığı için fantezi futbol yarışmalarında kullandığım takımın ismini yazdım. Böyle geniş kitlelere ulaşacak bir şey olacağını belki farklı bir ad koyabilirdim ama kendime has bir nikim olduğu için memnunum yine de.
10- Blog İdman Yurdu ve Futbloglar gerçekten çok önemli oluşumlar. Sen ne düşünüyorsun?
Blog İdman Yurdu farklı bir proje, amacı bloglara ulaşımı kolaylaştırmaktan ziyade futbol blogları için bir sendika gibi görmek lazım. İşin maddi bir boyutu da var elbette, bunun eleştirildiğini de zaman zaman görüyorum ancak Avrupa'daki popüler bloglara baktığımızda bu tip uygulamalar çok yaygın. Yazı kalitesinden ödün verilmediği sürece, ki veriliyorsa zaten o blogun kalitesinden şüphe etmek gerekir, bir problem yok.
Futbloglar ise çok pratik bir araç blogları taramak için, sık sık ziyaret ediyorum daha önce de söylediğim gibi.
11- NTVspor'da Yenilsen de Yensen de programına katılımın nasıl gerçekleşti?
NTV Spor'dan bize Şubat ayı gibi ulaşıldı, ardından Fuat Akdağ ile bir görüşmemiz oldu. Blogları takip ettiklerini, bu kaliteyi ve çizgiyi ekrana taşımak istediklerini söylediler. Futbol Blog yeni bitmişti o zaman Habertürk'te, o programın da Yenilsen de Yensen de'nin ekrana konma cesaretinin gösterilmesinde büyük payı olduğunu düşünüyorum. Yeri gelmiş Bülent Timurlenk, Ali Okancı ve Okay Karacan'ın adını anmak lazım. Görüşmeden iki ay sonra Yenilsen de Yensen de başladı, geçen sezonun son altı haftası programı yaptık, o şekilde başlamış olduk.
Gerçekten ayrı bir deneyim orda bulunmak, özellikle Bağış Erten ve Banu Yelkovan'la çalışmak harika. Birçok değerli insanla tanışma fırsatı buldum bu program sayesinde, başta programdaki arkadaşlarım olmak üzere. Program ne kadar sürer, bilmem ama seneler sonra dönüp arkama baktığımda hayatımda önemli bir yer tutacağını şimdiden söyleyebilirim.
12- GS TV'deki programdan bahseder misin ?
Galatasaray TV'deki program yani Yalnız Futbol, Melih Şabanoğlu'nun aracılığıyla oldu. Melih abi, beni, Eray'ı ve Ata'yı alisamiyen.net forumlarından tanıyordu, NTV Spor'daki program da başlayınca bizle Galatasaray TV'de bir program yapmak istediğini söyledi, biz de seve seve kabul ettik elbette. Dört kişi, bir buçuk saatlik bir programda Galatasaray'ı tartışıyoruz, farklı bir dille. Elbette acemiliğimiz de oluyordur ama iyi bir iş çıkarttığımızı düşünüyorum ben, fırsatı olanlar www.galatasaray.com 'dan Çarşamba akşamları saat 20.30'da izleyebilirler.
13- Rijkaard ve ekibi bana göre Galatasaray için büyük bir şans. Ancak sabır gerekiyor. Senin düşüncelerin neler?
Ülke futbolundaki en büyük eksiklik bu, futbolu futbolu bilenlere emanet etmekte büyük güçlük yaşıyoruz, kamuoyundan yönetimlere, medyaya kadar. Özellikle medyanın işine geliyor bu sirkülasyon, Frank Rijkaard isminin getirdiği karizmayı da düşününce reyting almak için en kısa yol ona sert eleştiriler getirmekte görülüyor. Bu bilinçsiz değil aksine gayet bilinçli bir yaklaşım, daha önce Del Bosque'ye, zamanında Hiddink'e yapılanlarda böyleydi. O yüzden bu eleştirilere fazla kulak asmamak gerektiğini düşünüyorum.
14- Bu sezon Galatasaray'ın Avrupa Ligi'ndeki şansını nasıl görüyorsun? 2000'den sonra Tekrar başarabilirler mi?
Dediğim gibi, Galatasaray yeni bir yapılanmanın içinde, daha doğrusu geçmişten gelen net bir mirası yok. İki sene öncesinin takımıyla bu takım arasında dağlar kadar fark var mesela. Galatasaray ne zaman projesini üçüncü seneye taşır, o zaman kadro kalitesiyle doğru orantılı olarak bir Avrupa başarısı beklenebilir. UEFA Avrupa Ligi, eski adıyla UEFA Kupası'nın ilginç dinamikleri var. Bu sezon için hedef ne olmalı dersen Galatasaray için hedef her zaman en yüksek olmalıdır ancak geçtiğimiz sezonun bir adım ötesi ilk adım için yeterli bir hedef, öncelikli hedef bu olmalı. Oraya geldikten sonra daha büyük hedeflerden söz edebiliriz.
15- Elano için neler söyleyeceksin? Hagi'den beri oradaki boşluk sence dolacak mı?
Elano çok farklı bir oyuncu. İlk geldiğinde de söylemiştim, Hagi'sinden Kewell'ına, Carlos'una kadar birçok önemli oyuncu Türkiye'ye geldi ama kariyer zirvesinden oldukça uzaktaydılar bu oyuncular. Elano ise öyle değil, hala Brezilya milli takımında ilk 11 oynuyor, Dünya Kupası için en önemli alternatiflerden biri. Bizim futbol geleneğimizde pek yeri olmayan pasörlüğüyle öne çıkıyor olması uyum sürecini uzatmış olabilir. Performansı gün geçtikçe artacaktır, hedeflerinden, vizyonundan vazgeçmemiş bir oyuncu olduğunu unutmamak lazım.
“Hagi'den beri” söyleminin Galatasaray'a zarar verdiğini düşünenlerdenim ben. Olay sevgi, saygı, karizmaysa buna en yakın oyuncu Harry Kewell'dır belki ama isterse Messi gelsin, Hagi'nin Galatasaray taraftarı için ifade ettiği kavramı, hisler bütününü karşılayamaz. Herkesi kendi özelinde değerlendirmek gerek. 
16- Arda Turan'a Metin Oktay'ın ismini yüklemek sence çok mu ağır yoksa olması gereken mi? Arda bu yükü kaldırabiliyor mu ?
Maalesef son yıllarda Metin Oktay isminin fazlasıyla metalaşmasının sıkıntıları bunlar. Bir hayal kahramıymış gibi anlatılır oldu. Galatasaray tarihinin en önemli isimlerinden biridir Metin Oktay, hatta Galatasaray tarihinde özellikle taraftar bazında en büyük değişime yol açmış sporcudur, o kesin ama amiyane tabirle bir insan değil melekmiş gibi tarif edilmesi ilk önce ona haksızlık. Arda Turan da son 10 yılda fazlasıyla değişime uğramış bu hayal kahramı imajıyla rekabet etmek, onunla aynı şekilde anılmak isteniyor. Arda'dan bir Metin Oktay olmasını istemek, onu o kalıba itmek yapılabilecek en büyük kötülük Arda Turan'a. Arda'nın da bu konuda iyi bir sınav verdiğini söyleyemeyeceğim ben, kendi fikrim bu tabi.
17- TSL'de ilk haftalar ligin Galatasaray ile Fenerbahçe arasında geçeceği konuşuluyordu. Şimdiki duruma baktığımızda 5 takımın birden şampiyonluk yarışında olduğunu görüyoruz. Sence ipi kim göğüsleyecek?
Konuşulan konu futbol olunca insanın aklı ve gönlü farklı şeyler söyleyebilir bazen. Aklım henüz konuşmak için erken olduğunu söylüyor, hele ki Ernst gibi, Nobre gibi devre arası transferiyle şampiyonlukların alındığı bir ülkede yaşıyorsak. Gönlümden geçeni söylemeye gerek yok sanırım.
Yarışın içine Bursaspor ve Kayserispor'un da girmesi bu ülke futbolu adına çok büyük bir gelişme, bunca sene bu konuda bir gelişim kaydedilememesi sorundu zaten. Blogu takip edenler bilirler, çok yazıp çizdiğim bir konudur. Ligin kalitesini belirleyen takımlar her daim şampiyonluğa oynayanlardan çok bu ekipler, bu düzenlerini korurlarsa kazanan Türk futbolu olacaktır. İlla şampiyon olmalarına gerek yok.
18- Sivasspor'un yapamadığını komşusu Kayserispor yapabilecek mi?
Şampiyonluğu kastediyorsak bunu konuşmak için çok çok erken. Günlük bir konu olarak görüyorum bunu aslında. Kayserispor zirvenin iki puan arkasındayken bu konuşuluyor muydu, hayır. Peki Bursaspor için bu kadar sesli konuşuluyor mu, o da hayır. O zaman fazlaca detaya girmeye gerek yok. Kayserispor'un yatırımı biliniyor, ülke şartlarında bonservis bedeli ödeyip transfer yapabilen ender kulüplerden biri ancak hedefi şampiyonluğa revize edip gerçekleşmezse travma yaşamak ihtiyaçları olan en son şey. Bunu Sivasspor nedensiz bir şekilde yaşadı, yeni yeni zirve altı takımlar oluşmaya başlamışken bu yapılanmaları kaybetmeye gerek yok.
19- Hagi ile Alex'in karşılaştırılması beni fena halde sıkıyor artık. Bu tartışmaya ne diyerek son verilmeli sence?
Bu tip tartışmalar küllerinden doğmaya meyillidir. Hagi'nin Galatasaray için ne anlam ifade ettiğini biliyoruz, Alex'in Fenerbahçe'ye kattıkları da malum. Şartlar bu olunca, ülke futbolunun merkezinde de Galatasaray-Fenerbahçe rekabeti olunca bu tartışmaların özellikle medya tarafından körüklenmesi doğaldır. Futbolun biraz içindeki herkesin artık kabak tadı aldığı bir tartışma, orası kesin ama son vermek çok zor, özellikle Alex oynamaya devam ediyorken.
20- İlk gittiğin Galatasaray maçı hangisiydi?
1992 yılındaki Galatasaray-Samsunspor maçı. Oldukça küçüktüm yani gittiğimde, maçla ilgili tek merakım hangi takımın 'biz' olduğuydu zira Samsunspor kırmızı ağırlıklı çıkmıştı o gün. O yüzden alternatif formalara hep mesafeli yaklaşmışımdır. :)
21- Ara transfer döneminde Galatasaray ne gibi hamleler yapmalı?
Galatasaray'ın sorunlu bir stoper rotasyonu var, orayı düzenlemek için bir hamle bekliyorum açıkçası. Galatasaray'ı bir üst seviyeye taşıyacak hamle ise orta sahaya Hamit Altıntop'u  ya da muadili bir oyuncuyu getirebilmek olur, orta vadede en büyük eksiğimiz bu gözüküyor. Başka eksikleri de var Galatasaray'ın ama bol transferin aynı zamanda risk olduğunu da unutmamak lazım.
22- Galatasaray'ın Taffarel'den beri kaleci sıkıntısı var gibi. Arada sadece Mondragon başarılı gibiydi. Taraftar son iki sezon De Sanctis'ten ve şimdilerde Franco'dan pek memnun değil gibi. Bu sorun nasıl çözülür? İlaç yerli kaleci mi?
Yerli kaleci maalesef Galatasaray'ın geleneklerinde yok, Türkiye de iyi kalecilerin yetiştiği bir ülke olmadı hiçbir zaman. Hedefler bu düzeye yükselmişken iyi kalecileri yakalamak kolay değil, 10-15 yılda bir bu düzeyde oynayabilecek yerli kaleciler yakalanabiliyor, o konuda da Fenerbahçe'nin aktif olduğunu kabul etmek lazım.
Leo Franco'dan ben memnunum açıkçası, daha doğrusu beklentilerimi karşıladı bugüne kadar. Ayak tekniği iyi, pozisyon bilgisi olan bir kaleci, kedi reflekslerine sahip olmaması onu daha az değerli kılmıyor benim gözümde. Aykut Erçetin gibi “Buffon ya da Cech gelecekse gelsin, yoksa gelmesin” mantığında yaklaşmamak gerek. Daha iyisi gelebilir mi, belki ama bu hemen her yabancı oyuncu için geçerli. Bunun üzerinden belli bir oyuncuya giydirmek doğru bir yaklaşım değil. Kalecinizin gerçek performansını görmek için önüne doğru defansı kurmak gerektiğini de unutmamak gerek bir yandan. Başarılı görülen Mondragon, De Boer-Bülent tandemiyle ıslıklanmıştı mesela.
23- Sosyal yaşamın nasıl geçiyor? Kitaplarla aran nasıl? Ne dinlersin, ne izlersin?
Bu sıralar fazlasıyla yoğun. Özellikle okul ve televizyon programlarına son iki aydır gazete de eklenince  başka şeylere pek zamanım kalmıyor. Yenilsen de Yensen de programında tanıştığım sevgili abim Ali Murat Hamarat var, buraya da röportaj verdi geçenlerde. Onun aracılığıyla Taraf gazetesinin spor servisine yardıma gidiyorum şimdilerde, hayatımdaki en önemli atraksyon bu diyebilirim son dönemde. İlerde bu yönde bir kariyerim olsun istiyorum, onun için de bir yerlerden başlamak gerekiyor. Evdeki zamanımda da genelde blogla ilgileniyorum.
Kitaplarla aram uzun süre iyi değildi açıkçası, dikkat aralığı yüksek bir insan olamadım hiçbir zaman. Blog tutmakta başarılı olamayacağımı düşünmemin bir nedeni de buydu. Geniş bir kitaplığım yoktur ama fırsat buldukça okuyorum. Bu sıra futbol kitaplarıyla ilgiliyim, herkesin dilinden düşürmediği “Gölgede ve Güneşte futbol”u okudum en son. Nietzche'nin “Böyle Buyurdu Zerdüşt” kitabıyla ilgili güzel sözler duydum bir de, ilk fırsatta onu okuyacağım.
Müzik dersek dinleyicilikten öte bir deneyimim olmadı, herhangi bir enstrüman çalamıyorum. Piyano çalmayı isterdim ama mesela. Arkadaş grubumun da etkisiyle olsa gerek heavy metale merak sarmıştım ilk gençlik dönemimde, o günden bugüne pek bir şey değişmedi. Blind Guardian, Dream Theater, Opeth en çok dinlediğim gruplar. Yerli piyasadan Mor ve Ötesi, Pinhani dışında takip ediyorum diyebileceğim bir grup yok. Bunlar dışında film ve dizilerin soundtrack albümlerinden parçalar keşfetmeyi seviyorum.
Bunun dışında sıkı bir yabancı dizi izleyicisiyim. Yalnız farkettim de her şeyimiz yabancı olmuş, neyse. :) Türkiye'de diziler çok uzun ve ara vermiyor, yapım ne kadar kaliteli olursa olsun iki sezondan fazla aynı kalitede devam etme şansı yok. Reklam araları da başka sorun. Ara ara takip ettiklerim oluyor ama ya
How I Met Your Mother özellikle ilk iki sezonunda apayrı bir diziydi, onu kenara ayırırsam House, Dexter, Fringe ve The Big Bang Theory düzenli takip ettiğim diziler, bu sezon başlayan V ve Flash Forward da iyi. Denk geldikçe göz attıklarım da var bunların dışında. Animelere de ilgim vardır, Naruto'nun her bölümünü izledim, mangasını da bitirdim bir yandan. Death Note'u da atlamayayım, beni en derinden etkilemiş yapımlardan biridir.
24- Bir saatliğine hayatı dondurma şansın olsa ilk ne yaparsın?
Valla bir saatte ne yapardım bilemedim, bir saat az değil mi? :) “Şu yazım yarım kalmıştı, onu halledeyim” de diyebilirim vallahi, belli olmaz.
25- Türkiye'de en güzel kadın kim sence?
Tuba Büyüküstün'ü çok beğenirim, “Çemberimde Gül Oya” günlerinden beri. Daha sonra baya popüler oldu. Melis Birkan'ın da gözleri güzel. Kızıl saçlı kadınlar beni çok etkiler bir de, geçenlerde Burcu Esmersoy boyatmıştı, baya da olay olmuştu. Onu çok beğenmiştim.
26- Altın 11'ini paylaşır mısın bizimle?
Kaleye kesinlikle Casillas'ı yazarım, bana göre dünyanın en iyi kalecisi o. Stoperler Vidic-Puyol olur, sol bek Evra, sağ bek Uğur Uçar. :) Ortada Essien ve Pirlo, solda Cristiano Ronaldo, sağda Messi, ortada Hagi. Forvete de Drogba.

Geçelim sana gelen 3 soruya:
Schumy: Kamera karşısındaki heyecanını ne zaman yenecek acaba :)
Çok güldüm bu soruya Anıl, hakikaten de öyle gözüküyor ekrandan. Benim heyecanlı bir kişiliğim var, onu bir kenara koyuyorum ama NTV Spor'daki programın formatı da biraz onu gerektiriyor, 10 kişi arasından söz almak gerçekten zor iş. Ordaki her arkadaş muazzam bir iş çıkarıyor bana göre, bazen söyleyecek çok şeyiniz olsa da söyleyemeyebiliyorsunuz. Kısıtlı zamanda çok şey ifade etmek istediğim zaman hızlı konuşabiliyorum ben de. Galatasaray TV'de biraz daha sakinim, özellikle son programı beğendim o açıdan.
steven_stiffler: Aha düştün elime Uğur. :) Neyse sıkıştırmayayım çok.
Galatasaray'da oynayıp da kendisini bugüne kadar en çok çıldırtan oyuncular kimlerdir ?Bir de Cihan Haspolatlı ve Orhan Ak'ın gönlündeki yeri nedir ? :)
Steven Stiffler yani Serkan benim yöneticilik yaptığım forum zamanından arkadaşım, tanışıklığımız 3 seneyi bulur herhalde. O dönem Cihan'la Orhan'a tahammül etmekte zorlanırdım hakikaten, efsane bir Cihan Haspolatlı avatarım vardı orda. Bugüne kadar en fazla çıldırtan sanırım Orhan Ak'tı, Aydın Yılmaz da üst sıraları zorluyor.
Ortega: Neden altyapı meseleleri ve genç oyuncu incelemeleri yazıyor? Başklarının yaptığı gibi izlemediği ligleri ve maçları sağdan soldan okuduklarını harmanlayarak yazmak varken neden? Bölye kolaya kaçmak varken derdin nedir dostum?
Hasan yine kendine has ironisiyle güzel sözler söylemiş, öncelikle teşekkür ederim. Altyapı Türk futbolunun en büyük problemi bana göre, daha doğrusu problemler bütününü en rahat görebildiğiniz alan. Bu konuda kaydedilecek her gelişme aslında genel resimde bir şeyleri çözmek anlamına da geliyor. Yine de böyle düşündüğüm için değil sevdiğim için takip ediyorum bu işi, onu itiraf edeyim. Çocukken en çok sevindiğim gollerin başında Alp Küçükvardar'ın Galatasaray formasıyla attığı ilk gol gelir, o dönem dahi severdim, ayrı bir yere koyardım altyapı çıkışlı oyuncuları. Büyüdükçe takibe dönüştü iş. Galatasaray için en iyisini, en mükemmelini isterken başladı futbol üzerine kafa yormam, en doğrusunu istemem, altyapı meselelerine eğilmemin en temel sebebi budur.
27- Son olarak Mutlak Gol Pozisyonu hakkında düşüncelerini alıp bitirelim. Keyifli söyleşi için teşekkürler...
Zaman zaman göz attığım bloglardan biri, özellikle son aylarda daha fazla ziyaret eder oldum. Blog söyleşileri de fazlasıyla başarılı bir seri, devamı gelir umarım. :) Ben teşekkür ederim Oğuz, benim için de çok keyifliydi...
Blog Söyleşilerinde 10. ayak şimdiden belli aslında. Fakat önce varsa sizin tahminlerinizi alalım. 
Blog Widget by LinkWithin
 
Copyright 2009 Barbarossa. Powered by Blogger Blogger Templates create by Deluxe Templates. WP by Masterplan