28 Ocak 2014 Salı

Elektirik yoksa otomobil farları var!

  Futbolu bıraktıktan sonra sonra Zamalek'in başına geçen Mido, idman tamamlanmadan tesislerin elektiriklerinde problem olmasına pek aldırmadı. Mido, otomobil farları sayesinde idmanı tamamlattırdı...

27 Ocak 2014 Pazartesi

İyi aile çocukları!


25 Ocak saat 16:30'da oynanan Dortmund - Augsburg ve Frieburg - Leverkusen maçlarında forma giyen Sven ve Lars Bender karşdeşler, aynı dakika içinde takımlarını öne geçirmeyi başardılar...


20 Ocak 2014 Pazartesi

"Yıldızlar bir bir Real Madrid'e geliyordu ancak her yerde lider Raul'du..."

Raul, 1999 yılında Manchester United karşısında harikalar yaratırken Sir Alex Ferguson, "Bana imkan verilseydi onu asla İngiltere sınırları içine sokmazdım" demişti. 

Bu sözler, Raul için söylenmiş onlarcasından sadece bir tanesi. Aktif futbol yaşantısına devam eden futbolcular içinde  en kariyerli olanlardan biri olan 'El Diablo' Raul, şimdilerde Real Madrid çatısı altında değil belki ama bu kulübün halen en çok etki bırakan ve en efsane oyuncularından bir tanesi.

1977, günün birinde İspanya'nın en çok tanınan yüzünün ve Real Madrid'in yaşayan efsanesi olacak Raul'un bir burjuva ailesinde doğacağı yıldı. Babası Don Pedro, çok sıkı bir Atletico Madrid hayranıydı. Don Pedro'nun aklından oğlu minik Raul'un St. Cristobal'de toprak sahaların tozunu yutarken Atletico Madrid'de oynaması gerektiği geçiyordu. 

Raul daha küçük bir çocukken onun ilk hocası olan Renato De Lacour, "Raul'un yeteneği herkesin önündeydi. Akıllıydı..." diyerek aslında gelecek yıllar için bazı şeyleri belli etmişti. 

Baba Don Pedro, hayalini gerçekleştirmiş ve gerçekten de Raul'un Atletico Madrid çatısı altına girmesini sağlamıştı. Burada işler beklendiği gibi gitmedi. Atletico teknik ekibi Raul'u çelimsiz bulmuş, olmayacağını belli etmişlerdi. Bu, ufak Raul için bir son değildi. Atletico'dan daha başlamadan ayrılan Raul, bir yıl sonrasında yıllarca  ter dökeceği Real Madrid'in seçmelerine katılmış ve başarılı da olmuştu.

"Atletico'dan Real'e geçişim benim için küçük olmama rağmen çok büyük bir değişimdi. Evet, Atletico Madrid de çok büyük bir takımdı ancak en iyi futbolu Real Madrid oynuyor, en güzel golleri Real Madrid'in futbolcuları atıyordu" diyen Raul, hayat çizgisini değiştirecek olan aşkının başlangıcını böyle anlatıyordu. 

Real Madrid ile ikinci sezonunda şampiyonluk yaşayan genç Raul için İspanya Kralı Juan Carlos, "Raul, Madrid'in meleği... Raul Madrid, Madrid de Raul'dur" diyerek aslında bir efsanenin doğuşunu müjdeliyordu. Madridistalar için Raul bir melekti ancak rakipleri ona 'Tilki' lakabını takmıştı. Uyanık ve akıllıca goller atması sebebiyle genç yaşında korkulan bir oyuncu oluvermişti. Aşırtma golleri, en sevdikleriydi. 

Raul, Real Madrid ile profosyonel bir futbolcu olduğunda takımın başında şimdilerde Genel Direktör olarak görev yapan Jorge Valdano vardı. Valdano, Raul için, "Gelir gelmez iyi bir etki bırakmıştı. Harika bir dinamizmi vardı. Çok hızlı değildi ama tekniği inanılmazdı. Esas sırrı, çok zeki olmasıydı" demiş ve ona güvenmişti. Genç Raul, ilk kez çıktığı Real Zaragoza maçında kulüp tarihi boyunca ligde oynayan en genç oyuncu olurken hocası Valdano'nun yüzünü kara çıkarmamıştı. 

"Valdano benim için çok önemli" diyen Raul, 17 yaşında dünyanın en iyi takımında oynamaya başladığı o günleri 'rüya' olarak nitelendiriyor. Üstelik Raul, Real Madrid forması altında ilk golünü de ezeli rakibe karşı derbide atmıştı. El Derbi Madrileno'da Atletico Madrid ağlarını sarsan Raul, "Cennette gibiydim. Ailem, arkadaşlarım... Herkes mutluydu!" demişti.



Hangi kanattan yapıldığı önemli olmayan bir orta gelir, kimse atağın golle sonuçlanacağını düşünmediği bir anda Raul sahneye çıkar ve ceza sahası içinde bir anda golünü atardı. Bu, Real Madrid taraftarı için artık alışılmış bir sahneden ibaretti. Filmin devamında ise Raul, yüzüğünü öperken görülürdü.

1995-1996 sezonu, Raul'un Real Madrid'deki ikinci yılıydı ve bu sezonu özel kılan, Real Madrid'in yıllar sonra 'Renkli' yıllarda Şampiyonlar Ligi finaline çıkmasıydı. "Nihayet... Finalde rakibimiz Juventus'tu ve Zinedine Zidane, Del Piero gibi oyuncuları vardı. Maç öncesi Madridistalar için çok önemli bir an olduğunu biliyorduk" diyen Raul, finalde gol atamadı ancak taraftarların isteklerine arkadaşları ile beraber cevap verdi ve şampiyonluk kazanmayı başardı. 

Real Madrid, iki yıl sonra tekrar Şampiyonlar Ligi finalisti oldu ve bu kez rakip Valencia'ydı. Raul, bu kez şanslıydı ve bir golle, alınan bu şampiyonluğa katkıda bulunmuştu. 1999 yılında, Cristiano Ronaldo'nun Camp Nou'da yıllar sonra yapacağı 'Calma' haraketinden önce, Raul'un 'sus' sevinci hafızalara kazındı. 2000 yılı, Raul'un zihinlerde oturan yüzüğünü öpen gol sevinçlerinin kaynağının yılıydı ve o sene Raul, 'deli gibi aşığım' dediği Mamen Sanz ile evlendi. Her golü eşine ve ailesine adayan Raul, Real Madrid'e ve geleneklerine o kadar bağlıydı ki, ilk oğlunun adını Jorge Valdano'ya ithafen Jorge, ikinci oğlunun adını da Hugo Sanchez'e ithafen Hugo koydu.

Rus milyarder Roman Abramovich, Chelsea'yi satın aldığında bilinenin aksine ilk olarak Raul'u kadroya katmak istemişti. Başlarda bu çılgınlık olarak algılandı. Abramovich, Raul için 70 milyon avro önermiş, Başkan Florentino Perez'den aldığı cevap ise manidar olmuştu, "Raul satılık değil. Belki 180 milyon avro getiren olursa onu satabilirim. Ancak bunu dünya üzerinde yapabilecek tek rakım da Real Madrid..."

Bir futbolcu için kulüp efsanesi olmak, sadece gol etmek demek değildir. Oynadığınız kulüp için gol atmak ve asist yapmak dışında başka şeyler de yapmalı, gerekirse fedakarlıklardan kaçınmamalısınız. Raul, Real Madrid için tam da böyleydi. Eski takım arkadaşı Steve McManaman'ın "Her çeşit rekoru kırabilir" ve Ivan Campo'nun "Takımı için her şeyi yapar, her çeşit golü de atabilir" demesi, Raul'un özeti.

2002 Şampiyonlar Ligi finalinde Zinedine Zidane ile beraber takımın en büyük yıldızı olduğunu yine tekrarladı ve maçtan sonra elinde İspanyol bayrağı ile yaptığı matador dansı akıllardan çıkmadı. Tarihin unutulmaz fotoğraflarından biri bu anda çekildi. "Zidane'ın Bayer Leverkusen'e attığı gol harikaydı" diyen Raul, Real Madrid taraftarı olsun ya da olmasın, bu golün her kesimden futbolsever için utunulmaz olduğunun altını çizmişti.


Florentino Perez'in başlattığı 'Los Gacalticos' projesi kapsamında takıma Luis Figo, Zinedine Zidane, Ronaldo ve David Beckham gibi isimler katıldı. Her gelen yıldız müthiş bir parlama ile basının gözdesi oluveriyordu ancak Raul için bazı şeyler değişmiyordu. Jorge Valdano, "Yıldızlar bir bir Real Madrid'e imza atıyorlardı ancak soyunma odasında, sahada ve her yerde Real Madrid'in lideri Raul'du" diyerek durumu özetliyordu.

"Yıldızlar bir bir Real Madrid'e imza atıyorlardı ancak soyunma odasında, sahada ve her yerde Real Madrid'in lideri Raul'du..."

Yıllar yılı birçok yıldız bohçasını toplayıp Real Madrid'den ayrılmak zorunda kalırken Raul, aslında takıma milyon avrolarla imza atan bu futbolcular gibi fiyakalı olamadı ama hep takımda kalmayı başaran isim oldu. En zor dönemlerde takıma liderlik eden Raul'den başkası değildi. 2006'da yağmurlu bir Mallorca akşamında takımın aldığı 3-0'lık yenilgi, ilk Los Galacticos projesinin resmi olarak sona erişinin göstergesiydi. Yenilgiden sonra Beckham ve Roberto Carlos hariç Los Galacticos döneminin ilk yıldızlarının biletleri kesildi. Raul, 2006-2007 sezonunda takımın daha mütevazi bir Başkan ve kadro ile aldığı şampiyonlukta büyük bir rol sahibi oldu. Madrid meydanı, şampiyonlukla inledi.

İspanya Milli Takımı ile bir kupa kaldıramamak, Raul için kariyerinin en büyük eksikliklerinden biriydi. 2002'de verdiği bir röportajda "Euro 2000'de Fransa karşısında kaçırdığım penaltı, hayatımın en kötü anlarından bir tanesiydi" demiş ve içinde kalan ukteyi dışa vurmuştu. Euro 2008 yaklaştığında, Raul ve Luis Aragones arasında kriz patlak verdi. Tüm İspanya'nın konusu, Raul'un milli takıma alınıp alınmayacağıydı. Aragones, Barcelona'nın artık başarıdan başarıya koşacak olan kemiği ile kadrosunu oluşturmuş, hücum hattında da Raul yerine Fernando Torres ve David Villa ikilisine görev vermek istemişti. Real Madrid ile Euro 2008 öncesinde iki şampiyonluk yaşayan Raul, milli takımda yedek kalmayı reddedince bu şampiyonaya katılamadı ve maalesef İspanya'nın yıllar sonra bir turnuvada kazandığı şampiyonayı evinde izlemek zorunda kaldı. "Milli takımda iyi hatıralarımın olduğu söylenemez" diyen Raul, içindeki ukteyi söndüremedi.


Real Madrid, 2008-2009 sezonunda şampiyonluğu müthiş bir jenerasyonla gelen Barcelona'ya bıraktı. Pep Guardiola ve ekibi, dört yıl boyunca süregelecek olan serüvenin henüz başındaydılar. Herkes, Raul'un artık futbolu bırakabileceğinden bahsediyordu ancak henüz 32 yaşındaydı. Bu yaşta futbolu bırakması imkansızdı. 17 yaşından beri Real Madrid çatısı altında bulunuyor oluşu, onun sanki 40'lı yaşlara yaklaştığının algılanmasına sebep oluyordu. Barcelona, 2009-2010'da da şampiyon oldu. Manuel Pellegrini ile 96 puan toplayan Real Madrid, Barcelona'yı durduramıyordu. 13 maçta 11'de başlayan Raul, Santiago Bernabeu'daki son golünü de 2009 yılının Ekim ayında Valladolid ağlarına yolladı.Takımın yeni yıldızı Cristiano Ronaldo, Manchester United'dan alışkın olduğu 7 numaralı formayı almak için ellerini ovuşturup bekliyordu. 9 numara ile sahada olan Ronaldo, ilk resmi maçına Raul'un yerine oyuna girerek başladı. Belki de Raul için Real Madrid ve 7 numaranın sonu, tam da o an yaşandı. İkinci Los Galacticos döneminin başında ayrılık vakti, 2010-2011'de takımın başına gelen Jose Mourinho döneminde oldu. 

Raul, 2009 yılında "Bence Real Madrid-Raul ilişkisi kolay kolay kırılabilecek bir şey değil. Kariyerimi burada noktalamak istiyorum" demiş, ancak işler beklendiği gibi gitmemişti. Mourinho'nun planları arasında yer almayan Raul'e kucak açan Schalke 04 olmuştu. Raul, "Real Madrid'de16 yıl geçirdim. Ancak ailem ve ben yeni bir heyecan istedik. Ve bu hamleyi bu yıl yapmasaydık, bir daha yapamayabilirdik" diyerek transferini değerlendirmiş, çok geçmeden Schalke taraftarının da sevgilisi olmuştu. Almanya'dan ayrılan ve Arap dünyasına transfer olan Raul'e duyulan saygı, en az İspanya'daki kadardı.


Real Madrid taraftarı, Raul'un günün birinde tekrar Madrid çatısı altına döneceği günü iple çekiyor. En büyük dayanak olarak ise Raul'un "Ben Real Madrid'de kariyerimin en güzel yıllarını geçirdim ve harika bir neslin parçası oldum. Yeni bir deneyim yaşamak için Schalke 04'e gitmiştim. Asla kötü anılarla ayrılmadım" sözlerini gösteriyorlar. Raul'un Real Madrid'e teknik direktör olarak dönüşü, tıpkı 17 yaşında ilk profesyonel maçına çıktığı gün gibi heyecan dolu olacak. Tüm Madridistalar, Real Madrid ile üç kez Şampiyonlar Ligi kazanan, kulüp tarihinin en golcü oyuncusu olan, 741 maça çıkıp 323 gol atan ve 71 golle halen Şampiyonlar Ligi gol rekorunu elinden bulunduran 'El Diablo'larının döneceği bu özel günü bekliyorlar...

Bu yazı, FourFourTwo Temmuz 2013 sayısı için yazılmıştır.
Fotoğraflar: Getty Images

Rekor sahibi 'Lord' Bendtner...


En hızlı 'sonradan' oyuna girilip atılan gol rekoru, 1.8 saniye ile 'Lord' Bendtner'e aittir.

(v Tottenham, 2007) 

Terence and Philip duymasın Defoe!



"Amerika Birleşik Devletleri'ne geldiğim için çok mutluyum..." 

- Jermain Defoe, Kanada takımı Toronto FC'ye transferinden sonra...


19 Ocak 2014 Pazar

Balkan Futbolu #27 | Bulgaristan'ın Paris zaferi, Fransa'nın 'Kara' 1993 Kasım'ı ve Dünya Kupası'ndan kovuluşu...


Fransa için 1993 Kasım'ı, Fransa futbolu için en kara günlerden biri olarak adlandırılır. 17 Kasım 1993 tarihinde Fransa, Paris'te 1994 Dünya Kupası'ndan olmuş ve ülke, birkaç yıl daha sürecek olan futbol kavgasına tutulmuştu.

1993 yılının son günlerde Fransa futbolu ve milli takım, Cantona'nın, Ginola'nın ve Papin'in içinde bulunduğu kavgaya tutuşmuş, dışarıdan bakıldığında pek anlaşılmayan ancak herkesin bildiği bir 'PSG'liler, Marsilya'lılar' çekişmesi baş göstermişti. Efsane defans oyuncusu Desailly, Cantona ile anlaşamıyordu ve bu takım içinde yaşanan tek sıkıntı değildi.

ABD'de düzenlenecek olan 1994 Dünya Kupası'na geri sayım yapan Fransa, lider gittiği grubun son iki maçında İsrail ve Bulgaristan'ı beklemeye başlamıştı. Fransa'nın Dünya Kupası'na gidebilmek için 13 Ekim günü İsrail karşısında alacağı tek beraberlik yetecekti. Fransa'nın Paris'te kazanacağından kimsenin şüphesi yoktu. Fransa teknik direktörü Houllier, 'Dünya Kupası'na nasıl hazırlanacaklarına' dair demeçler verip kesin konuşuyordu. Medya hazırdı. Paris'in eğlence mekanlarında patlatılmayı bekleyen şampanyalar hazırdı. Ancak İsrail, Fransa'yı 3-2 yendi...

Fransa içindeki huzursuzluk, takımın galibiyeti alamayınca başlayan ıslıklar ile kendini göstermişti. Kulüpleşme o kadar yoğundu ki, Paris seyircisi top ne zaman Eric Cantona'ya gelse bu ismi ıslıklamıştı. Tek ıslıklanan Cantona değildi. Papin de nasibini almıştı. Fransa, o gün bir takım değil bireysel isimlerin ortaya çıktığı bir ulusal takım görüntüsü vermişti.

Fransa, Kasım ayında Bulgaristan karşısında alacağı bir beraberlikle yine Dünya Kupası'nı garantileyebilecekti. Tıpkı İsrail maçında olduğu gibi...


17 Kasım 1993 günü yine Paris'te, yine aynı futbolcularla, yine aynı senaryo yaşandı. Bu kez İsrail'in yerinde Bulgaristan vardı. Devre 1-1 sona erdiğinde Fransızlar korkmuştu. İkinci yarıda sahada yok gibiydiler. Gol yeme korkusu sebebiyle maçın son anlarında Ginola, kazanılan serbest vuruşta kısa oynayıp vakit geçirebileceği halde en uzak bölgeye topu şişirmeyi tercih etmiş, ve bu Fransa'nın sonunu hazırlamıştı. Bir anda hızlı atağa çıkan Bulgaristan, Emil Kostadinov ile ceza alanına girmiş, Laurent Blanc'ın saçını başını yırtmasına rağmen 2-1 öne geçmişlerdi. Bu gol, Fransa'yı Dünya Kupası'ndan etmiş ve İsveç ile beraber Bulgaristan ABD'nin yolunu tutmuştu.

Marcel Desailly, Bulgaristan maçından sonra yaşananları, "Tam anlamıyla yıkılmamıştım. Bu Bulgar yenilgisini açıklayabilecek cümleler bulamamıştım. Çok üzüldüm ama, yıkılmamıştım..." sözleri ile anlatmıştı.

Kaosta olan Fransa milli takımında o maçtan sonra sadece birkaç isim inançlarını kaybetmemişti. Aynı nesilden olan Lizarazu, Petit, Deschamps ve Desailly, Bulgaristan maçında öylesine yıkılmışlardı ki, 1998 Dünya Kupası'nın kazanılmasındaki baş aktörlerden bir tanesi olacaklardı. Karambeu, Barthez, Dugarry ve Djorkaeff gibi yeni isimler Fransa'nın çehresini değiştirmeye başlamış ve bu futbolcuların yanında Desailly, Deschamps, Zidane, Blanc gibi yıldızlar da takımın yeni iskeletini oluşturmuşlardı.


Fotoğraflar: Getty Images

16 Ocak 2014 Perşembe

Afrika’da Yüzyılın Futbolcusu, Politikacı, Hümanist, Devlet başkanı adayı...


Liberyalı… Avrupa’da yılın futbolcusu ödülünü alan ilk Avrupalı olmayan oyuncu… Afrika’da Yüzyılın Futbolcusu… Politikacı… Hümanist… Devlet başkanı adayı… Bunlar George Weah’ın isminin önüne koyabileceğiniz sıfatlardan sadece bazıları… Türkçede renk üzerinden aşağılama pek olmadığından (misal ‘Kızılderili’ lâfı ırkçı söylem içermez) Kara Tren veya Kara Boğa demeyi de tercih edebiliriz belki de, sebebini daha sonra açıklamak üzere…

1985 yılında amatör Liberya liginin iyi oyuncularından biri olan Weah, ülkesinin Invincible Eleven adlı takımda oynarken 23 maçta 24 gol atmıştı. Ama aynı zamanda operatör olarak bir telekomünikasyon şirketinde çalışıyordu. Ardından Fil Dişi Ligine, ardından da Kamerun’un Tonnerre Yaoundé takımına geçmişti. 18 maçta 14 gol de orada kaydetti. Dünyanın her yerine oyuncu gözlemcileri göndermesiyle ünlü Arsene Wenger o zaman Monaco’nun başındaydı. Her hafta George Weah hakkında dikkat çekici raporlar alıyordu. En sonunda bu genci izlemesi için bir meslektaşını Kamerun’a gönderdi. Meslektaşı telefonda şöyle diyordu: “Kötü haber: Herifin kolu kırıldı. İyi haber: Yine de oyuna devam etti.”

Wenger’in hoşuna gitti bu azim. 22 yaşındaki Weah’a bir uçak bileti alındı, Monaco’ya getirildi. Fransız teknik adam, zaten fakir bir ülke olan Liberya’nın en fakir bölgesinde doğan bu Afrikalının yakınmalarına öyle üzülmüştü ki cebinden 500 frank vererek aklını çeldi ve ekledi; “Sıkı çalışırsan, Avrupa’nın en iyisi olabilirsin.”

PREKAZİ, WEAH’A KARŞI

Weah o gün gerçekten de Avrupa’nın en iyisi olabileceğine inanmış mıdır, bilinmez ama Monaco’daki ilk sezonunun (1988-89) ardından ‘Afrika’da Yılın Futbolcusu’ seçildiği bir gerçek.

Weah’la bizim alıcı gözle ilk tanışmamızsa, 1989’daki Galatasaray maçı… Maç öncesinde Fofana ve Hateley haricinde bir de Weah’a dikkat çekiyor basınımız. İlk maçta 1-0 kazanan Galatasaray, 1-1 biten ikinci maçtaysa Orhan Ayhan’ın “Oha be Prekazi” şeklinde anlattığı Prekazi’nin füzesiyle geçiyor turu. Bir gol bulan, bir şutu da direkten dönen Weah’ın şanssızlığıysa, Galatasaray’a Şampiyon Kulüpler Kupası yarı finalini getiriyor belki de…

Dönemin büyük oyuncusu Hoddle o dönemde neredeyse hocalık yapmış ona: “Sürekli doğruları göstermeye çalışıyordu ve beni yola sokuyordu” diyor Weah. Wenger ise “Benim için büyük sürprizdi. Piyasaya bu kadar hızlı giren başka bir oyuncu görmedim” diyor.

Weah 92’ye kadar Monaco’da 103 maça çıktı, 47 gol kaydetti. Ardından dönemin transfer canavarı Paris St. Germain’in yolunu tuttu. 96 maçta 32 gole ulaştı. Fransa’daki ilk şampiyonluğunu elde etti. Takımın yarı final oynadığı 94-95 sezonunda Şampiyonlar Ligi’nin gol kralı da olunca, Fransa ona küçük gelmeye başladı ve Milan’ın yolunu tuttu Kara Boğa.

AFRİKA’YA İLKLERİ YAŞATTI

Artık ‘daha büyüklerin’ ligindeydi Kara Tren. Bir tren hızlandığında yenilmezdir, önüne gelen her şeyi yıkabilir, ancak yoluna taş koyup raydan çıkarırsanız, devrilir. Faulsüz durdurulamayan bir oyuncuydu Weah da aynı bir tren gibi… Daha geldiği ilk sezonda büyülemeye başladı İtalya’yı. Verona’ya karşı, tüm sahayı geçerek kendi kalesinden aldığı topla golü buldu. Gazetelerin uzlaştığı bir konu vardı; Weah ligin en iyisiydi. O sezon attığı 11 golle Milan’ın en golcüsü oldu, takım da Serie A’ya ulaştı. Robert Baggio ile, Marco Simone ile, Dejan Saviçeviç ile aynı takımdaydı…

1995-96 sezonu, kariyerinin zirvesiydi. O sezon Avrupa’da Yılın Futbolcusu ödülüne ulaşan ilk Afrikalı oldu. Dünya’da Yılın Futbolcusu ödülü için de aynı ilk geçerliydi. Hâlâ bu ödülleri kazanan tek Afrikalı… Ve aynı yıl içinde Afrika’da Yılın Futbolcusu ödülünü üçüncü kez aldı. Hem dünya, hem Avrupa, hem de Afrika’nın en iyi oyuncusu seçildi… Hepsi aynı sene içinde…

AYAĞINA VURAN PİŞMAN OLUYORDU

Weah’ın esas olayı golün ötesindeydi. Hiçbir zaman gol istatistiklerini alt üst etmedi. Özelliği “yıkılmaz” bir forvet olmasıydı. Müthiş bir atletti; peşine taktığı defans oyuncularını bir o yana bir yana sallıyordu. Öyle güçlüydü ki, adeta tekme atanın ayağı kırılıyordu! Bitiriciliği üst seviyedeydi, uzaktan füzeleri vardı. Orta sahaya tümleşik oynuyordu, çok çalışkandı. Muhammed Ali’nin lâfında olduğu gibi; “Kelebek gibi dans ediyor, arı gibi sokuyordu.”

Milan’da oynadığı beş sezonda 46 gole ulaşmış, iki de şampiyonluk görmüştü. 2000 yılında artık 34 yaşındaydı; altı aylığına Chelsea’ye kiralandı. Milan önce bonservisini vermedi, sonraysa Zaccheroni’nin isteği üzerine “İstemiyoruz artık seni” diyerek kulüp bulmasını önerdi. Weah da Manchester City’nin yolunu tuttu. City menajeri Joe Royle ile kavga etti ve küfürleştikten sonra Marsilya’ya uğradı yaşlı kurt. Son olarak da yeni bir heyecan aradı ve Al-Jazera’da 8 maçta 13 gol atarak tamamladı kariyerini…

BAŞKAN ADAYI OLDU

Futboldaki mücadelesi bitse de, hayat mücadelesi bitmemişti Weah’ın. 2003 yılında biten İkinci Liberya İç Savaşı’nın ardından devlet başkanlığa adaylığını koydu. Fransız vatandaşı olduğu için şüpheyle yaklaşanlar oldu, “Eğitimi yeterli değil!” diye karşı kampanyalar yürütüldü… Yine de ülkenin en sevilen figürüydü Weah, 90’lı yıllardan beri birçok yardım yapmıştı ülkesine, iç savaşın bitmesi için mücadele etmişti. Yüzde 40’ın üzerinde oy aldı ama başkan olamadı. Destekçileri hâlâ o seçimlerde hile olduğuna inanıyor. “Eğitimi yeterli değil!” iddiaları belki de en çok onu üzen şeydi ki; 2009’da İngiltere’deki Parkwood Üniversitesi’nin Spor Yönetimi bölümünü, 2011 yılında Miami’deki DeVry Üniversitesi’nin İş Yönetimi bölümünü bitirerek iki ayrı bölümden mezun oldu…

Bir Afrika’nın kazanabileceği her ödülü kazanmıştı. UNICEF’le uzun süre birlikte çalıştı, ülkesinin fakir mahallelerine yardımlar dağıttı. Hem saha içinde, hem de saha dışında başarıları bitmedi. “Afrika’da Yüzyılın Futbolcusu” seçilmesi bu yüzden tesadüf değildi belki de…

Bu yazı, Kaan Kavuşan tarafından Four Four Two için Ocak 2013 sayısına yazılmıştır. 

Fotoğraf: Milan's Liberian player George Weah holds up the Golden Ball award he recently received after the Italian league match between Milan and Sampdoria 07 January. Milan won 3-0. AFP PHOTO (Photo credit should read CARLO FERRARO/AFP/Getty Images)

14 Ocak 2014 Salı

Clarence...

 "Bu zor bir karar ama 22 yıllık futbolculuk kariyerimi sonlandırıyorum. Botafogo'da çok fazla şey öğrendim ve tecrübe kazandım. Edindiğim bu tecrübe Milan'daki yeni görevimde işime oldukça yarayacak..."

12 Ocak 2014 Pazar

1998...


11 Ocak 2014 Cumartesi

1 Mart 2009 | Yakın tarihteki en iyi Atletico Madrid - Barcelona maçı...

2008-2009 sezonu Barcelona'nın Pep Guardiola ile başlayacak olan rüya sezonların ilkiydi. Barça, bu sezonu zirvede tamamlayıp şampiyon oldu.

Aynı sezonda 1 Mart 2009 tarihinde Vicente Calderon'da oynanan maç ise zihinlerde büyük bir yer edindi. 4-3 Atletico'nun zaferi ile sonuçlanan bu maç, yakın tarihte iki takım arasında oynanan en iyi maç olma özelliğini taşıyor.

ATLETICO MADRID: Franco, Heitinga, Pablo, Ujfalusi, Lopez, Assunçao, Garcia, Maxi, Simao, Agüero, Forlan

BARCELONA: Valdes, Alves, Marquez, Puyol, Sylvinho, Xavi, Toure, Gudjohnsen, Messi, Eto'o, Henry





Karşılaşmayı hatırlatan Emre Çelik'e (_@ecelik) teşekkürler.

2013 yılında futbola veda edenlerin takımı! Devlere karşı başarılı olabilirler mi?



Rame

Ujfalusi - Nesta - Carragher

Beckham - Scholes - Gattuso - Stankovic

Deco

Owen - Kanoute

10 Ocak 2014 Cuma

Alex, Ronaldinho, Bilica...

Fotoğraf: Getty Images

Zıpla, zıpla, zıpla...






7 Ocak 2014 Salı

Balkan Futbolu #26 | Savaşın çocukları Mavi Ejderhalar! Umut tünelinin yerini bu topraklarda futbol aldı...

Bosna' adı, eski dilde 'iyi insanların yaşadığı' ülke anlamına gelir. 90'larda savaşın acıları ile beslenen bu topraklar, futbolu hep ön planda tuttu ve bu 'iyi insanlar' günün birinde yeşerttikleri umutların bir gün gerçekleşeceğine inanıyordu. 2014 Dünya Kupası'na doğrudan katılma hakkı kazanan Bosna Hersek Milli Takımı, FIFA'ya kabul edildiği 1996 yılından bugüne adeta küllerinden doğdu ve şimdi ülkede adeta bayram yaşanıyor.

ÖNCE İKİ PORTEKİZ KABUSU... 
2010 Dünya Kupası ve 2012 Avrupa Şampiyonası'nda play off turunda Portekiz'e boyun eğen Bosna, şeytanın bacağını da 2014 Dünya Kupası için kırmayı başardı. Portekiz, yine baraj maçlarına takıldı ancak bu kez Bosna işi garantiledi. Takımın efsane hocası Susiç, "Portekiz'e kaybedilen iki baraj maçı sonrasında oyuncularım daha çok çalışmak için kenetlendi." sözleriyle 2014'e gitmenin anahtarından bahsediyordu. Euro 2012 yolunda Portekiz ile oynanacak olan baraj maçı öncesind Susiç, "Güçlü bir takım olduğumuzu gösterdik ama bu yeterli değil." diyerek bir kaza olabileceğinin sinyallerini de vermişti. Takımın yıldızlarından Misimovic ise Euro 2012 baraj maçında Portekiz'den 2010'un intikamını alma gibi bir düşünceleri olmadığını söylemiş, "O dönem Portekiz 2010 Dünya Kupası'na gitmeyi hak etmişti. Şimdi ise biz hak etmek istiyoruz." demişti.

FUTBOL İYİ, YAŞAM KÖTÜ... 
Bosna Hersek, futbolda mutlu sona ulaştı ancak ülkenin durumu halen çok iyi değil. Yolsuzluk, rüşvet, adam kayırma ve gençlerin umutsuzluğu dahil birçok mesele çözüme kavuşmadı. Halen Saraybosna'da mermi izlerinin bulunduğu binalar görmek mümkün. Hal böyle olunca Bosna Hersek halkı için futbol takımı bambaşka bir boyuta ulaşıyor. Adeta umudun resmi olan ve gelecekte görmek istedikleri güzel ülkeye ayna tutan futbolcularına tapıyorlar.

'ÜÇLÜ' YÖNETİM FIFA İÇİN SORUN OLDU ANCAK YEŞİL SAHADA DOSTLUK VARDI! 
Eski Yugoslavya'da ayrıldıktan sonra UEFA ve FIFA'ya 1992'de üyelik başvurusu yapan Bosna, ülkede devam eden savaş nedeniyle uzun süre beklemek zorunda kalmıştı. FIFA'ya 1996, UEFA'ya ise 1998 yılında kabul edilen Bosna Hersek Futbol Federasyonu, tıpkı devlet yönetimi gibi üç başlı bir yapıdan oluşuyordu ve bu durum, FIFA için sorun yaratmıştı. Bosna, FIFA'nın uyarılarından sonra 1 Nisan 2011 tarihinde uluslararası müsabakalardan men edildi ve aradan geçen zaman zarfındaki çalışmalarıyla bu günleri gördü. Bu karar alındığında Bosna Hersek Milli Takımı, 2012 Avrupa Futbol Şampiyonası Elemeleri D Grubu'nda 4 maçta topladığı 7 puanla, 4. sırada yer alıyordu. Normalleşme sürecinden geçen Bosna'da Elvedin Begiç, Bosna Hersek Futbol Federasyonu'nun ilk tek başkanı seçilmiş ve ülkenin önündeki en büyük engel de bu sayede kalkmıştı. 'Üç başlı yönetim' belli FIFA için sorun olmuştu ancak işler yeşil sahada böyle yürümüyordu. Takımın yıldızlarından Misimovic Sırp kökenli. Edin Dzeko Boşnak ve Boris Pandza'nın ataları Hırvat. Top yeşil sahaya indiğinde 'üç baş' yoktu. Sadece Bosna Hersek vardı. FIFA başkanı Sepp Blatter ise, "Bosna Hersek milli takımı uzlaşma ve dostluğun ön planda olduğu, herkes için örnek bir takım. Bosna halkı, savaştan sonra bu takımın dostluk adına yol göstericiliği sayesinde mutluluğu buldu ve bu örnek alınmalı." diyerek 2008'den sonra milli takımın içinde bulunduğu gelişimi övmüştü. 
Ülke futbolunun efsanelerinden ve takımı hocası olan Safet Susiç, "Bosna Hersek Dünya Kupası'na gidemeseydi, büyük bir haksızlık olurdu. Bu ekip 4 yıldan bu yana beraber çalışıyor. Bu zaman içerisinde hiçbir problem yaşamadık. Dolayısıyla takım içindeki bu atmsoferden dolayı ödüllendirildiğimizi düşünüyorum." demişti. Susiç haklıydı. Acılarla beslenen ve bu günlere kolay gelmeyen Bosna Hersek'in artık ödüllendirilmesi gerekiyordu.

Takımın neredeyse tamamı, Bosna savaşı sırasında yaşanan soykırım ve katliamlardan sağ kalabilmek için evlerini terk etmek zorunda kalan ailelerin çocuklarından meydana geliyor. Vedad İbişeviç, Bosna savaşının başladığı yıllarda ailesiyle birlikte büyük katliamların yaşandığı Vlasenitsa şehrinden kaçarak hayatta kalmayı başardı. Bu katliamlardan kurtulan İbiseviç, takımın elemelerdeki son maçı olan Litvanya karşılaşmasında tek golü attı ve ülkesini Brezilya'ya uçurdu. "Futbolda ne zaman işler ters gitse savaş günlerini düşünüyorum. O zaman anlıyorum ki hayatta gol atamamaktan çok daha kötü şeyler var. Bosna’da olanları kalbimde taşıyorum. 2014 bileti aldığımız Litvanya maçını ise bu günler için, ülkem için oynadım." diyen İbiseviç, yaşanan savaşın ülke üzerindeki izlerini adeta bir kez daha gözler önüne seriyor. Pjanic Tuzla'dan, kaleci Asmir Begoviç Trebinye'den, Salihoviç Zvornik'ten, Medunyanin ise Saraybosna'dan kaçıp mülteci olan ve gençliklerinde futbolu bir kurtuluş olarak gören diğer isimler. Büyük zorluklarla hayatta kalan, futbola tutunan bu isimlerin hepsi, Avrupa'nın büyük liglerinde ve takımlarında forma giymeye devam ediyor.

"BOSNA KÜÇÜK AMA FUTBOLU BÜYÜK..." 
Aslında Bosna, bağımsız olmadığı dönemlerde de çıkardığı futbolcuları ile meşhur bir ülkeydi. Susiç, Halilhodzic, Katalinski, Hadzibegic, Ivica Osim ve Bajevic gibi isimler ülke futbolu denince geçmişte akıllara geliyordu. Ancak tüm bu isimler, Yugoslavya çatısı altındaydı ve tıpkı Hırvatlar ile Sırplar gibi bu ismin altında toplanmış, bu ismin 'Avrupa'nın Brezilyası' olmasını sağlamışlardı. Susiç'in "Bosna küçük bir ülke ancak futbol yeteneği olarak çok büyük" sözleri, adeta yetişen futbolcular ve teknik adamlarla kanıtlanmış durumda. Susiç aynı zamanda, Yugoslavya Milli Takımı'nın en çok gol atan Boşnak kökenli futbolcusu durumunda.


Ülkede 'efsane' dendiğinde akla gelen ilk isim ise tabii ki Safet Susiç. Futbolculuk dönemine PSG'de efsaneleşen 58 yaşındaki hoca, Türkiye'de de İstanbulspor, Konyaspor, Ankaragücü, Çaykur Rizespor ve Ankaraspor gibi takımlarda çalıştı. 2009 yılında ise kurduğu rüyaları gerçekleştirmek adına milli takımın başına geçti. Yanına da yine tanıdık bir isim olan Elvir Baliç'i aldı. Bosna savaşı sırasında amcasını ve eniştesini kaybeden, ablasının ve dayısının ağır yaralanmalarına tanıklık eden Baliç, antrenörü olduğu futbolcuların örnek aldığı bir isim olmayı da başardı. 
2014 elemelerinde Yunanistan karşısında Mart ayında alınan zaferin ardından Susiç, "Bu galibiyet, belki de ülke tarihinin en büyük galibiyetlerinden bir tanesi oldu. Brezilya'ya giden yol açık ve geniş. İnanıyoruz." demiş ve takımdaki hava hakkında ip uçları vermişti. Manchester City forması giyen Edin Dzeko ise o maçta attığı iki golün ardından, "Ben atmasaydım emin olun arkadaşlarımdan atan olurdu." dediğinde ise takımdaki dostluk bir kez daha su yüzüne çıkmıştı. Aynı karşılaşmada ağır bir sakatlık yaşan Emir Spahiç ise, "Galibiyet acıyı unutturdu. Emin olun benim için en iyi ilaç galibiyet ve taraftarlarımızın mutlu olması..." diyerek gösterdikleri fedakarlıkları da kanıtlıyordu. 

Henüz çok genç olan bu ülke, 2014 Dünya Kupası yolunda 10 maçta 8 galibiyet 1 beraberlik ve bir 1 mağlubiyetle 25 puan topladı. 30 gol atıp sadece 6 gol yedi ve +24 averajlık bir performans sergilemeyi başardı. Ancak yine de ülkenin öne gelen futbol adamlarından Faruk Hadzibegiç, "Bosna Hersek büyük bir başarı elde etti ancak esas amaç eski Yugoslavya'nın seviyesine çıkmak olacak. Daha yapılacak çok işler var." diyerek hikayenin daha başlarında olduğunu gösteriyor.

GEL 2014 GEL! 
Bosna'da yaşanan savaş sırasında Sırpların kuşatması altındaki Saraybosna'yı dünyaya bağlayan tünelin yerini şimdilerde milli takım almış durumda. Sırp mevzileri arasında, uluslararası havaalanının altından özgür dünyaya açılan, 800 metre uzunluğunda, 1 metre genişliğinde ve 160 cm yüksekliğindeki tünel, 4 ay 4 gün süren yoğun çalışmalar sonucu açılmıştı. Bosna Hersek milli takımı da tıpkı 'Umut Tüneli' gibi 4 yıl süren çalışmaların ve emeğin ardından ülkenin kapılarının dünyaya açık kalmasını sağlayan tek unsur konumunda. Şimdilerde tüm ülke, sabırsız bir şekilde 2014 Dünya Kupası'nı beklemeye koyulmuş durumda.

Bu yazı, aynı zamanda Goal Türkiye için yayınlanmıştır. 
Fotoğraflar: Getty Images (Son fotoğraf bana aittir.)

6 Ocak 2014 Pazartesi

400!


Blog Widget by LinkWithin
 
Copyright 2009 Barbarossa. Powered by Blogger Blogger Templates create by Deluxe Templates. WP by Masterplan