31 Ekim 2010 Pazar

Atina Derbisi; Tanrıların Savaşı


Derbi ateşi dün tekrar Atina'da yandı. Yunanistan'da milyonlarca futbol dilencisi Panathinaikos-Olympiakos mücadelesini takip ettiler. Yeşilller, Fransız oyuncusu Cisse'nin 2 golü ile maçtan 2-1 galip ayrılmayı başardılar ve Yunanistan'da günlerce sürecek derbi konuşmalarının ikinci evresi olan 'maç sonrası'na geçiş yapıldı. Peki Atina'da günlerce konuşulan bu derbinin kaynağı ne? Fenerbahçe-Galatasaray rekabetine Uzo-Rakı kadar benzeyen Atina derbisinin hikayesi 1930'lu yıllara kadar dayanıyor.

1930 yılının Haziran ayında kalabalık bir Panathinaikos taraftar topluluğu, Yunanistan Milli Takımı otobüsünü yolda durduruyorlar. Öfke büyük, nedeni Romanya karşısında alınan 8-1'lik mağlubiyet. Peki otobüsü paramparça eden ve futbolcuları tartaklayanlar neden sadece Pana'lı taraftarlardı? Cevabı çok basit. Romanya karşısında alınan 8-1'lik mağlubiyette sahada olan tüm futbolcular Olympiakos forması giyiyorlardı, Pana'lılar da bunu fırsat bilerek takım otobüsüne mağlubiyet nedeniyle saldırmışlardı. İşte bu olay, derbi ateşini yakan ilk karışıklık olarak tarihte yer etti. Henüz yeni bir savaş kaybetmiş olan Yunanlılar, kendilerini futbolun yakıcılığna bırakmışlardı...

Peki rekabetin kaynağı sadece iki 'Atina' takımı olmaları mı? Panathinaikos ve Olympiakos kulüpleri arasındaki "ezeli" rekabet, 90 yıldır her geçen gün artarak devam ediyor. Atina'da bu iki takım arasında oynanan maçlarda ortalık karışıyor, sporun ana unsurları olan dostluk ve centilmenliğin yerini şiddet ve küfür alıyor, kan gövdeyi götürüyor. Yaşanan olayları, akdeniz insanının sıcakkanlılığıyla, çabuk öfkelenmesiyle bile açıklamak mümkün olmuyor aslına bakarsanız... Ana neden tahmin edebileceğiniz gibi sosyal farklılık.

Panathinaikos 1908 yılında bir tıp öğrencisi tarafından kurulmuş. Olympiakos ise 1925 yılında Atina'nın 15 kilometre uzağında bulunan liman bölgesi Pire'de kurulmuş. İşte 'sosyal farklılık' kavramı da tam buradan çıkıyor. Olympiakos'lulara göre Panathinaikos'lular tam bir züppe, Panathinaikos'lulara göre ise ezeli rakipleri hayat kadınları ile yatıp kalkan fakir denizciler...

1930 yılında yaşanan olaylardan sonra 1949 yılı, iki takımın birbirine 'resmi' olarak girdiği ilk yıl. İki takımın oynadığı bir lig maçında yaşanan olaylar, rekabet tarihinde en şiddetli 'ikinci' olay konumunda. Bu maçta Olympiakos'lu taraftarlar, oyuncularının kasıtlı bir şekilde sakatlanmasına rağmen hakemin oyunu devam ettirdiğini savunarak, hakemin kararlarına tepki gösterdiler. Doksan dakika tamamlandığında, iki takımın taraftarları ve futbolcuları birbirine girdi ve iki oyuncu hastaneye kaldırıldı. İki kulüp taraftarlarına göre iki takımın 'ezeli' bir rakip olduğu an bu karşılaşma...

1962 yılında oynanan Yunanistan Kupası finali ise iki takım arasında en büyük olayların yaşandığı maç... Bu rekabeti en iyi anlatan bir maç 1962 yılındaki kupa finali. O maçta ilk beş dakika içerisinde iki Olympiakoslu oyuncu kırmızı kart görerek oyun dışı kaldı. Taraftarların bu kararı protesto etmek için hakeme yabancı maddeler atmaları yüzünden, maç iki kez durduruldu. İlk yarı ancak 66 dakikada tamamlanabildi. Verilen 35 dakikalık aradan sonra, taraftarlar ve futbolcular yatışınca maça devam edildi. Yaşanan bu duraklama nedeniyle, maç 45 dakika uzadı. Stadyumdaki ışıklandırma sistemi çalışmadığından, havanın kararmasıyla birlikte maç tatil edildi. Bu sırada her iki takımın futbolcuları ve taraftarları kıyasıya bir kavgaya tutuştular. Yaşanan olaylar yüzünden, 1962 yılında Yunanistan kupası iptal edildi ve o yıl herhangi bir takıma kupa verilmedi...

İki takım arasında yakın tarihte yaşanan bir transfer hadisesi de rekabetin farklı bir boyutunu gözler önüne seriyor. Yunanistan'ın gelmiş geçmiş en büyük kalecilerinden biri olan Antonios Nikopolidis, 15 sezon boyunca Panathinaikos forması giydikten sonra, aralık 2003'te yapılan transfer görüşmelerinde sözleşmesini uzatmak için yıllık 600 bin avro istedi. Yönetim bu isteğe olumsuz cevap vererek, futbolcunun geri adım atması için kadro dışı bırakılmasına karar verdi. Bu tavır üzerine sözleşmesini uzatmayan Nikopolidis, 2004 yazında Olympiakos'un teklifini kabul etti. Nikopolidis bir profosyonel olsa da Pao taraftarları Nikopolidis'in Olympiakos forması ile Apostolos Nikolaidis çimlerine ayak basar basmaz küfürlü 'şaheserlerini' Niko'ya ithaf etmeyi unutmamışlardı.

Panathinaikos tarihinin en önemli olayı 1971 yılında, Wembley'de Ajax'a karşı oynanan Şampiyon Kulüpler kupası finalidir... Maçı Pana 2-0 kaybetse de bu olay büyük bir başarı hikayesidir ve
'Wembley'e giden yol' olarak Panathinaikoslular tarafından anlatılıp durululur. Buna karşı Olympiakoslularda en çok lig şampiyonu olduklarından bahsedip kavgayı devam ettirirler. Aslında bu yönü ile Galatasaray - Fenerbahçe rekabetine de benzer...

Peki rakamlar ne diyor? Lig şampiyonluklarında Olympiakos'un bariz üstünlüğü göze çarpıyor. 37 kez şampiyon olan Kırmızı Beyazlı takıma Panathinaikos'tan gelen cevap 20 lig şampiyonluğu... 1959 yılından bu yana Yunanistan Süper Lig'inde oynanan maçlarda ise Olympiakos 56 galibiyet alırken, Panathinaikos 35 galiibyet alabilmiş ve maçların 49'unda eşitlik bozulmamış. Olympiakos 1936 yılında rakibini 6-1 ile yenerken, Panathinaikos 1930'da ezeli rakibini 8-2 yenmiş. Bu rakamlar bizdeki 6-0 ve 7-0 hikayeleri ile aynı...

Olympos'un tepesinde duran tanrıların birbirleri ile yaptıkları savaşa benzetilen Olympiakos-Panathinaikos derbisi, savaş Tanrılarının hala hayatta olduklarının bir göstergesi olarak bizlere rekabetin bambaşka boyutlarını göstermeye devam edecek...


Oğuz Öztürk-goal.com

PANATHİNAİKOS 2-1 OLYMPİAKOS (30.10.2010)






+


Fırında;

.Barcelona - Espanyol, 
.Lyon - St. Etienne, 
.Ajax - Feyenoord, 
.Hajduk Split - Dinamo Zagreb, 
.Manchester City - Manchester United, 
.Genoa - Sampdoria, 
.Torino - Juventus.

29 Ekim 2010 Cuma

Diego Milito'nun Ballon d'Or'a aday gösterilmemesi...


Hiç kuşku yok ki kulüpler bazında 2009-10 sezonunun en başarılı forveti Diego Milito'ydu. Arjantinli golcü 22'si Serie A'da olmak üzere toplam 30 gole imza attı. FIFA Ballon d'Or adayları arasında Milito'dan daha fazla gol atan isimler ise yalnızca Didier Drogba, Cristiano Ronaldo ve Lionel Messi. Ancak deneyimli golcü, en az onlar kadar istikrarlı ve başarılıydı.

31 yaşındaki Milito, Inter'in geçen sezon ulaştığı başarılarda en büyük rol oynayan isimlerden bir tanesiydi. Her önemli ve büyük karşılaşmada müthiş bir istikrar sergileyerek takımının gol yükünü sırtladı. Özellikle Şampiyonlar Ligi'ndeki performansı unutulmayacak cinstendi. Finalde attığı iki şık golle takımının kupaya uzanmasında başrol oynadı.

Milito, Serie A'da da takımının en büyük kozu oldu. Her iki Milano derbisinde de fileleri havalandırmayı başaran eski Genoalı golcü, sezonun son haftasında Siena maçında attığı golle de şampiyonluğu Roma'nın ellerinden alan isim olmuştu. Inter, İtalya Kupası'nı da finalde Fiorentina'yı 1-0 mağlup ederek almıştı. Golü atan ismi tahmin etmek zor değil: Diego Milito. Usta golcünün en büyük handikapı ise, Dünya Kupası'nda fazla forma şansı bulamaması oldu.

Tarihte Dünya Kupası'nın olduğu yıllarda bu büyük organizasyonda gösterilen performanslar, Ballon d'Or için en belirleyici etken oldu. 1990'da (Lothar Matthaus), 1994'de (Hristo Stoichkov), 1998'de (Zinedine Zidane), 2002'de (Ronaldo) ve 2006'da (Cannavaro) ödüllerin sahipleri, Dünya Kupası'na damga vuran isimler olmuştu. Ancak bu, koca bir sezon boyunca kulüplerinde son derece başarılı bir performans sergilemiş oyuncuların göz ardı edilmesi gerektiği anlamına gelmiyor. 

Bir başka üzerinde durulması gereken nokta ise, Ballon d'Or sahiplerinin sezon başlarındaki performanslarının bazen unutulması. Örneğin Fabio Cannavaro, 2005-2006 sezonuna oldukça formsuz başlamıştı. Yine aynı şekilde 2006-2007 sezonunda Kaka da iyi bir başlangıç yapamamış ancak ödülün sahibi olmuştu. Bu açıdan baktığımızda da Diego Milito'nun da sezona fazla iyi başlayamamasını göz önünde bulundurmayabilirlerdi.

Inter ve İtalya Milli Takımı'nın efsane isimlerinden Sandro Mazzola, Goal.com'a yaptığı açıklamalarda,

"Bu hiç doğru değil. Sorun Diego Milito'nun Ballon d'Or'u kazanıp kazanmaması değil, ancak en azından aday gösterilmemesi çok büyük bir yanlış.

Sonuçta bu ödül bir önceki sezon performanslarına göre veriliyor. Baktığımız zaman da Milito'nun geçen sezona damga vuran birkaç isimden birisi olduğunu görebiliyoruz" diye konuşmuş ve bu kararı eleştirenler arasına katılmıştı.

İşin garip yanı ise, Milito'nun yerine aday gösterilen isimleri görünce insan kendini gülmekten alamıyor. Mesela Rennes formasıyla geçen sezon 13 gol kaydeden Asamoah Gyan adaylar arasında. Takımı Ligue 1'i 9. sırada tamamladı, Gana Milli Takım formasıyla ikisi penaltıdan olmak üzere Dünya Kupası'nda 3 gole imza attı.

Adaylar arasındaki bir diğer golcü ise Miroslav Klose. Deneyimli futbolcu Dünya Kupası'nda 4 kez fileleri havalndırdı ve son derece iyi bir performans sergiledi. Ancak Bundesliga'da yalnızca 3 gol atabildi. Şampiyonlar Ligi'nde ise 1 golü var. O da bariz ofsayttı.

Diğer adaylara baktığımızda da durumun fazla farklı olmadığını görebiliriz. Kısacası söyleyebilecek tek şey var: Eğer Diego Milito 23 kişilik aday listede yer almıyorsa, futbol ölmüştür!

Carlo Garganese, Goal.com

27 Ekim 2010 Çarşamba

Xabi Alonso: "Kendimi Emektar Hissetmiyorum"


Sergio Ramos'tan sonra Xabi Alonso'da bir söyleşi verdi. "DT Magazine" için hem fotoğraf çekimine katılan, hem de söyleşi yapan Xabi Alonso ilginç açıklamalarda bulunmuş. Fotoğraflar da harikulade...  DT Magazin'den yapılan ilk açıklama, Xabi Alonso'nun mükemmel, iyi bir adam olduğu ve her fotoğrafçının hayali olan fotojenik bir yapıya sahip olduğu. 

***

DT Magazin (DT): Bu sezon Real Madrid'i nasıl görüyorsun?

Xabi Alonso (XA): Yeni bir kadro, yeni bir teknik direktör... Her maçtan sonra daha bir takım halini alıyoruz ve daha da iyi oynuyoruz. Ancak çok daha fazla çalışıp her zaman daha iyisini yapmamız gerekiyor.

DT: Real Madrid'in kadrosunda birçok genç isim var. Daha doğrusu senden küçükler. Mourinho senin için takımın abisi demişti. Bizce Carvalho ancak sen ne düşünüyorsun?

XA: (Gülerek) Evet ben çok deneyimliyim ve genç arkadaşlarıma her zaman yardımcı oluyorum. Ama kendimi emektar hissetmiyorum henüz. 

DT: Real Sociedad'da güzel günler geçirdin. Eski takımına karşı oynamak zor muydu?

XA: Real Sociedad'a olan sevgim bitmeyecek. ancak profosyonelim. Oynamak zorundaydım ve oynadım. Gol de atabilirdim, ancak sevinmezdim...

DT: Cristiano Ronaldo nasıl bir takım arkadaşı?

XA: Çok hırslı biri... Sürekli kendini geliştirmek istiyor ve bunu yapıyor. Takım için çok faydalı. Tek düşündüğü şey futbol.

DT: Sergio Canales sana göre adapte oldu mu? Yoksa beklentiler biraz fazla mı?

XA: Omuzlarında ağır bir yük var ve biz takım arkadaşları olarak ona her zaman yardımcı oluyoruz. Gelecekte daha iyi olacaktır. 

DT: Takım içi iletişimde sorun oluyor mu? Dil olarak...

XA: Evet, ama ufak sorunlar. Alman arkadaşlarımız Khedira ve Özil sadece İngilizce biliyorlar ancak onlarda İspanyolca dersi almaya başladılar. 

DT: Altın Top'u kim almalı?

XA: Kesinlikle Xavi... Onunla oynamak büyük zevk.

DT: Dünya Kupası Finali'nde Den Jong ile aranızda neler oldu?

XA: De Jong'un kasıtlı olarak o hareketi yaptığını düşünmüyorum. Ancak üç dört gün darbenin geldiği yerde şiddetli ağrılarım oldu. Maç esnasında da yattığım yerden hemen kalktım çünkü zaman geçiyordu ve finaldeydik...

DT: Futbolcu olmasaydın hangi mesleği yapacağını hiç düşündün mü?

XA: Çocukluğumdan beri tenisi çok seviyorum. Ama hiçbir zaman yüksek bir seviyeye ulaşamadım. Belki futbolcu olmasam bu yönde ilerlerdim. Spordan kopamazdım yani... Ancak Üniversite okuyup şuanda iş hayatına atılmış bir baba da olabilirdim.

DT: Sosyal hayatında nelerle uğraşıyorsun? Hobilerin neler ?

XA: Hiçbirşeyle! Futbol dışında sadece iki çocuğum ve ailemle uğraşıyorum...

DT: Taviyse edeceğin filmler neler?

XA: Shawshank Redemption, Casablanca, The Great Escape... Daha birçok var ama aklıma gelmiyor. Çoğu klasik...

DT: Fotoğraf çekiminde rahat mıydın?

XA: Gözlükler rahatsız etti! Normalde takmaya pek alışkın değilim...

---> DT Magazine, Xabi Alosno Futbol Elegante.

Sergio Ramos: "Barcelona'da oynamak mı?" (I.Bölüm)


Sergio Ramos, ülkesinde 'Punto Pelota' adlı televizyon programında Josep Pedrerol'a konuk oldu. Programın başında Sergio Ramos ile soru-cevap yapılmış, geri kalan kısımlarda ise maç videoları ve benzer görüntüler üzerine sohbet edilmiş. Madrid'de yaşayan bir İspanyol arkadaşım sayesinde de bu söyleşinin bir kısmını metne dökebildik, devamını tekrar paylaşmaya çalışacağım.

Josep Pedrerol (JP): Bir sakatlık yaşadın. Şuan durumun nedir?

Sergio Ramos (SR): Aslında bu durumun başlangıcı Dünya Kupası diyebiliriz. Daha sonra İspanya ile oynayacağım Euro 2012 eleme maçlarından önce aynı sorun ile karşılaştık. Takımım ile birkaç maçımı kaçırdım ancak şuan iyi hissediyorum. Kendime güvenim tekrar yerine geldi.

JP: Real Madrid La Liga'da şampiyon olabilecek mi?

SR: Takım arkadaşlarım ve ben bunun için mücadele ediyoruz. Tabii ki La Liga için tek hedef bu. Aslında doğrusunu söylemek gerekirse sahamızda oynayacağımız Barcelona maçı çok önemli. Geçen yıl yine çok iyi giderken sahamızda Barcelona'ya yenilmemiz ağır bir yara olmuştu.

JP: Barcelona tekrar şampiyon olursa?

SR: Olabilir, tabii ki...

JP: Daha önce böyle bir soru geldi mi bilmiyorum ancak kendini hiç Barcelona forması giyerken düşündün mü?

SR: Kesinlikle hayır. Bunun olması mümkün değil.

JP: Gerçekten mi?

SR: Evet. Madrid benim yuvam. Barcelona ezeli bir rakip ama bu onlara has değil. Takımımdan ayrılıp başka bir forma ile mücadele etmeyi hiç düşünmedim. 5 yıldır Real Madrid'deyim ve çok mutluyum.

JP: Tabii aynı zamanda bir Sevilla destekçisisin...

SR: Tabii ki. Eski kulübümü unutamam. Sevilla ile oynadığımız maçlardan önce duygulandığımı da söylemeliyim. Buraya gelmemde orası çok önemli bir rol oynadı.

JP: Futbolcu olmadan önce matador olmak istemişsin. Bu doğru mu?

SR: Böyle bir merağım vardı ancak hayır, küçüklükten beri düşündüğüm tek şey sadece futbol oynamak ve futbolcu olmaktı. Doğduğum yerde birçok matador vardı ve bende zevkle onları izliyordum.

JP: Yaşına rağmen çok tecrübeli bir oyuncusun...

SR: Bu çok normal. Henüz 24 yaşında olmama rağmen Real Madrid'de 5 sezondur aralıksız oynuyorum. Milli takımda da durum aynı.

JP: Ailen hala doğduğun yerde. Çok sık görüşebiliyor musunuz?

SR: Mümkün olduğunca. Annem ve kız kardeşim maçlarımı televizyondan takip ediyorlar ve çok mutlu oluyorlar. Onlara Madrid'e gelmeleri için tavsiyede bulundum ancak Sevilla'da kalmak istediler. Zaman zaman Santiago Bernabeu'da da beni izliyorlar. Babam ise hayatım boyunca tavsiyeleri ile bana yol gösterici oldu. Onlara bir teşekkür borçluyum.

JP: Antonio Puerta ile aile dostuydunuz...

SR: Evet, vefat etmeden önce beraber uzun yıllar geçirdik. Çok talihsizdi... Sevilla genç takımının birer parçasıydık ve çok yakındık. Ailesine de mümkün olduğunca destek olmaya çalışıyoruz. Genç oğullarını kaybettiler, çok zor bir durum.

JP: Down sendromlu çocuklara yardım ediyorsun. Bu örnek alınması gereken bir davranış.

SR: Evet. UNİCEF ile beraber çalışıyoruz. Yaklaşık 400 çocuğa destek veriyoruz. Bunları yaparak mutlu oluyorum. Herkes benim durumumda değil ve ben yardım etmek zorundayım. Sadece ben değil birçok sanatçı arkadaşımda benimle beraber çalışıyorlar. Down sendromlu çocuklar için yeni bir tesis inşa ettik bile...

(Devamını metne dökebilirsek tekrar paylaşacağım)

25 Ekim 2010 Pazartesi

10 Yıl Geçti; Fenerbahçe olumsuz, Galatasaray olumlu. Peki Neden?



Yine Şükrü Saraçoğlu'nda oynanan bir derbi maçı, maçtan önce yine aynı tartışmalar. Bu kez seri bozulacak mıydı? Yoksa yine Fenerbahçe yıllardır olduğu gibi kazanmaya devam mı edecekti? Maç 0-0 tamamlandı ve galibiyet serisi bozuldu ancak Galatasaray'ın 10 yıldır Kadıköy'de galibiyet alamama serisi bozulmadı. İki takımda birer puanı paylaşmasına rağmen neden Fenerbahçe cephesinde hayal kırıklığı, Galatasaray cephesinde olumlu bir hava vardı?

Sorunun cevabı çok basit. Fenerbahçe maçtan önce çok formdaydı. Bu maçı kesin alacaktı. Galatasaray taraftarı dahi fark bekliyordu. Bu söylemler ve oluşan bu ortam her daim tehlikelidir ve buna şahit olduk. Fenerbahçe favori çıktığı maçtan galip ayrılamadığı için olumsuz bakıyor. Galatasaray'da ise yönetimin basiretsizliği sonucu bir hafta için teknik direktör değişikliği ile takımın başına Rijkaard'ın yerine Hagi geldi, bir anda çıkılan Fenerbahçe derbisinde güzel futbol oynandı, alkış alındı. Bu yüzden Galatasaray alınan bu beraberliğe sevinmekle haklı... Futbolcuların yapmış oldukları sabote etme hikayesine hiç girmek istemiyorum. Bu konu hakkında birçok şey söylendi halihazırda...

Empati kurmakta fayda var. Fenerbahçe Ali Sami Yen'de 10 yıldır yeniliyor olsun, bizler ligin 9. sırasında olalım, teknik direktörümüz değişmiş olsun, as oyuncularımız sakat olsun, Galatasaray'a 1.50 oran verilsin, fark atacak denilsin ve Fenerbahçe sahadan 0-0 beraberlikle ayrılsın... Öncelikle mutlu olmak için sebebim işte yukarıda yazdıklarım olurdu. Ancak şunu da söylemeliyim ki maç sonunda üçlü çektiren bir futbolcumuz, meşale yakan ve tesislere kutlama için gelen taraftarımız da olsun istemezdim. Sonuçta lig dokuzuncusuyum, liderle puan farkım bu beraberlik ile 10 olmuş... Beraberliğe rağmen 10 yıldır galibiyet alamıyorum... 

Galatasaray bu maçta bir hafta içerisinde Teknik Direktörünün etkisini nasıl hissetti? Ankaragücü maçında ayakta duramayan oyuncular nasıl bir anda bu hale gelebildiler? Öncelikli sorulması gereken soru eğer Galatasaray'ın başında bu maçta Hagi değil de Rijkaard olsaydı yine bu şekilde mi olacağı... Zor soru ancak eğer Hagi bir hafta içinde takım ruhunu çökmüş olan Galatasaray'a bir anda aşılayabildiyse mükemmel bir iş yaptı. Ancak şunu da söylemek gerekir. Fenerbahçe Galatasaray maçlarının havası malum. Hırs olması çok normal. Hagi'nin bu maç için geldiği saatten itibaren oyuncularına verdiği ektra şey 'kazanma' ruhuna sahip eski bir Galatasaraylı olmasından başka bir şey değil. Bu yüzden 5-6 yıldır Kadıköy'de alınan bir mağlubiyete üzülmeyen Galatasaray taraftarı, bu kadar hırsla mücadele ettikleri dün geceki maçtan mağlubiyetle ayrılsalardı üzüleceklerdi. Tabii Galatasaray'ın "hırslı" futbolunun yanında Fenerbahçe'nin de sahadan galibiyetle ayrılmak adına rahat pozisyonlar bulduğunu ancak bunları değerlendiremediğinin de altını çizmek gerek. Zaman zaman okuduğumuz maç yorumlarında Fenerbahçe'nin sanki sahasına hapsolduğu havası çıkıyor ki, hoş değil.

Biz bu maçtan sonra farklı bir sevinç tarzının olduğunu görmüş olduk; Takım ruhunun kazanılması. Galatasaray sonraki maçlarda bu hırsıyla devam eder mi bilmiyorum ancak daha önce de söylediğim gibi büyük bir kaos ortamının ardından takımın düzlüğe çıkacağının sinyallerinin verilmesi bir sevinç nedeni sayılabilir. Günlerdir üstlerine gelen 'fark olacak' gibi söylemlerden sonra bu tarz bir olayın gerçekleşmememiş olması da bunda etkili. 

Taraftara da değinmek gerekiyor. Şahsım adına Şükrü Saraçoğlu Stadı'nda dört tribün birden aynı anda yapılan tezahüratı en son 2005-2006 sezonunda Gaziantepspor karşılaşmasında gördüm. Mükemmel bir stad ancak maalesef top rakipteyken ıslıkla baskı altına almak dışında önemli bir aktivite olmuyor. Bunun nedenini tüm Fenerbahçeli arkadaşlar biliyorlar. Yıllar içinde Fenerbahçe tribünleri yavaş yavaş eridi ve bitme noktasına geldi. Ali Sami Yen'de daha iyi olan tribün, Türk Telekom Arena'ya geçildiğinde tıpkı Fenerbahçe'de olduğu gibi azalma noktasına gelecektir. Bunun nedenleride çok farklı başlıklarda sıralanabilir... Son olarak mikrofonlu tezahürata davet durumu yaşandı. Benim açımdan sorun yok, Real Madrid maçlarında da hoparlörden tezahürat yapılıyor, alışkınım...

... ve benden basına yeni malzeme; "Fenerbahçe'nin galibiyet serisi" artık "Fenerbahçe'nin yenilmezlik serisi" olarak değişebilir. 

Sonuç; 0 Noktasında olumlu bakan bir Galatasaray, olumsuz bakan bir Fenerbahçe...

Fotoğraf @Ajansspor 

24 Ekim 2010 Pazar

Led Zeppelin - Ten Years Gone



i'm never gonna leave you. i never gonna leave 
holdin' on, ten years gone
ten years gone, holdin' on, TEN YEARS GONE...

Old Firm; Celtic vs Rangers













Adada bugün Dünya üzerindeki en ateşli derbilerden biri oynanacak. Ancak bu bizim topraklarımızdaki Fenerbahçe - Galatasaray rekabetinden biraz farklı. İskoçya'daki Rangers - Celtic rekabeti, bizim renk ayrımımız kadar basit bir olay üzerine kurulu değil. Hepimiz aynıyız buralarda aslında. Ayrlıan tek şey renkler. Ancak 1900'lü yılların başından bu yana Rangers ve Celtic'in durumları çok farklı şeylerle temellenmiş durumda...

Rangers'ın protestan Celtic'in ise katolik oluşları dahi bu farkın ve rekabetin ne denli büyük olduğunun göstergesidir. Öyle ki, 1984-1987 yılları arasında Celtic forması giyen ve bir katolik olan Mo Jhonson'ın Nantes'e gittikten sonra 1989'da Rangers'a gelmesi ve Rangers'ın fanatik taraftarlarının bu transfer nedeniyle kulübün armalarını yakmaları ve Mo Jhonson'ın 100 maçta attığı 46 golü de saymamaları bu durumu en güzel açıklayan örnektir halihazırda.

Sahanın dışında, yani maçın oynanmadığı anlarda dahi rekabet devam eder. Bir insan Glasgow'da bir katolik mahallesine üzerinde Rangers forması ile ya da bir protestan mahallesine Celtic forması ile adım atarsa maalesef ki sonu hiç güzel olmayacaktır...

Bu iki takım için yeşil sahada alınacak bir galibiyetin anlamı tarihe yüklenecek kadar anlamlıdır. Liverpool tribünleri dışında ''you will never walk alone'' söyleyen tek taraftar topluluğuna sahip olan Celtic için ya da Rangers için farketmez. Hangi yoldan olursa olsun alınan galibiyet müthiş bir haz verir ve bu yolda herşey mübah sayılır. Sahada mücadele eden futbolcular ise bunun farkında olurlar ve her maç sertlikle geçer.

Celticliler İrlandalıları çok severler, İrlandalılarda onları... Rangers ise merkeziyetçi bir yapıdadır. Aslında Celtic, İskoçya'ya 1860'lardan sonra yerleşmiş ve katolik kalmış İrlanda kökenlilerin takımıdır. Bu durum iki kulübün rekabetinin İskoçya sınırlarını aşmasına da sebep oldu zamanla. Rangers İngiltere, Celtic ise İrlanda oldu... Bu anlamı yükleyenler tarihinde etkisiyle taraftarlardı sadece.

İki kulübün kuruluş hikayelerine bakınca bizlere yakın gelen belki de Celtic olacaktır. İngiliz emperyalizminin İrlanda adasında yarattığı zorluklardan ve kıtlıklardan bunalan insanlar adaya en yakın olan doğu Glasgow'a gelerek Celtic'i kurdular. Aslında buradaki amaç İrlanda'da bu kıtlıktan dolayı daha binlerce insan ölmesin diye biraz olsun yardım toplamaktı. Aynı yıllarda zaten 1873'te kurulmuş olan Rangers'lılar ise şehirlerine gelen ve Celtic'i kuran bu İrlanda vatandaşlarına yapmadıklarını bırakmadılar. Halen Rangers taraftarları, Celtic ile oynadığı maçlarda İrlanda'da artık kıtlık olmadığını ve Celtic taraftarlarının ülkelerine gitmelerini söyler. Bu durum karşısında UEFA'nın da yaptırımları oldu ancak vazgeçen de olmadı... Halen İrlanda'dan bu derbi için binlerce insan İskoçya'ya geliyor...

Bugün derbi ateşi yine İskoçya'da yanacak... Biz futbol romantikleri de yakından takip edeceğiz ancak tüm olayların ve konuların dışında futbolun ve bizlerin ihtiyacı olan golleri izlemek tek amacımız olacak... Son olarak iki takım arasında Rangers'ın bariz üstünlüğü olan istatistikleri verelim;

Old Firm toplamda (1905 yılından sonraki maçlar baz alınmıştır) 388 kez oynandı. Bunlardan 155'ini kazanan Rangers olurken, 140'ını Celtic kazandı. 93 karşılaşma da ise skor bozulmadı.



CELTİC - RANGERS

24.10.2010, 14:45

Celtic Park


Celtic : Forster, Loovens, Wilson, Majstorovic, Izaguirre, Ledley, Rogne, Mulgrew, Ki, Samaras, Stokes, Hooper, Maloney, McCourt, Cha Du-Ri, Zaluska, Juarez, McGinn, Towell, Twardzik. 

Rangers : McGregor, Whittaker, Papac, Weir, Bougherra, Davis, Edu, Hutton, Weiss, Wylde, Naismith, Lafferty, Miller, Loy, Alexander, Foster, Little, Webster, Broadfoot, McCulloch.

Ayrıca Tavsiye; (@Wikipedia)

--> Old Firm

--> Ethnicity and football

--> Local derby

--> List of association football club rivalries by country

+

-->DERBİ Mİ ATEŞLİ SİLAHLA OLMAKSIZIN İÇ SAVAŞ MI: CELTIC - RANGERS DİYALEKTİĞİ

21 Ekim 2010 Perşembe

Manchester City şehrin kazanan takımı olabilecek mi?



Manchetser şehrinin mavi yakasını temsil eden Manchester City, daha önce hiçbir sezona 2010-2011'den önceki gibi büyük beklentilerle girmemişti. Yapılan transferler, verilen sözler, beslenen büyük umutlar... Bunların hepsi kocaman bir hayal kırıklığı mı getirecek, yoksa Manchester City büyük bir başarı öyküsünün altına imzasını mı atacak?

Öncelikle Manchester City için söylenmesi gereken 'şampiyonluk' kelimesi ile aynı cümle içinde geçmelerinin bile başlı başına bir ilerleme olduğu. Eski başkan Peter Swales, takımın adını şampiyonluk kelimesi içinde kullandığında tarihler 1990'ı gösteriyordu. O andan itibaren 10 adet teknik direktör ve 11 Manchester United şampiyonluğu geçti ancak City istediğini hala istediklerini alamadı. Geçtiğimiz günlerde hayatını kaybeden 'playboy antrenör' Malcolm Allison'ın 70'lerde yarattığı efsane takım ile yaşamaya devam ettiler. 

City taraftarları şampiyonluğun ne kadar heyecan verici olduğunun da farkında. Heyecan ile birlikte yaşadıkları sabırsızlıkta işin tuzu biberi. Verilen umutlar bazen öyle bir seviyeye geliyor ki, sezon sonu dördüncü olan bir Manchester City taraftarını tam olarak memnun etmiş sayılmayabilir. Taraftarlar özellikle bu sezon için en kötü ihtimalle ilk dört içinde olması gerektiğine inanıyorlar. 1993 ve 2007'deki Federasyon Kupası, 2009'daki UEFA Kupası ve geçen sezonki Carling Cup'ın hep yarı yolda kalması taraftarı endişelendiren bir konu.



Adebayor... Gol yollarında City'nin en etkili silahı durumunda

Yapılan herşey City'nin başarısı için ancak bu karşı taraftan, yanı ManU taraftarı tarafından gülünç bir durum olarak adlandırılıyor. Ancak Manchester United taraftarının unutmaması gereke şey kendi kulüplerinin de içinde bulunduğu sorunlar bütünü. Glazer'ler kulübün borç batağı ile çabalayadursun, City Şeyh Mansour'un kaynaklarını en iyi şekliyle kullanmaya devam ediyor. Manchester City için kupasız geçen onca sezonun intikamını almak için her yol mübah...

City, şimdilerde Mercer ve Malcolm Allison'ın oluşturduğu yıllar önceki takımdan 38 yıl sonra tünelin ucunda ışığı görmek üzere.

Peki City için yolunu değiştirme çabaları nasıl başladı? İlk deneme başarısız olan Thaksin Shinawatra'ydı. Taylandlı iş adamı kulübü 2007'de satın alıp başına da eski İngiltere menajeri Sven-Goran Eriksson'u getirip herkesi umutlandırmıtı ancak kulübü elden çıkarmak istemesi sadece 1 yılını aldı. Shinawatra kulübü satmak için en uygun kişiyi Orta Doğu'da bulmuştu. Futbol romantikleri tarafından pek sevilmese de City'nin Şeyh Mansour'un eline geçmesi takımın rahat bir nefes almasını sağlamıştı.

Mansour ilk iş olarak şimdilerde Milan'da oynayan Robinho'yu rekor bir ücretle transfer etti ve takımın kontrolünü eline geçirdi. Toure, Silva, Boateng, Kolarov, Balotelli ve Milner'e harcanan transfer ücretleri Abramovich'in Chelsea'yi aldığı ilk sezonda harcadığı parayı oldukça geçti. Manchester medyası bu konu ile ilgili Şeyh'in takımı kullandığını söylese de Teknik Direktör Roberto Mancini, bunu gayet normal bulduğunu ve kısa süre zarfında Chelsea, Real Madrid gibi takımların seviyesine ulaşmanın yolunun bu olduğunu söylüyor. Haklı olabilir... City'nin acele etmesinin ardındaki bir nedende UEFA'nın önümüzdeki yıllarda getirmeyi planladığı transfer kotası.

Yapılan transferler ve yatırımların ardından takımın bu sezon direk olarak Şampiyonlar Ligi'ne gitmesi zaman zaman zarar eden kasanın dolması için çok büyük bir fırsat. Geçen sezon buna çok yaklaşmışlardı ancak Tottenham 4. olarak bu bileti kapan takım olmuştu.

Fazlasyıla umutlu olan 'İtalyan Beyfendisi' Roberto Mancini, taraftarların bu sezon çok mutlu olacağını söylüyor. Bu durumda sadece bekleyip görmek gerekiyor. Yıllardır Manchester United'ın arkasında kalarak 'kaybeden' takım olan City, yıllar sonra kazanma sırasının kendisine geçmesini bekliyor...



20 Ekim 2010 Çarşamba

Wayne Rooney Ne Yapacak?



Wayne Rooney ne yapacak? İngiltere başta olmak üzere Avrupa'nın cevap aradığı soru bu Rooney için. Sir Alex Ferguson ile problemleri olan Rooney için birçok dedikodu va haber yapılıyor, alternatifler hazırlanıyor. Manchetser City, Real Madrid, Barcelona, Chelsea, Inter ve hatta Everton dahi Rooney ile aynı cümlede adı geçen kulüpler. Bunun yanında Manchester United'da sorunlarını halledip kalması da bu alternatiflerin içinde. Peki Rooney ne yapacak? Ya da ne yapmalı?

Ufak bir kronoloji yaparsak; Sakatlık, eşi ile yaşadığı sorunlar ve son olarak Ferguson ile içinde bulunduğu problemler Rooney için ana başlıklar. Manchester United'dan ayrılmak Wayne Rooney için bir kaçış yolu mu? Bu yol şehrin diğer stadı City of Manchester olabilir mi? İşte Rooney'in Manchester City'ye gitme ihtimalini oturup biraz düşünmek gerekiyor. Carlos Tevez gibi olmayacağı kesin olan bu transfer, Rooney için çok zorlu bir süreç olabilir. Bunun yanında oyuncunun ona talip olan kulüpler arasında en çok para kazanacağı kulüpte kesinlikle Manchester City olacaktır. Bunun Rooney'e ilaç olup olmayacağı ise ayrı bir soru işrareti. 

Rooney'in Manchester United ile yaşadığı sorunun ekonomik boyutlarından da söz edilebilir. Rio Ferdinand'ın Rooney'den fazla kazanan bir oyuncu olması bunu açıklamak için yeterli olabilir ancak parayı problem eden bir Wayne Rooney olmuş olsaydı sezon başında Real Madrid'e doğru yol aldığını görebilirdik. Rooney Higuain ve Benzema'dan tam verim alamayan Real Madrid için bir ilaç olur mu? Şimdilik Mourinho'nun yarattığı ve iyi bir ivme sahibi bu takım için Rooney biraz fazla olacak gibi. Yine diğer İspanyol dev Barça'da Rooney için doğru adres ve doğru bir dedikodu olmayabilir. Villa-Messi-Pedro üçlüsünden biri yerine kadroda ne kadar verimli olabilir? Barcelona'ya transferi halinde uyum sürecini atlatabilir mi? Real Madrid ve Barcelona'yı birleştirdiğimizde Rooney için ortaya çıkan sonuç şu: Hatalı bir gidiş. 

Peki ya Inter? Belki de Milano şehri Rooney'in ada dışında uyabileceği tek takımı barındıran yer. Ancak burada sorun teşkil edebilecek isim Rafael Benitez. Ferguson ile sorunları olan Rooney'in kariyerini tekrar canlandırmasında İspanyol teknik adam ne kadar yardımcı olabilir? Bu biraz kafa karıştırıcı gibi. Genel kanı Rooney'in Ada'dan ayrılmaması yönünde. City'den bahsederken tepkilerin buna engel olabileceğini söyledik. Geriye tek kulüp kalıyor: Chelsea...

Rooney için Londra'ya ve Chelsea'ye gitmek ayrılması muhtemel yerlere baktığımızda kariyeri için en doğru hamle olacaktır. İngiltere milli takımından ona destek olabilecek kaptanlar Jhon Terry ve Frank Lampard ile aynı çatı altında bulunması bazı şeylerin altından kalkması için ona gerekli enerjiyi verecektir. Teknik Direktör Carlo Ancelotti'nin Drogba ile Rooney'in müthiş bir ikili olacağını düşünmesi bunu da Abramovich'e aktarması bu transferi olur kılan diğer bir neden. Gelen haberler zaten Roman Abramovich'in Rooney transferi için yeşil ışık yaktığı ve onu dünyanın en çok kazanan futbolcusu yapmaya istekli olduğu yönünde. 

Rooney'in plasesi ise Everton. Çok ayrıntılı bir durum yok ancak Manchester United'ın eski oyuncusu Rooney'i Everton'a kiralık vermesi de söz konusu olabilir... En azından Rooney'in bir yılda kendine gelebilmesi adına.

Rooney için alternatifleri olabilme ihtimaline göre gözden geçirelim son olarak; Chelsea, Manchester City, Real Madrid, Barcelona, Inter, Everton.

Bekleyelim ve görelim...

Oğuz Öztürk-Goal.com 

19 Ekim 2010 Salı

1949 - 1959, Real Madrid vs 'İsveçli Milan'


Bu gece Şampiyonlar Ligi'nde Real Madrid, Santiago Bernabeu'da AC Milan'ı konuk ediyor. İki takımın mazisi çok öncelere, 1950'li yıllara kadar dayanıyor. Şu anda kadrosunda İsveçli Zlatan İbrahimovic'i bulunduran Milan, 1950'li yıllarda İsveç Milli Futbol Takımı'nın 'altın nesli' nin temellerini oluşturan Gunnar Gren, Gunnar Nordahl ve Nils Liedholm'u kadrosunda bulunduruyordu. İsveçlilerin hüküm sürdüğü bu Milan takımı ile Real Madrid, 1949 yılından 1959 yılına kadar büyük bir çekişme içerisindeydiler.

Real Madrid ve İsveçli yıldızların bulunduğu Milano ekibi ilk kez 4 Mayıs 1949'da karşılaştılar. Oynanan bu hazırlık karşılaşması İsveçli Nordahl'in 2 golü ve Pahino'nun karşılıklı golleri ile 2-1 tamamlandı. Bu tarihten sonra oyanacak iki Şampiyon Kulüpler Kupası mücadelesi iki kulüp arasında geçmişin en önemli maçları oldu.

1955-1956 sezonu Avrupa Kupası'nda (şimdiki Şampiyonlar Ligi) iki takım yarı finalde karşı karşıya geldiler. O yıllarda Dünyanın en büyük futbol yıldızlarının sahada olduğu ilk karşılaşma 19 Nisan 1956'da Santiago Bernabeu'da 129 bin kişinin önünde oynandı. O sezon İtalyan Ligi'nin gol kralı olan Nordahl 6. dakika da Rial'in attığı gole 9. dakika da karşılık vermişti. Real Madrid'de İglesias durumu 2-1 yapmış, Milan'da Schiaffino durumu eşitlese de 40 ve 62. dakikalarda Olsen ve efsane isim Di Stefano maçın skorunu 4-2 olarak belirlemişlerdi. San Siro'da oynanan ve Del Monte'nin Milan adına iki penaltı golü ile 2-1 kazandığı karşılaşma Milan'a final için yeterli olmayacaktı. San Siro'daki maçın ardından Alfredo Di Stefano'nun İtalyan taraftarlar tarafından ayakta alkışlanması akıllarda kaldı. O yılın final maçında Real Madrid, Fransa'nın Reims takımını 4-3 ile geçip kupanın da sahibi olmuştu.

İki takım ertesi yıl, 1957'de 'Latin Kupası'nda tekrar yüz yüze geldiler. Yine İsveçli Liedholm'un bir gol attığı maç Real Madrid'li Gento'nun hattrick yapması ile 5-1'lik bir zaferle sona ermişti. İki takımın bir sonraki durağı ise yine Avrupa Kupası'ydı...

1958 yılının Mayıs ayında Brüksel'in Heysel Stadı'nda Avrupa Kupası finalinin adı Real Madrid - AC Milan'dı. Maça bu kez kazanmak ve önceki yılların intikamını almak isteyen Milan hızlı başlamıştı. İsveç tarihinin en büyük futbolcusu Liedholm, Schiaffino ve Grillo'ya yaptığı inanılmaz asistler Milan'ı Real Madrid karşısında 2-0 öne geçirmişti. Real Madrid 2-0 geriye düştüğünde kabus gibi başlayan maç Di Stefano ve Rial'in attığı gollerle 2-2 sonuçlanmış, uzatmaya kalan maç Gento'nun 107'de attığı gol ile Real Madrid'in zaferi ile sonuçlanmıştı. Bu Real Madrid'in 2 kez üst üste Avrupa Şampiyonu olması demekti. İki takımın son maçı ise 1959 tarihinde oynandı.

Carranza turnuvasında son kez karşılaşan 'İsveçli Milan' ve Real Madrid arasındaki o maç Madridistaların 6-3'lük galibiyeti ile son bulmuştu. Maça damgasını vuran isim ise Botofago'dan sezon başında transfer edilen Valder Pereira Didi'ydi... 

Büyük İsveçli futbolcular; Gren, Nordahl ve Liedholm'un Milan'ı o yıllarda Real Madrid'i 6 maçta sadece 1 kez yenebilmişti. Bu, yakın tarihte Milan'ın üstünlük kurduğu Real Madrid'in büyük bir başarısı olarak kayıtlara geçmişti. Şampiyonlar Ligi'nde son kez geçtiğimiz sezon grup maçlarında aynı yere düşen iki takımım maçlarında Real Madrid San Siro'da 1-1 berabere kalmış, Milan ise Santiago Bernabeu'da 3-2 galip gelmişti. 

Oğuz Öztürk-Goal.com

Real Madrid - AC Milan | Maç Öncesi


Real Madrid için grubun en zor maçı bu gece Santiago Bernabeu'da oynanacak. Yakın tarihe ve eski yıllarda pek çok kez karşılaşan bu iki takımın maçı bu gecenin en çekici karşılaşmalarından. Milan'ın geçtiğimiz sezon yine grup maçlarında Santiago Bernabeu'da Real Madrid'i 3-2 ile geçtiğini yazının başında hatırlatalım.

Real Madrid'in kalecisi İker Casillas'ın şu ana kadar sezonda oynanan tüm maçların için en önemlisi olarak gördüğü Milan maçı, grubun liderlik pozisyonunu da yakından etkileyecek. Şampiyonlar Ligi'ni kazanma yolunda artık ciddi ciddi düşüncelere sahip olan Jose Mourinho ise İnter'i çalıştırdığı zamanlarda sık ısk yendiği ciddi bir rakip karşısında puan kaybının olmasını istemiyor. 

Real Madrid'de maç öncesinde klasik sakatlıklar devam ediyor. Yakın zamanda dizinden sakatlanan Fernando Gago takımda yok. Yine uzun süredir sakat olan Garay ve Kaka maçı tribünden izleyecek isimler. Albiol ve Canales'in de sakatlıkları devam ediyor. Malaga maçında hafif sakatlığı nedeniyle oynamayan Sergio Ramos ise Mourinho'dan görev bekleyecek ancak bu henüz belli değil. Thiago Silva ise rakip Milan'da oynayıp oynamayacağı belli olmayan tek oyuncu.

İki takım arasındaki en önemli bağ hiç şüphe yok Clarence Seedorf. Hollandalı oyuncu daha önce Real Madrid'de kazandığı(1998) Şamppiyonlar Ligi Şampiyonluğunu şuan oynadığı Milan ile de iki kez kazandı (2003-2007). Yine Xabi Alonso ve Jerzy Dudek, 2005'in unutulmaz Şampiyonlar Ligi finalinde Milan'ın başını ağrıtan iki isim olmuştu. Milan'ın iki Brezilyalısından Robinho Real Madrid için ter dökmüştü, Ronaldinho ise Barcelona'da oynadığı vakitler Madridista'nın canını sıkmayı başarmıştı. 

Bu gece Bernabeu'nun sihri geçen sezonun yenilgisinin intikamını almak için görevde olacak. Real Madrid'de kalede Casillas'ın yeri garanti. Defansta Arbeloa, Carvalho, Pepe, Marcelo, orta alanda Alonso, Khedira, Di Maria, Özil ve Ronaldo, forvette ise Higuain olacak gibi. 4-2-3-1 görünümlü fakat zaman zaman 4-3-3'e dönecek bir sistem bu. Milan ise gerçek anlamda bir 4-3-3 ile Real Madrid karşısına çıkacaktır. Abbiati'nin sakatlık haberi geldi, muhtemelen oynaması zor olacak. Defansta Antonini, Nesta, T. Silva (kesin değil), Zambrotta, orta alanda Gattuso, Pirlo, Seedorf, ve ileri üçlü de Pato, İbrahimovic ve Ronaldinho.

Maç öncesinde sıkı bir Milan'lı olan jesusalmeyda.blogspot.com'un yazarı sevgili dostum Ömer Behram'a da görüşünü sorduk, ona da yer vererek maçı beklemeye koyulalım:

"İki takıma bakınca hem hoca hem kadro olarak Reai Madrid daha önde. Özellikle maçın İspanya'da oluşu da Real'i favori gösteriyor. Lakin Milan Real'in tempo yapmasına izin vermemeli. Bunu için de mutlaka orta sahada Boateng'li bir kadro ile çıkmalı. Boateng-Pirlo-Gattuso'lu 3'lü Real'in temposunu kıracaktır ki Milan topu ileriye taşıdığında Real Madrid'e göre gol potansiyeli yüksek bir takım. Yine de bu maç için Real avantajlı. Ama San Siro'da banko Milan."


REAL MADRİD - AC MİLAN

19 Ekim 2010, Salı, 21:45

Santiago Bernabeu

18 Ekim 2010 Pazartesi

Artan Güven, Özer Hurmacı ve Montano.


Önemli bir haftaydı Fenerbahçe için. Kayıpsız ve güzel bir sonuçla geçildi. Güzel oyun, atılan 4 gol, defansta saçma hareketlerde bulunmayan bir Bilica'nın, orta alanda işine gelince birşeyler yapan bir Cristian'ın yokluğu, her daim düşündüğüm Dia-Stoch-Niang üçlüsünün sahada oluşu gece için güzel noktalar benim için. Tek üzücü nokta Özer Hurmacı'nın sakatlığı...

Ziya Doğan ve yarattığı takım ile ilgili konuşmak pek doğru olmayacak, Emre Toraman ve arkadaşları için maçı izlerken güzel dileklerde bulunmuştum. Tek bahsetmek istediğim maça geçmeden önce Özer Hurmacı'nın bahtsızlığı. Bu yazı yazılırken durumu belli değil deniliyor. Kırık olabilir, çatlak ta olabilir. Tek bilinen Özer Hurmacı'nın bir şekilde yerinde saydığı, beklenen patlamanın bir türlü gelmemesi. Bunda kendisinin de payı var elbet, bunu inkar edemeyiz ancak olmaması gereken zamanlarda yaşadıkları bunda büyük ölçüde etkili. Özer Hurmacı'dan beklentiler ne kadar büyük oldu ise, onun yaşadığı şanssızlıklarda bunun büyüklüğüne yakın. 

Ankaraspor'da Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş'ın dikkatini çektikten sonra yolu Kadıköy'e düştü Özer Hurmacı'nın, geldiği gibi tarak kemiği kırıldı. Kırık olan yerden ciddi operasyonlar geçirdi, aynı sezonun ikinci devresinde toparlanma aşamasına ve beklentileri karşılama durumuna geldi ancak bu kez de omzunda çıkık oldu. İki sakatlık birden yaşamasına rağmen oynamaya devam etti ve bu durum zayıf düşmesine neden oldu. Bu sezonun başında ameliyatlar geçirdi ve sezon başı kampını kaçırmasına rağmen hazır bir hale geldi. Aykut Kocaman kendisine çok güvendi, Alex veliahtım dahi dedi, Hiddink milli takımda düşündü. Bugün de Konyaspor karşısında sahadaki yerini aldı, abisi Alex sahada olmadığı için en sevdiği pozisyondaydı. Fakat maçın başlarında şanssız bi şekilde yine sakatlandı. Umarım ki sonu Kemal Aslan'a benzemez... Elbette tekrar iyileşip sahalara dönecektir ancak bu yaşadıkları Özer Hurmacı'yı kesinlikle çok yıprattı ve ondan umutsuz olanların sayısı da giderek artıyor. Saha kenarında sakatlığının farkında olduğundan göz yaşı döken Özer Hurmacı umuyorum ki istediği seviyeye bir an önce gelebilir...

1-4 kazanılan bu Konyaspor maçı, geçtiğimiz haftalarda Aykut Kocaman'ın Kasımpaşa maçında kızıp oyundan aldığı Bilica ve Andre Santos'tan sonra atılan 6 golün devamıydı. (Bilica ve Cristian konusunda firkrim bellidir, ancak Andre Santos ile ilgili biraz farklı düşünüyorum. Normalde potansiyelinin bizler farkındayız. Fenerbahçe'nin kendisine ihtiyacı olacaktır.) Kasımpaşa maçından tek farkı skorun yanında oyunun daha da güzelleşmesi ve oyuncuların güveninin biraz daha artması. Benim bu güveni anlamam ise Konyaspor durumu 1-1'e getirdiğinde maçın kesinlikle Fenerbahçe galibiyeti ile biteceğini düşünmüş olmamdı. 

Mehmet Topuz sahanın en iyilerindendi. Milli takım arasına Fenerbahçe'de en iyi onun değerlendirdiği rahatlıkla görüldü. İleride oynayan isimler bir yana, Caner Erkin'de Andre Santos'u yedek bıraktığının farkında olacak kadar bir oyun ortaya koymayı başardı. Andre Santos'un yedek kalması hem Brezilyalının kendini daha da toparlaması açısından iyi olacaktır, hem de Caner Erkin'in bazı şeylerin farkına varmasında. Dia'nın ise etkili oyunu Ziya Doğan'ın (belki de) talimatlarıyla özellikle Emre Toraman'ın zirve yaptığı tekmeleri ile durdurulmaya çalışıldı. Çok kötü görübtülerdi. Ters kanatta ise Stoch gol atmasına rağmen Dia kadar etkili bir oyun oynayamadı ancak 'bol dövmeli' adamımız (Slovaklar dövme işini biliyorlar) elinden geleni yaptı. 

Semih Şentürk ile ilgili bana göre en güzel yorum Rıdvan Dilmen'den geldi. İlk döneminde Daum oynatmıyordu, Zico'da genel olarak yedek bıraktı, Aragones geldi o da yedek bıraktı. İkinci döneminde Daum yeniden yedek bıraktı ve bu kez bir teknik direktörden öte 'abi' diyebileceği bir antrenör tarafından yine yedek bırakılıyor. Bunlara rağmen oynadığı anlarda mutlaka gol atıyor. Uzun uzun tartışlılabilecek ve uzun yazılar yazılabilecek bir konu ancak tek bildiğim Semih Şentürk'ü çok sevdiğimiz ve bir Fenerbahçe efsanesi olduğu...

Konyaspor ile ilgili dikkatimi çeken tek detay ise Montano. Bu Kolombiyalı arkadaş oyuna girdikten sonra Konyaspor'un daha yaratıcı olduğunu hepimiz gördük. Denediği ilginç paslar ve oyun zekasınında ön planda olduğunu söyleyebiliriz. 27 yaşındaki Montano 1999'da Parma'nın dikkatini çekmiş ancak İtalya'da tutunamamış. Verona ve Piecenza'ya kiralanıp 2004'te Güney Amerika'ya geri dönmüş. Farklı bir oyuncu. İzlemesi bana zaman zaman keyif verdi. En azından sertliği oyun tarzı olarak seçmiş bir Konyaspor'da dikkatimi çeken tek oyuncu oldu. Bu abinin CM 01-02'de oyunun en iyilerinden biri olduğunu da hatırlatmakta fayda var... 

Sonuç olarak sezon başından bu yana Aykut Kocaman'ın kötü geçen dönemlerde dahi sık sık tekrarladığı, hızlı ve etkili oyun, kanatlardan gelen akınların ön planda olduğu Fenerbahçe nihayetinde yavaş yavaş oturmaya başlamış durumda. Önümüzdeki hafta 'olmaz olsun böyle ezeli rakip' kıvamındaki Galatasaray'a karşı oynayacağız. Beni ziyadesiyle rahatsız eden Fenerbahçe'nin aşırı favori gösterilmesi. Öyle ki sarı kırmızılı tarafta dahi '6-0'ı unuturuz' bu maçta sesleri yükseliyor, rahatsız edici...

Futbol kasaplarının hak ettiklerini bulması dileğiyle...



KONYASPOR 1-4 FENERBAHÇE


KONYASPOR: Orkun, Basem Abbas, Emre Toraman, Ramazan,(Montano dk. 46), Burak, (Erdal dk. 64), Veli, Grajciar, Hakan (Klein dk. 46), Lietava, Kere, Adnan

FENERBAHÇE: Volkan, Gökhan, Lugano, Yobo, Caner, Dia, (Gökay ), Emre Belözoğlu, Mehmet Topuz, Stoch, Özer, (Semih dk. 14), Niang,(Andre Santos dk. 67) 

GOLLER: Emre Belözoğlu (dk. 26), Semih (dk. 34), Stoch (dk. 41), Lugano (dk. 64) (Fenerbahçe), Grajciar (dk. 30) (Konyaspor)

17 Ekim 2010 Pazar

FSV Mainz'ın Sırrı Ne?


Sadece Bundesliga’da değil bütün Avrupa’da Mainz mucizesi konuşuluyor. 2008-2009'da tekrar Bundesliga'ya çıktılar, geçen sezon 9. oldular ve bu sezon 21 puanla 2. sırada yer alıyorlar. Geride kalan 8 haftada 7 galibiyet alan ve rakip filelere 19 gol atan Mainz, son maçında Hamburg'a kaybetse de Almanya’da fırtına gibi esmeye devam ediyor.

Aslında sadece Mainz için bu sözleri sarf edemeyiz. Lazio, Rennes, Valencia gibi liglerinin sürekli şampiyonluğa oynamayan takımları da sezona mükemmel başlangıçlar yaptı. Ama Mainz’in sezona başlangıcı diğer ekiplerin ciddi anlamda önüne geçiyor. Gelin bu mütevazı kulübü zirveye çıkaran etkenlere bakalım…

Kendisini kanıtlamak zorundaki genç bir teknik adam

Dizindeki ciddi sakatlık nedeniyle daha 24 yaşındayken 1998’de futbola veda etmek zorunda kaldı Thomas Tuchel. Eski hocası Ralf Rangnick Tuchel’i kanatları altına aldı ve Stuttfart’un U14 takımının başına getirdi. 37 yaşındaki teknik adamın genel anlamda Rangnick’in Hoffenheim’da kullandığı taktiği kullandığını söyleyebiliriz.

Geride kalan 7 maçta 19 oyuncuya ilk onbirde şans veren Tuchel’in mükemmel bir analist olduğunu ve rakiplerini çok iyi değerlendirdiğini görüyoruz. Bunun yanı sıra kararları hiçbir oyuncu tarafından tartışılmıyor. Guardian’a konulan Lewis Holtby, hocasının mutlak otoritesini uzun uzun anlatmıştı.

Altyapıya yatırım

Mainz’in fark yaratan ve dikkat çeken oyuncularına baktığımızda Arsene Wenger’in transfer listesini görmüş gibi oluruz. Holtby (20), Andre Schurrle (19), Sami Allagui (24), Adam Szalai (22) and Morten Rasmussen (25). Bu genç oyuncular ülkelerinin milli takımlarında da forma giymeye başladı.

Rakiplerin basiretsiz performansları

Mainz’in yarattığı en büyük mucizenin Allianz Arena’daki Bayern Münih galibiyeti olduğunu söyleyebiliriz. Oktoberfest’ten etkilendiği her haline belli olan son Şampiyonlar Ligi finalisti, Mainz karşısında adeta dökülüyordu. Bu anlamda bakıldığında Borussia Dortmund ve Bayer Leverkusen gibi ligin iyi ekipleri karşısında alınan galibiyetler, Mainz için farklı bir anlam taşıyor.



Ekonomik altyapı

Hoffenheim’in yaşadığı maddi sıkıntılar nedeniyle sportif başarıyı devamlı kılamaması Mainz’ın kulağına küpe olmuş. Etkili bir transfer politikasıyla maddi dengeyi korumaya çalışacaklar. En büyük silahları genç yeteneklerin çıkmaya devam edeceği akademiler olacak. Ama kadronun önemli isimlerini ne kadar süre Mainz’da tutabileceklerini bilemiyoruz.

Peki, ne olacak?

Mainz için en büyük tehdit ara transfer dönem olacaktır. Eğer genç oyuncularını kadrolarında tutmaya devam edebilirlerse, bütün Avrupa Mainz mucizesini izlemeye devam edebilir.

---> FSV Mainz resmi sitesi

---> FSV Mainz - Kicker

Sam Rider, goal.com

16 Ekim 2010 Cumartesi

Merseyside Zamanı...


Liverpool şehrini sevmek için birçok neden var. Beatles'ın memleketi olması ve Mersey nehrinin güzellikleri bu nedenlerin arasında; ama bizi ilgilendiren kısım, şehri mavi ve kırmızı olarak ikiye bölen Everton - Liverpool, yani Merseyside derbisi... Yine yarın Liverpool ahalisi nefeslerini tutup bu derbiye odaklanacak, bizler de mavilere ya da kırmızılara gönül vermiş 'dış taraftarlar' olarak televizyon karşısında yerlerimizi alacağız...

Evet, yarın Merseyside derbisi günü. Şimdi anlatacaklarım ise 120 yıllık bir rekabete konu olan iki takım olan, Mersey nehrinin iki yanına mavi ve kızıl olarak dağılmış Everton ve Liverpool'un hikayesi. Nefret yok; sadece tek bir şehirde birbirlerinin var olmasını isteyen böylece rekabetin her daim yaşanmasını arzulayan bir iki kulüp taraftarı var Liverpool şehrinde. Kimisi 'Asla Yalnız Yürümeyeceksin' diyor, kimisi de Gwldays Street tarafından söylenen Grand Old Team ile takımını destekliyor bu şehirde...

Rekabetin doğumu spesifik bir olay değil esasında. Bu rekabetin ortaya çıkışı bir şehirde iki futbol kulübünün olmasından başka bir şey değil...

Önce 1872'de St. Domingo FC kurulur, 1878'de Everton FC adıyla devam eder. Bu takım maçlarını Anfield Road yakınlarındaki boş ve çitlerle çevrili bir arazide oynar ilk önce. 1892 yılı gelir... Everton'un maç yaptığı arazinin sahibi olan Jhon Houlding kirayı arttırınca Everton bunu sert bir dille reddeder ve Houlding bu duruma çok sinirlenerek yine bu arazide oynatabilmek amacı ile FC Liverpool'u kurar... Rekabet böyle doğar.

Bu iki kulüp yüzyıllardır büyük bir rekabet içinde. Ama başta da dedik ya, taraftarların birbirlerine karşı nefreti yok diye, işte 'Hillsborough' faciası da bu iki taraftarı biraraya getiren bir olaydı... Sheffield'ın sahasında oynanan FA Cup yarı finali için oraya giden Liverpool taraftarlarının bulunduğu tribün haddinden fazla dolunca, doksan altı Liverpool taraftarı yaşanan izdihamda hayatını kaybetti. O acıyı yaşayanlar sadece Kırmızılar değildi. Liverpool halkı derin bir hüzünle bu faciayı unutmaya çalıştı. Stanley Park'taki anma törenlerine sürpriz bir şekilde mavi formalı bir grup geldi ve ellerinde mumlar vardı. O mumlar iki kulüp arasında oluşan kocaman buzdağını da eritiverdi. Anfield Road'daki ilk maça birlikte yürüdüler, tribünlerde kırmızı ve maviyi karıştırarark birlikte saygı duruşunda bulundular ve en hüzünlü şarkıları birlikte söylediler...

2003'teki Merseyside'da Salif Diao'nun kafasına geçirilen bu Everton atkısı unutulmuyor.


"Ada'da yaşanan ve buralardan kilometrelerce uzaklıkta olan bu rekabet bizim için ne kadar önemli?" gibi bir soru kafanızı kurcalayabilir belki. Bu soruya, benzer bir şekilde bizim de kendi toprak parçamızda benzer duyguları yaşadığımızı ve oralardan kimseleri tanımasak da 'futbol aşkı' ile beraber yürek birliği içinde olduğumuzu düşünüyor ve bu soruyu boşveriyoruz hemen...

Son olarak bir 'Everpool' takımı oluşturalım ve düşünelim. Bu takım şu an Premier Lig'de zor günler geçiren Everton ve Liverpool'dan daha başarılı olur mu?

Everpool (4-4-1-1): Pepe Reina; Phil Neville, Jamie Carragher, Phil Jagielka, Leighton Baines; Dirk Kuty, Mikel Arteta, Steven Gerrard, Steven Pienaar, Tim Cahill; Fernando Torres.

"Liverpool şehrinde iki büyük takım vardır; Biri Liverpool FC, diğeri de Liverpool FC genç takımı..."

B. Shankly

"Everton, Liverpool'dan daha büyük kulüptür. Merseyside'da nereye giderseniz gidin mutlaka bir Everton taraftarına çarparsınız..."

G. Souness

--->The Guardian, Everton - Liverpool maç öncesi

---->Merseyside Derby@ wikipedia


Oğuz Öztürk - Goal.com

Futbolun İlk 'Playboy' Antrenörü; "Big Mal"


Fotoğraf, 83 yaşında hayata veda eden Malcolm Allison'un hayatını anlatmaya yetiyor. Manchester City taraftarı,  Fötr şapka ve puronun özdeşleştiği bu adama yıllar önce kazandıkları son şampiyonuk nedeniyle tapıyorlardı... City'nin büyük yatırımlar sonrasında tekrar şampiyonluk hedefini koyması 'Big Mal' in adının daha sık anılmasını sağlıyordu. Daily Mail'de çok ayrıntılı bir yaşam hikayesi var. Dileyen buradan okuyabilir. Biz de goal.com'dan Ali Murat Hamarat'ın yazdığı hikayesine yer verelim;

"Futbol tarihinden bir efsane daha kaydı. Bir zamanlar yolu İstanbul'dan da geçen, adı Joe Mercer ile birlikte Manchester City tarihine altın harflerle kazınmış Malcolm Allison artık yok. Adalılara Süleyman Demirel'i gösterin, hemen size Big Mal'in fötr şapkalı bir fotoğrafını gösterirler. Şapkanın yakıştığı, Ali Şen usulü tüttürülen puroların can verdiği futbol adamı, artık siyah-beyaz fotoğraflarda yaşayacak.

1927'de doğan Allison, Charlton Athletic aktarmalı gelmişti West Ham United'a. Savunmada görev yapmıştı ki ta ki ciğerlerinden birini verem nedeniyle kaybedinceye kadar. Sheffield United karşısında son kez sahne alan futbolcu, belki de yıllarca antrenmanların bitişini müteakip oyun üzerine girdiği hararetli tartışmaların karşılığını alacaktı.

1966'da Dünya Kupası'nı İngiltere adına kaldıracak West Ham efsanesi Bobby Moore'u keşfederek başladı futbolun mutfak tarafındaki faaliyetleri. O sarışın delikanlıda kimsenin göremediğini görmüştü. Gerçekten 8 Eylül 1958'de Manchester United'a karşı ilk defa 6 numarayı giyen gencecik delikanlı, adını efsaneler arasına yazdırmaya hazırlanırken, mentörü de başta futboldan kopmuştu. Araba sattı, gece kulübü işletti, kumar oynadı. Sonradan canı sıkılıp o çok sevdiği oyuna dönmüştü.

Hocalık kariyerinde ilk Bath City'yi çalıştırmıştı Allison. Bu küçücük takımda ilk icraatı antrenmanları günde ikiye çıkarmak olmuştu. Haftada sadece dört defa idman yapmaya alışık, asıl meslekleri de futbol olmayan oyuncuları, kısa sürede Big Mal'in istediklerini vermeye başlamıştı. 1963'te Federasyon Kupası'nın üçüncü turunda birinci küme ekiplerinden Bolton'a kök söktüren lig şemasında yer almayan Bath, güçlü rakiplerini hamamda bayağı terletmişti.

Kısa süreliğine gittiği Toronto City'ye üç aylığına götürdüğü Tony Book, Kanada'nın en iyi sağ beki seçiledursun, o Plymouth Argyle'ın başına geçecekti. Biricik adamı Tony'yi de yanında getirmişti. Her ne kadar yönetim pek lig tecrübesi olmayan 30 yaşındaki bir oyuncuyu transfer etmek istemese de, doğum kayıtlarında yapılan iki yıllık bir değişiklikle, kulübün ileri gelenleri çabucak ikna olmuştu.

1965 yazında Manchester City'nin başına geçen Joe Mercer, yanına bir yardımcı arıyordu. İşte ne olduysa oldu, Allison'ı yanına alan Mercer, kulüp tarihinin en başarılı dönemine imza attı. 1968'de lig, ertesi yıl Federasyon, 1970'de de hem Lig hem de Kupa Galipleri Kupası'nı kazanan şehrin mavi yakalıları taraftarını mest etmişti. Mercer'ın vedasından sonra tek başına yönettiği City'den 1973'te ayrılıyor, Crystal Palace'ın yolunu tutuyordu.

Taraftarla defalarca papaz olsa da bildiği yoldan şaşmamıştı Allison. Üçüncü lige sürüklediği takımı 1975-76 sezonunda Federasyon Kupası'nda yarı final oynatmayı başarmıştı. Leeds United, Chelsea ve Sunderland'ın bileğini büken Palace, Southampton'a boyun eğmişti. Bir üst lige yükselme vizesini elde etse de, Big Mal daha önce Şampiyon Kulüpler Kupası'ndan tanıdık bir şehre adımını atıyordu.

Galatasaray dönemi

Brian Birch'le üst üste üç şampiyonluk elde etmiş Galatasaray'ın yaralarına çare olsun diye geldiği İstanbul'da çok tutunamıştı teknik direktör. Trabzon'un şampiyonluğa ulaştığı sezonda sarı-kırmızılılar beşinci olmuştu. Sonrasında yollara dökülmüştü Allison, göçmen kuşlar misali. Memleketinden Portekiz'e hattâ Kuveyt'e kadar uzamıştı yolu. City ve Palace'ta bu sefer tutunamayan büyük usta, İber Yarımadası'nda Sporting Lizbon'a şampiyonluk ve kupayı kazandırmayı başarmıştı.

En son Bristol Rovers'ı çalıştıran Allison'ın sadece şapka ve purosu değil kırdığı cevizler de efsaneydi. Porno yıldızlarından Fiona Richmond ile çıplak görüntülendiği için federasyon tarafından kulağı çekilen Big Mal, iki İngiltere güzeliyle de beraber olmuştu.

Son yıllarında sağlığı giderek bozulan futbol adamının alkolik olduğunu duymak birçoklarını şaşırtmamıştı. Ölmeden Palace taraftarının 2007'nin başında düzenlediği Fötr Şapka Günü'nü gördü ya gözü açık gitmiyor. Elinde şapkası, ağzında purosu ve diğer elinde şampanya kadehiyle bizi selamlamaya devam ediyor."

6 Ekim 2010 Çarşamba

Bir zamanlar kartaldı; IFK Göteborg


Onlar kuzeyden gelen mavi-beyazlı meleklerdi. 80'lerde Sven-Göran Eriksson önderliğinde UEFA Kupası'nı iki kez aldılar. Ama sonra karşılarına baş edemeyecekleri bir rakip çıktı: Futbol endüstrisi. Bir zamanların efsane takımı IFK Göteborg...

Bugün endüstriyel futbola yenik düşüp vasati sularda seyreden IFK Göteborg, bir dönem yeşil sahalarda esen en sert Kuzey Rüzgarı’ydı. İsminin gönüllere ve hafızalara kazınmasını sağlayan pek çok uluslararası başarıya imza atıp, müzesini önemli kupalarla zenginleştirmişti. Ama futbol tarihinden üstün körü okuma yaparak ya da istatistiklerle konuşarak İsveç takımının bu başarılarının hakkını yeterince vermek mümkün değil. IFK Göteborg’un başarıları takımının her mevkisine yerli/ yabancı yıldız futbolcular monte edebilen takımların kazandıklarından çok daha değerli, çok daha anlamlıdır. Çünkü bunlar, paranın har vurulup harman savrulduğu bugünün futbol dünyasında son derece alçakgönüllü imkanlarla, adı sanı duyulma-mış futbolcularla (sonradan duyuldu tabi) ve amatör ruhla elde edilmiş başarılardır.

Yaklaşık 10 milyonluk nüfusuyla Finlandiya ve Norveç’in arasında yer alan, bir yanı Baltık Denizi’ne tamamen kıyı oluşturan İsveç (Krallığı) kuzeyde bir ülke olmaktan çok daha fazlasını ifade eder bazıları için.

İsveç, sinema aşıkları için Ingmar Bergman’dır.

Çocuklar için Noel Baba’nın kızağını çeken Ren geyikleri, çocukluğunu özleyenler içinse TRT’li günlerin Nils Holgersson’un Maceralarını konu alan çizgi filmi Uçan Kaz’dır. (Selma Lagerlöf’ün eseri)

Dünya siyasi tarihini takip edenler için suikasta kurban giden başbakan Olaf Palme...

Kültür-sanata meraklılar için İsveç Kraliyet Akademisi’nin tarihe geçeceğim diye bir anda politize olan Orhan Pamuk’a verdiği Nobel’dir.

Araba sevdasından muzdaripler için Volvo, cep telefonu müptelaları için Ericsson, her dem ev döşeyenler için İkea’dır.

Ama futbolseverseniz, sizin için İsveç’in en büyük ifadesi IFK Göteborg’dur. (Beşiktaşlılar için Malmö müdür, yoksa?)

Futbol Türkiye’de olduğu gibi, İsveç’te de en sevilen spor dalı. Ama bu işe bizden daha ciddiyetle sarıldıklarını söylemek lazım. Çünkü halihazırda ülkede 54 bini bayan 240 lisanslı futbolcu, bir o kadar da minik futbolcu, 3200 kulüp, 8500 takım ve 8000’e yakın maç yapılabilecek stat var. İsveçlilerin futbol konusunda bu kadar tesisleşmiş ve organize olabilmesinin arkasında yatan neden bu sporun ülkedeki geçmişinin çok eskilere dayanması.

İnsanlar İsveç’te futbol oynamaya 1870’lerde başlamışlar. İlk şampiyonalarını 1896’da hayata geçirip, federasyonlarını 1904’te kurmuşlar. Bizdeki Süper Lig’e tekabül eden Allsvenskan liginin başlangıç tarihi ise 1924. Şu an 14 takımın mücadele ettiği (2008’de 16 takıma çıktı.) Allsvenskan’da mavi-beyazlar ya da Melekler takma adıyla selamlanan 103 yıllık IFK Göteborg bugüne kadar tam 13 kez şampiyon olmuş. (Bu ligin öncesindeki mahalli lig döneminden 5 şampiyonluğu daha var.) IFK ligi 10 kez de ikinci bitirmiş, yani şampiyonluğu kıl payı kaçırmış.

Şaşırtıcı olan İsveç futbolunun en ünlü markası IFK Göteborg olsa da, Allsvenskan’da en çok şampiyon olan takımının aslında ipi 18 kez göğüsleyen Malmö’nün olması. Dahası şu an ikinci ligde oynayan IFK Norrköping’in bile şampiyonluk sayısı 12. Djurgardens IF’nin 7, Helsingborgs IF’nin 6, IF Elfsborg’un 5, AIK, GAİS, Halmstads BK ve Östers IF’nin 4’er şampiyonluğu var.

Lig tarihine bakıldığında müzesinde şampiyonluk kupası olan beş kulüp daha olduğu görülüyor. Kısaca tarihinde ancak beş farklı şampiyon çıkarabilmiş bizim ligimizin yanında fazlaca “demokratik” bir lig Allsvenskan.

Bu istatistikler Malmö ve Göteborg’un Allsvenskan’ın “ağır abileri” olduğu gerçeğini değiştirmiyor elbette. Ama en azından İsveç’te bizde olduğu gibi uçurum metaforlarıyla tasvir edilecek boyutta büyük-küçük takım ayrımı olmadığını gerçeğini gözler önüne seriyor.

IFK Göteborg son yıllarda şanlı tarihine yakışır bir performans sergileyemiyor. 80’li yıllardaki uluslararası başarılarını da mumla aramasının yanı sıra 1996’dan sonraki 10 yıllık dönemde aldığı en iyi derece 2005’teki ikincilikti. 2007’de silkinen Göteborg hem lig hem de kupa şampiyonluk kupasını müzesine götürüyordu. 2009’daki lig ikinciliğini saymazsak sonrası yine hüsran…

Mabed: Ullevi Stadı


Maçlarını Göteborg’da, İskandinavya’nın en büyük stadyumu olan 43.000 kişilik Ullevi (Nya Ullevi yani New Ullevi) Stadı’nda oynayan IFK Göteborg 4 Ekim 1904’te ülkenin 39’uncu kulübü olarak kuruldu. Kulüp kısa zamanda ülkenin en iyisi olmayı başarıp şampiyonluklar kazanmaya başladı. Futbolcular takımın alameti farikası olan mavi-beyaz formayı bir maçta ilk kez 1910’da üstüne geçirdiler. 1912’de İsveç Olimpik Takımı ile karşılaşıp 1-1 berabere kalınca Stockholm’deki gazeteler IFK Göteborg’u ta o zamandan “İsveç’in gelmiş geçmiş en iyi futbol takımı” ilan etmişlerdi.

Allsvenskan’ın ilk yılında IFK Göteborg formasını giyenlerden biri de Kara Filip takma adıyla tanınan efsanevi futbolcu Filip Johansson’du (1902-1976). Takım o yıl şampiyon olamadı ama Filip 22 maçta attığı 39 golle gol kralı olmayı başardı. Oynadığı 16 milli maçta ise 14 gole ulaşmıştı Kara Filip.

IFK Goteborg yıllarca mücadele ettiği Allsvekan’da inişli çıkışlı bir grafik sergiledi. İki kez ikinci lige düştü. Birincisinde ertesi sezon Allsvenstan’a geri dönmeyi başardı ama ikinci düşüşünde takım altı sene ikinci ligde kalarak tarihinin en kötü dönemini yaşadı. Ama belki de iyice dibe vurduğundan, bu düşüş bir anlamda IFK Göteborg’un muhteşem çıkışının başlangıcı oldu.

IFK Göteborg için dönüm noktası aslında bir teknik adam olmuştu: 1978’de göreve gelen Sven-Göran Eriksson. Eriksson, Melekler’i şeytana çevirecek bir sistemi de beraberinde getirmişti: 4-4-2. Bu sistemin katalizörü ise “baskı ve destek” idi. Takım 70’leri Allsvenskan şampiyonu olamadan kapamıştı belki ama en azından Eriksson yönetiminde İsveç Kupası’nı ilk kez müzesine götürmeyi başarmıştı.

Mavi-beyazlar tarihlerinin en büyük başarılarını 1982 yılında kazandı. Ama aslında işler dışarıdan göründüğü güllük gülistanlık değildi. Yönetimi değişen kulüp iflas etmenin eşiğindeydi. Öyle ki UEFA Kupası’nın çeyrek finalinde yapacakları maç için kardeş kulüpten borç para almak zorunda kaldılar. Ama Galatasaray’ın 2005-2006 sezonunda benzer ekonomik şartlarda gerçekleştirdiği mucizenin bir benzerine imza atan IFK Göteborg o yıl ligde ve Avrupa’da alınmadık kupa bırakmadı. Bunların içinde en önemlisi şüphesiz ilk kez alınan UEFA Kupası idi.

IFK Göteborg kupanın ilk turunda Finlandiya’nın FC Haka takımıyla karşılaşıp rakibini her iki maçta da yenerek ikinci tura çıkmıştı. (2-3 / 4-0) Türkiye’nin temsil eden Adanaspor ise rakibi İnter olunca kupaya bu turdan turdan veda etmek zorunda kalıyordu. (1-3 / 4-1)

IFK Göteborg ikinci turda karşısına çıkan Avusturya’nın Sturm Graz takımını da geçmeyi başarınca (2-2 / 3-2), üçüncü turda karşısına Steau Bükreş çıkıyordu. Benzer bir tarifeyle (3-1 / 0-1) rakibini diskalifiye eden İsveç takımı borç parayla gidebildiği çeyrek finalde karşısında daha dişli bir rakip buluyordu: Valencia. Bu şartlarda dahi İspanya’da rakibiyle 2-2 berabere kalmayı beceriyordu. Kendi evinde de 2-0’lık bir galibiyet alınca yarı final vizesini cebine koymuş oluyordu. Yarı finalde bir Alman takımıyla, FC Kaiserslautern’le kozlarını paylaştı IFK Göteborg. IFK deplasmanda oynadığı ilk maçta geleneği bozmuyor ve yine berabere kalıyordu. (1-1) Kendi evindeki maçta ise uzatmalarda da olsa panzerleri 2-1 mağlup ediyor ve finale adını yazdırmayı başarıyordu. Ama Panzerler’den kurtulamamıştı IFK. Almanlar finalde bir kez daha karşısına çıkacaktı. Hamburger SV, IFK’nın finaldeki rakibiydi.

İlk maç 5 Mayıs 1982’de Göteborg’da oynandı. Wernersson; Svenson, Hysen, Cony Karlsson, Fredriksson, Tord Holmgren, Jerry Karsson, Strömbeerg, Corneillusson, Nilsson (Sandberg) ve Tomy Holmgren (Schiller) tamamı İskandinav oyunculardan oluşan bir tertiple sahaya çıkan IFK, Holmgren’in golüyle maçı 1-0 galip bitiriyordu. İki hafta sonra, 19 Mayıs’ta yapılan rövanş maçında sahaya yine aynı kadroyla çıkan IFK bu kez rakibini hezimete uğratıyor ve ülkesine deplasmanda alınmış 3-0’lık bir galibiyetle dönüyordu. (Goller: Corneliusson, Nilsson, Fredriksson) IFK Göteborg tarihinin en büyük başarısını kazanmıştı. Bu kupayla birlikte IFK Göteborg’un İsveç futbolunda söz sahibi olacağı 15 yıllık bir dönem de başlamış oluyordu. Sven-Göran Eriksson ise takımına kazandırdığı bu önemli kupanın ardından çok daha iyi bir ücretle Benfica’nın başına geçiyordu. Benfica’nın onunla birlikte yükselen performansına bakılırsa sihirli değneği de yanında götürmüştü.

Mavi-beyazlar ise Eriksson’suz da gayet iyiydiler. 1983 ve 1984’de de lig şampiyonu oldular. 1983 İsveç Kupası da onlarındı. 1985-1986 sezonunda da takım Şampiyon Kulüpler Kupası’nda yarı finale yükselmeyi başarıyor ama ilk maçta 3-0 yendiği FC Barcelona’ya İspanya’da aynı skorla yenilip, ardından atılan penaltılar sonunda elenmekten kurtulamıyordu.

IFK Göteborg’un ikinci turda elediği takım ise Fenerbahçe idi. İlk maçı İsveç’te 4-0 kaybeden Sarı Kanaryalar, İstanbul’da rakiplerini 2-1 yenip en azından şereflerini kurtarıyorlardı. Fenerbahçe kupadan eleniyordu belki ama bir önceki turda kazanılan bir başka zaferle Türk futbol tarihine geçiyorlardı. 18 Eylül 1985’te gerçekleşen “Bordeaux Destanı”nı kastediyoruz. Fransa’nın Tigana’lı, Alain Giresse’li Bordeaux takımını deplasmanda 3-2 yenen Fenerbahçe’nin gollerini atanlar Selçuk Yula, Şenol Çorlu ve bu maçtan yaklaşık bir sene sonra hayata gözlerin yuman Hüseyin Çakıroğlu olmuştu.

1987 UEFA Kupası Finali. Göteborg - Dundee Utd


IFK Göteborg 1986-87 sezonunda da hızını kesmedi ve hem Allsvenskan’da hem de UEFA’da şampiyon oldu. İlk turda Çek takımı Sigma Olomouc’u 1-1 ve 4-0’lık, ikinci turda Alman Stahl Brandenburg’u 2-0 ve 1-1’lik, üçüncü turda ise Belçika takımı Gent’i 0-1 ve 4-0’lık sonuçlarla eledi. Çeyrek Final’de karşısına öncekilerden çok daha zorlu bir takım olan İnter çıkmasına rağmen rakibine yenilmeden (0-0 / 1-1) yarı finale çıkıyordu IFK Göteborg. Yarı finaldeki rakibi Tirol’ü ise her iki maçta yenerek (4-1 / 1-0) elediler. Kupaya giden yolda artık önlerinde tek bir engel kalmıştı: Dundee United. Evindeki ilk maçı Pettersson 38. dakikada attığı golle 1-0 kazanan IFK Göteborg, ikinci maç 1-1’lik beraberlikle bitirmeyi başarıyor (gol: Nilsson) ve ikinci kez UEFA Kupası’na uzanıyordu. IFK’ın ilk maçtaki kadrosu şuydu: Wernersson; Carlsson, Hysen, Larsson, Fredriksson; Johansson (R. Nilsson), Tord Holmgren (Zetterlund), Andersson, Tommy Holmgren; Pettersson, L. Nilsson. Deplasmandaki maçın kadrosunda yapılan tek değişiklik maça Johansson yerine R. Nilsson’la başlanılması oluyordu.

1990 ve 1995 arası Allsvenskan’da şampiyonun adı hep IFK Göteborg oluyordu.

IFK Göteborg’un Avrupa arenasında kıpırdandığı 1992-93 sezonu Türk takımlarının da Şampiyonlar Ligi macerasının başladığı yıldı, ya da bir başka deyişle başlayamadığı. Çünkü temsilcimiz Beşiktaş daha eleme turlarındayken İFK Göteborg’a eleniyordu. İsveç’te rakibine 2-0 yenilen Kara Kartal, İstanbul’da Metin ve Feyyaz’ın golleriyle aldığı 2-1’te rağmen kupaya dramatik bir şekilde dua ediyordu. IFK Goteborg ise Beşiktaş’tan sonra Polonya’nın Lech Poznan takımını eleyip gruplara kalıyordu. O zamanki statü gereği yalnızca iki grubun birincisi final oynayacağından, IFK Göteborg’un AC Milan, Porto ve PSV’nin yer aldığı grubu 6 puanla ikinci bitirmesi akçe etmiyordu.

IFK Göteborg 1994-95’de yine eleme turu oynayarak katıldığı Şampiyonlar Ligi’nde kimsenin ummamasına rağmen Barcelona, Manchester United ve Galatasaray’ın olduğu gruptan birinci olarak çıkmayı başardı. Galatasaray’ı her iki maçta da 1-0 yenen, kendi evinde oynadığı tüm maçları kazanan IFK, Şampiyonlar Ligi’ne çeyrek finalde Bayern Münih’e yenilmeden elenerek veda ediyordu. (0-0 / 2-2)

90’lı yılların ikinci yarısından itibaren işlerin IFK Göteborg için çok da iyi gittiğini söyleyemeyiz. İki lig ikinciliği, bir lig ve kupa şampionluğu IFK Göteborg gibi şanlı bir takım içn yeterli değil. Pahalı oyuncu transferleri, sezon ortası yapılan hoca değişiklikleri de derdine çare olmadı Melekler’in. Bunda da şaşılacak bir şey yoktu. Eski başarılar bu şekilde kazanılmamıştı zaten. Belki de fizik olarak artık bütün takımların birbirine yakın seviyelere ulaşması IFK’nın hızını kesmişti. Belki de oyuncularının çoğunun yüksek paralara Avrupa’nın ünlü takımlarına transfer olmasından sonra ekip ve mücadele ruhu kaybolmuştu. 2000’li yıllarda ampiyonlar Ligi’ne sık sık katılsa da eski ihtişamlı günleri artık IFK Göteborg için çok uzak. Aynı şeyi İsveç futbolu için de söylemek mümkün. Uzun süredir dünya futbolunda söz sahibi olan bir İsveç milli takımı yok. Onları, dolayısıyla da Zlatan İbrahimoviç gibi bir yıldızı Güney Afrika’daki 2010 Dünya Kupası’nda seyredemeyişimiz bunun kanıtı.

Ege Görgün, Goal.com

Blog Widget by LinkWithin
 
Copyright 2009 Barbarossa. Powered by Blogger Blogger Templates create by Deluxe Templates. WP by Masterplan