31 Ocak 2011 Pazartesi

İnanmak ne kadar önemli ise, bunu sahaya yansıtmakta bir o kadar mühim. Fenerbahçe bunu başardı.

Fenerbahçe ile Trabzonspor arasındaki tüm maçlar her daim stresi yüksek ve tempolu geçmiştir. Bu Trabzonspor'un şampiyonluk yarışı içinde olmadığı sezonlarda da aynı ve değişmez bir durumdu. Dün oynanan karşılaşmada her daim olan stresli havanın üstüne eklenen şampiyonluk mücadelesi bu karşılaşmayı daha da önemli bir hale getirmişti.

Ekstra motivasyon

Fenerbahçe'nin Aykut Kocaman'ın her daim üzerinde durduğu 'hızlı' ve 'hırslı' oyununu ikinci yarının son bölümleri hariç sahaya yansıtabilmesi, dünkü Fenerbahçe'nin gerçekten nasıl oynaması ve oynayabileceğinin ortaya çıktığı ender maçlardan bir tanesi oldu. Arzu, istek, mücadele ve hırs, Fenerbahçe taraftarının beklentilerini karşılayacak kadar iyiydi. Bunun üzerine geçen yıl son anda kaçan şampiyonluk maçının akıllara gelmesi eklendiğinde Fenerbahçeli futbolcular için ektra bir motivasyon kaynağı oluşmuştu bile!

Kaybetmesi halinde şampiyonluk yarışının dışında kalacak olan Fenerbahçe, beraberlik halinde de zirve ile arasındaki uzaklığı daha da açmış olacaktı. Bunun bilincinde olan sahadaki 11, 25 dakikalık süre içerisinde zaman zaman Trabzonspor'un da motivasyon kaybından faydalanarak (Egemen'in sakatlanıp oyundan çıkması Trabzonspor savunmasını oldukça kötü etkiledi) bordo mavili takımın mağlubiyetini hazırladı.

Büyük maçlardan önce inanmak ne kadar önemki bir unsur ise, inandıktan sonra bu isteğini sahaya dökmekte bir o kadar önemli. Trabzonspor'da elbette ki inandı ancak Fenerbahçe bunu sahaya yansıtabilen taraf oldunca galibiyette kaçınılmaz oldu. 7 puanlık farkın getirdiği rahatlık, Trabzonspor'da ürkek futbol ile birleşince maçın skorunun Fenerbahçe lehine olmasının bir başka nedeniydi. Mehmet Topuz'un sezonun en iyi performansını göstermesi, Dia ve Niang'ın (Senegallinin attığı gol, 2002'de İlhan Mansız'ın Senegal ağlarına bıraktığı gole çok benziyordu) kişisel becerileri, Volkan'ın hatasız oyunu, Lugano'nun beklenmeyen golü ve Trabzonspor savunmasının yetersiz kalması (Ankaragücü ve Beşiktaş maçlarında kırmızı alarmı vermişti) aynı zamanda isim isim bakıldığında galibiyetin mimarlarını da ortaya çıkartmış oluyor.

İlk yarıdaki oyun, sezonun en iyi Fenerbahçe'si olabilir

İki kanat bekinin, yani Andre Santos (Neden Brezilya Milli Takımı'na seçiliyor sorusu bu maçta saklı) ve Gökhan Gönül'ün sürekli atakların içinde olduğu, bununla beraber beklerin önünde oynayan Mehmet Topuz ve Issiar Dia'nın da sürekli defansa yardım etme çabaları ve kanat arkadaşları ile iyi anlaşmaları, Aykut Kocaman'ın sürekli üzerinde durduğu ve beklediği bir performanstı. Kaptan Alex'in dahi topsuz oyun içinde var olması ve preslere katılıp arkadaşlarına yardımcı olması, bunun yanında Selçuk'un (atılana kadar) ve Emre'nin ikili oyunda, yani hem hücum da hem de defansif katkı anlamında iyi olmaları durumun başka bir açıdan da özeti gibi adeta. Fenerbahçe'nin sezon boyunca Trabzonspor karşısında sergilediği oyun, top Trabzonspor'da iken yaptığı pres ve baskı 2010-2011 sezonu içinde Fenerbahçe adına bu bağlamda aynı zamanda bir ilkti. Daha önce söylenildiği gibi UEFA Avrupa Ligi'ne veda eden Fenerbahçe'nin bu maçlardaki oyunu sezonun en kötüsü olmaya adaysa, Trabzonspor maçındaki oyunda en iyi olmaya aday.

Lugano'nun kafa vuruşu Giray Kaçar'a 'rağmen' engellenemedi...


Şampiyonluk yarışı açısından elbette ki konuşmak çok erken. Ancak şunu da söylemek gerekir, Antalya'daki devre arası kampını çok iyi değerlendirdiği gözlerden kaçmayan Fenerbahçe, elinde kalan son koz olan şampiyonluk kupasının bir kenarından tutmaya başladı dün akşamki performansı ile. İkinci yarının ilk 6-7 haftası geçmeden bu yarış için sağlıklı yorumlar yapmak mümkün olmasa da Fenerbahçe açısından Trabzonspor maçından sonra bu yolda bir ışık gözüyle bakmamak için hiçbir neden yok.

30.1.2011, STSL - FENERBAHÇE 2-0 TRABZONSPOR


(Bu yazı aynı zamanda Goal.com Türkiye adına yazılmıştır)

Fotoğraflar @ Haber Türk

29 Ocak 2011 Cumartesi

Peki ya Karim Benzema?

Bir Alltaki yazıda Emmanuel Adebayor'un Real Madrid'e gelişini değerlendirmiştim. Goal.com yazarlarından Subhankar Mondal da, Real Madrid'in Adebayor transferini Karim Benzema ekseninde değerlendirdi.

İki haftadır 1-0'lık galibiyetlerle zirve takibini sürdüren Real Madrid'e altın değerindeki bu üç puanları kimin getirdiğini biliyor musunuz? Elbette genç Fransız santrfor Karim Benzema!

Üstelik bu olay bu sezon ilk defa yaşanmıyor. Jose Mourinho'nun zorunluluktan kadroya aldığı ilk maçlarda Şampiyonlar Ligi'nde Auxerre'e ve Kral Kupası'nda Levante'ye karşı hat-trick yapan Benzema'dan başkası değildi. Aralık ayında performansı zirveye vuran Benzema'nın kısa bir süre sonra depresyona sürükleneceğini kim tahmin edebilirdi ki?

Ara transfer döneminde Benzema için tehdit unsuru olabilecek Emmanuel Adebayor transferi gerçekleşti. O sıralarda Benzema, Kral Kupası'nda Sevilla ile oynadıkları ilk maçta takımına galibiyeti getiren golü atmakla meşguldü. Adebayor'un sağlık kontrolünden geçmesinin üzerine Portekizli teknik adam Mourinho'nun onu "fiziksel harika" olarak tanımlaması Benzema'nın dünyasını yıkmaya yetecek açıkmalardı.

Ancak bu transferin Jose Mourinho'nun geldiği günden bu yana oturtmaya çalıştığı sisteme uygun bir biçimde yapıldığı ortada. Adebayor fiziği ve bitiriciliğiyle rakiplerin ceza sahasında tehlike yaratabilecek bir santrfor. Üstelik Togolu oyuncunun kiralama sözleşmesinde satın alma opsiyonu da bulunuyor!

Bu şartlar altında Benzema'nın nasıl bir role bürüneceği büyük merak konusu. Öyle ki takımdaki tek forvet oyuncusu olduğu dönemde bile Mourinho, Almeria karşısına Cristiano Ronaldo'nun forvette oynadığı bir kadroyu saha sürmüştü! Adebayor'un gelişiyle kulübeye mahkum olacağına kimsenin şüphesi yok. Hele bir de Adebayor form tutarsa Benzema'nın kariyeri dibe vurmaya yeni bir boyut getirecektir.

Genç santrforun yeteneklerini ve formunun zirvesine çıktığında neler yapabileceklerini herkes biliyor. Ancak Benzema'nın duygusal bir oyuncu olması bu süreci kolay atlatamayacağının bir göstergesi. Kendine güveni çok az ve sahada olduğu zaman hareketsiz bir görüntü çiziyor. Taktiksel açıdan da kullanışlı bir oyuncu olduğu söylenemez.

Ortada Adebayor'un Mourinho'nun daha uygun bir isim olduğu gerçeği var. Ancak Benzema'nın yetenekleri de yabana atılır türden değil. Bakalım ligin ikinci yarısında Real Madrid cephesinde neler olacak? Adebayor derde derman olabilecek mi? Benzema'nın İspanya macerası sona mı erecek? Hepsini ilerleyen haftalarda göreceğiz.

28 Ocak 2011 Cuma

Adebayor doğru yerde mi?

Real Madrid haftalardır Gonzalo Higuain'in sakatlığından sonra doğan boşluğu doldurmak adına çalışıyordu. Birçok ismin adı geçti. En ilginçleri ise Beşiktaş'a gelen Hugo Almeida, Herculesli Nelson Valdez ve hatta Juventus taraftarının istenmeyen adam ilan ettiği Amauri'ydi. Nihayet Jorge Valdano ve Jose Mourinho bir konuda anlaşmaya vardılar. Mou, Ronaldo'yu tek forvet oynatınca Benzema'ya güven probleminin olduğunu yönetime sinaylledi. Bunun üzerine Real Madrid sezon sonunda istediğinde satın alabileceği Emmanuel Adebayor'u 6 aylığına renklerine bağladı. Bu bir devrim sayılabilir. Real Madrid oyuncu almıyor ve kiralıyorsa Jose Mourinho'nun çizgileri belli olan Florentino Perez'i dahi değiştirdiği apaçık ortaya çıkıyor.

Transfer çabuk bitti. İspanyol basınında kafaları kurcalayan bir iki şey daha var. Başkentin ilk Togolusu Adebayor Jose Mourinho'nun düşündüğü gibi takıma faydalı olacak mı, yoksa 6 ay sonra hiçbirşeye katkı sağlamadan yeniden Manchester'ın yolunu mu tutacak?

Adebayor sürekli Roberto Mancini ile tartışmalarının ardından ona olan inancını kaybettiğini vurguladı. Edin Dzeko'nun da Macnhester City'ye transferinden sonra onun düşünülmediği apaçık ortadaydı. 26 yaşındaki oyuncu Real Madrid'de Jose Mourinho ile beraber gerçek kimliğini bulmak adına somut adımlar atabilir. Rüyasının gerçekleştiğini de sözlerine eklemesi aslında ekstra bir motive kaynağı olarak yorumlanabilir. Afrika Uluslar Kupası'nda yaşadıklarından ve sorunlardan sonra Real Madrid'e transferi ile 2011'e iyi bir başlangıç yapan Adebayor Gonzalo Higuain'in yokluğunu doldurmak adına alındı. Bu bir gerçek. Aslında esas problem burada ortaya çıkıyor. Adebayor için üç seçenek var. Karim Benzema ile yanyana oynayıp iyi bir uyum yakalaması, tek başına oynayıp Benzema'yı kesmesi ve eğer tutturamazsa Higuain'in dönüşü ile beraber İngiltere'nin yolunu tutması. Tabi kadroda Adebayor'un tek başına oynaması Benzema için motivasyon kaybına neden olacak. Oyuncunun açıklamalarına bakıldığında Benzema ile yan yana oynamaktan dolayı mutlu olacağını görüyoruz. Yani yanında bir partnerin olmasını istiyor. Burada sorulması gereken Higuain döndüğünde ne olacağı?

Real Madrid'in problemlerinden biri ideal onbirin dışınde kenardan gelen oyuncuların aynı etkiyi gösterememesi. Sistem aynı olsa da sonuca gitmek zorlaşıyor. Bu durum Barcelona'da böyle değil. Benzema ise aslında çok eleştirilen bir isimdi ki bunu anlamamak zor değil. Birçok maçta hattrick yapma şansını dahi eline geçiren forvet, takımın asıl forveti olabileceğini hâlâ ispatlayabilmiş değil. Bu bağlamda Adebayor zaten devre arası transferi olduğundan çabuk uyum sağlayıp gol yollarındaki eksiyi silebilir. Real Madrid bu sezon Santiago Bernabeu'da Barcelona'yı yenmeyi başaramazsa hiçbir şey başaramaz. Bu bağlamda Adebayor'un Mourinho'nun gol yollarındaki aradığı can simidi olup olmadığını aslında bu maçta göreceğiz. Togolunun bitirici özelliklerinin aslında Benzema'dan daha iyi olduğu düşünülürse Cristiano Ronaldo, Di Maria ve Mesut'un besleyeceği bir Adebayor çok gol atabilir.

Adebayor Arsenal günlerinden sonra tekrar şahlanmak için doğru yerde olabilir. Onun için eğer oynarsa Barcelona maçı kariyerinin en önemli karşılaşması olacak. Bekleyip göreceğiz...

Arşiv

Blogda yardım amaçlı attığım nadir postlardan biri ancak bu kez gerçekten yardıma ihtiyacım var. Bazı problemler sebebi ile futbol video arşivimi maalesef kaybettim. Sizlerden ricam, varsa tekrar download yapabileceğim bir forum ya da site önermeniz. (Soccerpulse dışında ben bilmiyorum). Dünya Kupası, Şampiyonlar Ligi ve Avrupa Şampiyonası Finallerinden bulabildiklerimiz, ayrıca Fenerbahçe'nin 2007-2008 sezonuna ait Şampiyonlar Ligi günlerinden ne bulabilirsek kabuldur. Ayrıca kendi arşivini paylaşabilecek olan varsa da minnettar oluruz. Tüm emeklerin boşa gitmesi can sıkıcı gerçekten. Şimdiden Teşekkürler.

27 Ocak 2011 Perşembe

Yedi yıl önce bugün Cennetin takımına transfer olmuştu....


Gencecik insanların ölümünden prim yapmak değil niyetimiz. Tek isteğimiz 'tribute' tadı yakalayarak, hiç tanımadığımız bu insanların hikayelerini yazarak onları anmak

1979'da dağların arasındaki Tatabanya'da dünyaya geldi Feher. Memleketinin temiz havasını içine çeke çeke büyüdü. Futbol oynamaktan başka derdi yoktu. Okulda başarılıydı fakat savruk ve ilgisizdi. Sakindi ve kavgacı değildi. Bu içine kapanık çocuk, futbol sahasına çıktığında kendisini ifade etmeyi başarıyor, kendisini herkese alkışlatıyordu. Miki'nin yeteneğini ve hırsını gören Györi ETO antrenörleri onu seçmelere davet ettiler. Böyle bir fırsatı doğduğu günden beri bekleyen Miklos, apar topar hazırlanarak Györ kentine doğru yola çıktı. Bu genç adamın ustaca yaptığı öldürücü vuruşlar, bir anda antrenörlerin ilgisini çekti. Önerilen kontratı önce kabul etmedi fakat ailesiyle yaptığı uzun telefon görüşmeleri sonunda izin alarak imza atmaya karar verdi. 13 yaşında evinden uzak kalması psikolojisini bozdu. Ancak Györi ETO'daki antrenörleri ona aile ortamını sağladılar. İlk geldiğinde kaçmayı düşünen Feher, kulübe alıştıktan sonra herkesten daha fazla çalışmaya başladı. 95-96 sezonunda ilk kez Macar Ligi'nde forma giydiğinde dizleri titriyordu. Zira 16 yaşındaki genç Miki, bunları hayal bile edemezken bir anda sahada bulmuştu kendisini. İlk sezonunda genelde sonradan oyuna girdi ve sahada olup bitene alışmaya çalıştı. 8 maçta 2 gol atarak kötü sayılmayan bir performans gösterdi. Macaristan U-18 Milli Takımı kadrosuna çağrıldı. İkinci sezonunda takımın içindeki rolünü daha da belirginleştirdi. Györi ETO'nun gençlere dönük yapılanması forma şansı bulmasını kolaylaştırdı. Takım orta sıralarda mücadele etmeye alışkındı. 96-97 sezonunda 29 maçta forma giyen Miki, 8 gole imzasını koydu. Bu arada U-18'den U-21 milli takımına terfi etmiş ancak gol atmayı başaramamıştı. 97-98 sezonu başlarken takım bir anda onun etrafında şekillenmeye başladı. Attığı gollerle takım arkadaşlarına güven veriyor, taraflı tarafsız herkesin takdirini topluyordu. Gyori ETO, bu sezonu dördüncü sırada bitirerek 1985'ten bu yana en büyük başarısını yakalıyordu. Bu sezonda takımın 'vital' bir parçası olan ve 13 golle takımına katkı yapan Miki, milli takıma da seçilmeyi başardı. MTK Budapeşte ve Ferençvaroş, Feher'i transfer etmek istediler ancak onun rüyaları bambaşkaydı. 10 Ekim 1998'de Bakü'de oynanan maçta Azerbaycan'a karşı attığı golden sonra rüyalarına biraz daha yaklaştı. Ondaki bu gelişmeyi gören Porto'nun 'scouting' ekibi, Feher'i kadrolarına katmak istediklerini kulübüne bildirdi. Bu, onun için bulunmaz bir fırsattı. Portekiz Ligi'nde kendisini gösterebilirse, Puşkaş gibi İspanya'ya da gidebilirdi.

Ancak işler Portekiz'e gitmesinden sonra değişti. Yeni bir yaşam tarzına alışmakta zorlandı, yeteri kadar forma şansı bulamadı. 1.5 sezonda 10 maça çıktı ve yalnızca 1 gol atabildi. Bu performans, hayallerinin yıkılması anlamına geliyordu. Kendisini bir kez daha yalnız kalmış hissediyordu. Macaristan Ligi'ne dönmesi için pek çok teklif aldı. Ancak bunların hepsini reddederek, Portekiz Üçüncü Ligi'nde oynamayı seçti 1999-2000 sezonunun ikinci yarısında Salgueiros'a kiralandı ve 14 maçta 5 gollük bir performans gösterdi. Ancak Porto yönetimi yeteri kadar etkilenmemiş olacak ki, onu bu seferde Braga'ya kiraladı. Kendini kanıtlamak için daha sıkı çalışan ve bunun karşılığını alan Miklos, 26 maçta 14 gol atmıştı. Ayrıca 11 Ekim'de oynanan Litvanya maçında milli formayla hat-trick yapmayı başarmıştı. Artık yeteneklerinin bilincindeydi ve neler yapabileceğini biliyordu. 2000 yılı yazında Porto onu geri çağırdı. Bu sefer beklediği forma şansını bulacağına emindi. Ancak teknik direktör Fernando Santos tarafından B takıma gönderildi. Üstüne üstlük B takımda yalnızca 3 maçta oynama şansı buldu. Bu durumdan sıkılan ve Portekiz'de belli bir kalitesi olduğunun bilincinde olan Miklos 'Miki' Fehér, Porto ile olan kontratını uzatmadı. 2002 Temmuz ayında Lizbon ekibi Benfica ile anlaşma imzaladı. Macaristan basını Feher'in sezon sonunda geri döneceğinden emindi. Ama o yılmadan çalışmaya devam etti. İlk sezonunda önündeki forvetleri geçmeye çalıştı ve genelde sonradan oyuna girdi. 16 maçta attığı 4 gol takımın şampiyonluğu kazanmasına yetmedi. 2003-2004 sezonu başlarken takımda önemli bir role bürünmüş ve daha sık forma giymeye başlamıştı. Her şey muazzamdı ve Miki kariyerinin en güzel günlerini yaşadığını düşünüyordu.

Ocak ayının 25'inde Vitoria de Guimaraes deplasmanına gittiler. Her şey güzel gidiyordu, Benfica 1-0 öndeydi. Feher, 59. dakikada golü atan Fernando Aguiar'ın yerine oyuna girdi ve her şey ondan sonra başladı. Yarım saat sonra bu genç adam kalbine yenik düşmüş yerde yatar bir haldeydi. Gördüğü sarı kartın ardından bir anda yere yığılmıştı. Sahadaki herkes şaşkındı. Tribünlerdeki seyirciler sahada neler olduğunu anlayamamış, şaşkınlıkla olan biteni izliyordu. Yerine oyuna girdiği Fernando Aguiar ise herkesten çok endişeleniyordu. Sağlık ekibi olaya hemen müdahele etti ve Feher bir ambulans ile hastaneye kaldırıldı. Gece yarısında ise ölüm haberi geldi. Sahada olanları televizyon başında takip eden Porto teknik direktörü Jose Mourinho ''Evde maçı izliyordum. Ciddi bir sorun olduğunu hemen anladım. Dr. Puga'yı arayarak Feher'e neler olduğunu sordum. O da ne olduğunu bilmediğini fakat durumun ciddi olabileceğini söyledi. Ağlamaya başladım. O anda Benfica, Sporting ya da Porto'nun hiç bir anlamı kalmadı'' diyerek genç bir adamın ölümünün yarattığı ızdıraba boğuldu. Cenazesinde tüm Portekiz futbol kamuoyu yer aldı. Mourinho'nun da dediği gibi, o anda Benfica, Sporting ya da Porto'nun bir anlamı yoktu. Tüm kulüp başkanları, teknik adamlar, futbolcular ve daha binlerce insan... Miklos Fehér, 24 yıl 7 ay 5 günlük ömrünün sonuna gelmişti. Kısa ömründe ülkesi için yalnızca 25 kez oynama şansı bulmuş, Macar futbolu yükselen yeni neslin kıymetli bir evladını kaybetmişti. Herkes bu zamansız ölümün etkisi altındaydı. Benfica başkanı Luis Felipe Vieria, 2004-2005 sezonunda Fehér adına oynayacaklarını ve kazanılan şampiyonluğu ona ithaf edeceklerini açıkladı. Zavallı Fehér, kariyeri boyunca hiç şampiyonluk yaşayamamıştı. 2004-2005 sezonunda ona verdikleri sözü tutan Benficalı oyuncular şampiyonluğu kazanmışlardı. Şampiyonluk kutlamaları asla yapılmadı. Benfica'da giydiği 29 numaralı forma ise bir daha kimseye verilmemek üzere ayrıldı. Şampiyonluğun kazanıldığı maçtan sonra tüm Benfica ekibi, Macaristan'a gitti. Bir törenle kazanılan madalyalardan biri Feher adına ailesine verildi. Artık yalnızca güzel hatıralarda dolaşan Miki, Györ kentinde adına düzenlenen müzede yaşatılıyor.

Rafet Baran Eryılmaz, Goal.com (Feher ile ilgili bir şeyler karalamak isterken bloga koymayı istediğim, sevgili dostum Rafet'in geçen yıl yine bu vakitler yazdığı yazıdır. )

24 Ocak 2011 Pazartesi

Her Trabzonsporlu senin gibi olsun...


Hemen söze girelim; Trabzon basını Ankaragücü maçında alınan 1-1'lik beraberliği ve puan kaybını Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım'ın 'lobi' çalışmalarına bağlamış. Şimdi burada Aziz Yıldırım'ı olayın dışında tutarak kısa bir değerlendirme yapalım.

Çok ilginçtir ki, bu bahsedilen lobi ne yazık ki 2005-2006 ve 2009-2010 da son dakika da kaçan şampiyonluklarda görülmedi.

Sezon başından bu yana hep söyledim, Trabzonspor taraftarı ve camiasının beklentileri ne denli büyük olursa, gerçekleşmediği taktirde çöküntüsü de o denli büyük olacaktır. Ankaragücü maçı buna çok iyi bir örnek.

Trabzonspor, sonraki iki maçında hem Beşiktaş, hem de Fenerbahçe'ye kaybederse takımın kendi içinde olmasa dahi yerel basın ve taraftarlar tarafından bir kaosa sürükleneceği o kadar açık ki...

Ankaragücü maçında geçtiğimiz sezon Fenerbahçe karşısında Kadıköy'de şampiyonluğu alan golü atan Burak Yılmaz'ın dahi ıslıklanmasından sonra kaçan şampiyonluk ile beraber Şenol Güneş gibi bir insanın, bir 'adamın' ıslıklanmayacağı ve protesto edilmeyeceğini aklı selim kimse inkar edemez.

Trabzonspor taraftar porfili, takımın en çok ihtiyaç duyduğu anda yanında olmayı değil, ıslıklarla ve protestolarla karşısında olmayı tercih etti. Bu yıllardır böyle. 61. dakikada yapılan güzel şov, kötü bir futbol ve mağlubiyetin habercisi olan bir maçta bir anda yerini protestolara bırakabiliyor. Bu sezon 1984'ten bu yana beklenen şampiyonluğa 1996'dan sonra bu kadar yakın durulurken Ankaragücü maçında gelen protestolar ve hemen akabinde Aykut Kocaman'ın hakemler ile ilgili açıklamalarına, Aziz Yıldırım'ın lobi faaliyetleri iddialarına gitmeleri akıl alır gibi değil. Zaman zaman yaşanacak olan puan kayıplarının ardından kendi takımlarına bir tekme de taraftarı atarsa ne olur bir düşünün?

Bir beraberliğe bile tahamülü olmayan bir taraftar profili takımına büyük zarar verir... Evet, belki Ankaragücü maçında bunu gerçekleştiren tüm stad değildi ama çorbanın içindeki sinek iştah kaçırır...

İyi gün dostu olan taraftara takımın duyduğu ihtiyaç daha az. Mağlup durumdayken veya berabere gidilen bir maçta verilen desteğin önemini hepimiz biliyoruz. Trabzonspor kalan 16 haftayı deplasmanda oynarsa, eğer kendi evinde hiç yenilmeyecekse daha hayırlı dahi olabilir.

Kimse bu cümleye kızmasın.

Trabzonspor taraftarı böyle davranmaya devam edecekse şampiyonluğu hak etmiyor. Böyle bir takıma sahip olduğunun farkına varmak yerine eğer Trabzon basını da tek bir olumsuzlukta rakibi hedef alacaksa, onlar da hak etmiyor. Futbol takımında ter döken futbolculardan bağımsız söylüyorum, bu ortamda bir tek kişi şampiyon olunacaksa onu sonuna kadar hak ediyor.

Şenol Güneş...

Her Trabzonsporlu Şenol Güneş gibi olsun.

Amin...


(Bu yazı aynı zamanda Goal.com Türkiye için yazılmıştır)

22 Ocak 2011 Cumartesi

Vuhuuaaaaaa!


Fakat Vieri?

21 Ocak 2011 Cuma

Balkan Futbolu #23 | Dakika başı 1 dolardan Galatasaray'a; Bogdan Stancu

Balkan Futbolunu yazmayalı uzun zaman oldu. Hazır Bogdan Stancu, Romanya topraklarından yakınımza adım atmışken onu kaleme almasak olmazdı...

Bogdan Stancu için çok fazla uzak tarihlere gitmeye gerek yok aslında. 23 yaşındaki forvet oyuncusu, 2008 yılında Steaua Bükreş'e imza attığı andan itibaren 'Rumen futbolunun yeni yıldızı yavaş yavaş yükselmeye başladı' yorumları çok fazlaydı. Son ayrlarda Adrian Mutu'nun düşüşünden sonra Romanya futbolu, yeni Mutu'sunu görebilmek adına Bogdan Stancu'ya bel bağladı.

Dakika başına 1 dolar!

Tıpkı Adrian Mutu gibi Stancu da Argeş Piteşti altyapısının bir ürünü. Piteşti şehrinin Romanya fuboluna onlarca hediyesinden biri olan Bogdan Stancu, çok sevdiği bir kulüp olan Argeş Piteşti'nin 2005-2006'daki teknik ekibi tarafından 7 maçta oynatılır ancak beğenilmez. O dönemlerde Rumen futbolunun çok fazla tanımadığı Stancu, alınan karar sonrasıDacia Moiveni'ye kiralanır. Bu takımla bir alt ligde mücadele edecek olan Stancu, o dönem oynadığı dakika başına 1 dolarlık bir anlaşma yaparak ilginç bir sözleşmenin de başrol oyuncusu olur. 12 maça çıkar, 3 gol atar.

Dan Petrescu Stancu'dan çok etkilenir

Bogdan Stancu ile başka bir sözleşme yapıp yapmama konusunda kararsız kalan hem Argeş Piteşti, hem de Dacia Moiveni, biraz geç davranırlar ve 2006 yılında Unirea Urziceni'yi çalıştıran Dan Petrescu, Bogdan Stancu'da bir ışık görür ve hemen takımına katar. Tarihinde ilk kez Romanya birinci liginde mücadele edecek bir takımla oynayacak olan Stancu, ilk sezonunda takım arkadaşları ile birlikte ligi 10. tamamlar, ertesi sene de beşinci olunur. Aynı zamanda Romanya Kupası'nda oynanan final, kulüp için bir zirvedir ve Stancu bu başarının önemlimimarlarından biri olur. 49 maça çıkan Stancu, 11 gol atmasına rağmen takımda en fazla pozitif katkıyı yapan oyunculardan biri oluverir ve Rumn futbolunun lokomotifi olan Steaua Bükreş tarafından farkedilir.

2008'de Bükreş'e...

2008'in Mayıs ayında Steaua Bükreş'e gelen Bogdan Stancu, artık Rumen futbolunun patlama yapması beklenen oyuncularından biridir. Hem Avrupa Arenasında, hem de ligde daha fazla göze batacak olan Stancu, ortalama bir performans ile başlar. Transfer olduğu ilk sezonda Roma ile oynanan hazırlık maçında performansı ile dikkat çeken Stancu, İtalyan medyası tarafından haberlerine taşınakarak Avrupa futbol piyasasına süslenmiş bir biçimde sunulur. O dönemlerde Genoa ile adı geçen Stancu'nun bu transferi gerçekleşmez.


Bir patlama gerek!

Rumen futbolunun artık bir patalama beklediği Bogdan Stancu, Bükreş sınırlarında oynadığı 72 maçta 32 golü görmeyi başarır. Avrupa arenasından ve 5 büyük ligden ortalama kulüplerin listesinde olan Stancu'nun Romanya dışına açılması bir türlü gerçekleşmez. Kendisi hakkında 'overrated' yorumları dahi yapılmaya başlandığı anda bugün transferi resmi olarak duyuran Galatasaray çıkagelir Stancu için. Dün öğlen saatlerinde takım arkadaşları ile vedalaşan oyunuc İstanbul'a doğru yola çıktığında hakkında gelen ilk yorumlar Galatasaray Teknik Direktörü Hagi'nin bu konuda kumar oynayıp oynamadığı yönünde. Steaua Bükreş'te 130 bin dolara oynayan 23 yaşındaki Stancu artık Galatasaray'dan bunun kat kat fazlasını kazanacak. Bükreş ekibine ödenen bonservis bedeli ise ayrı bir eleştiri konusu. Ancak tüm bu tartışmalar Romanya dışında bir patlama yapması bir iki yıldır beklenen Bogdan Stancu'nun Galatasaray'da yüksek bir performans sergilemesi durumunda unutulup gidecek. Benim şahsi görüşüm ise daha önce Galatasaray ile adı birçok kez geçen Adrian Mutu'dan daha iyi bir transfer olduğu yönünde.

En önemli özelliği sert şutları

Bogdan Stancu S. Bükreş'e geldiğinden bu yana neredeyse hiçbir maçı kaçırmadı. Çok az sakatlanıyor ve bu Galatasaray açısından önemli bir artı. Aynı zamanda aslında tam olarak bir santrafor değil de, forvet oyuncusu olan Bogdan Stancui S. Bükreş forması ile attığı gollere bakıldığında sert ve düzgün şutları ile dikkat çekiyor. Ancak attığı penaltı gollerinin fazlalığına da dikkat çekmek gerek. Onun Galatasaray'da penaltı atmayacağı kesin gibi.

Galatasaray taraftarının Haldun Üstünel transferlerinden alışkanlığı gibi flaş bir adım olmasa da örneğin Jo'dan daha faydalı olacağı kesin! İsim yerine hırs ve istek transferi yapmak adına çalışmalarını deiştiren Galatasaray takımı, Pino'yu da bu bağlamda transfer etmişti... Bogdan Stancu'nun da artık kendisinden beklendiği gibi büyük bir patlama yapması gerek ve bunu yapacağı yer belki de Galatasaray olacak. Peki Stancu'nun en büyük eksi özelliği ne olabilir? Kimse onun yeteneksiz olduğunu söyleyemez. Ancak onun için tek eksi yön, Galatasaray'ın kariyeri açısından son şansı olabileceği ve bunu değerlendirip değerlendiremeyeceği konusunda bazı soru işaretlerinin olması...

İlginç bir not: Kedi Stancu!

Romanya'da lakabı 'kedi' olan Stancu aslında yapısı ile bunu oldukça gösteriyor. Onu keşfeden antrenörlerden biri olan Ianovschi, Stancu'nun çok hassas yapısına vurgu yapıyor ve ona 'kedi' lakabını bu yüzden taktığını ifade ediyor. Bakalım oldukça duygusal olan Stancu, Galatasaray'da bunu nasıl gösterecek?

Oğuz Öztürk

(Bu yazı aynı zamanda tarafımdan Goal.com Türkiye adına yazılmıştır)

Balkan Futbolu Yazı dizisinde geçmiş yazılara bir göz atın;

1) NK Dinamo Zagreb | " Yetiştirdiği oyuncularla , Aldığı şaşırtıcı sonuçlarla ve Milli takıma verdiği oyuncularla her zaman Hırvat futbolunun lokomotifi olmuştur... "

2) Kızılyıldız Belgrad | " İsminden dolayı sosyalist ideolojinin destekçisi gibi görülsede gerçek bu değildir.. sosyalizm propagandasını yapan partizan'a karşı kurulmuş bir kulüptür..."

3) İgli Tare | " Liberya için Weah neyse, Arnavutluk içinde Tare odur. "

4) Darko Pancev | " Makedon efsane..."

5) Sinisa Mihajlovic | " İtalya'da kaleciler arasında yapılan bir ankette, 'Frikik ve penaltılarda karşınızda kimi görmekten çekinirsiniz?' sorusuna aynı cevabı verdiler. '' Sinisa Mihajlovic ! ''...

6) Mateja Kezman | " Batman'in PSV günlerini özlediği kesin. Kezman hep futbol sahalarında ki gösterdiği hırsla ve tempoyla hatırlanacaktır. "

7) Hristo Stoichkov | " Hristo'nun annesi Penka, oğlu daha yeni yürümeye başladığında topa olan ilgisinden olacak ki hemen şu sözü söylüyordu: 'Ayaklarının arasında top ile doğdu' "

8) Hırvatistan | " Eğer bir ülkenin Hırvatistan gibi genç bir devlet tarihi varsa ozaman sportif başarılar özellikle daha çok gururlandırır. Hırvatlar için bunun milliyetçilikle okadar yakından alakası yok. Bu beraberlik, ödüllendirilmiş gayret ve vatan sevgisi hissi. "

9) İvica Osim | " İvica Osim, heykeli dikilen Zico gibi dışarıdan gelip hizmet edenler arasında çoktan yerini almış durumda Japonya'da..."

10) Bükreş'in Düşüşü | " Dinamo ve Steaua'nın başarılı oldukları 80'li yıllarda bu 'Endüstriyel' denen illete rastlamak mümkün olmuyordu. Sevgi ve kenetlenme en büyük silahtı. Peki ya kurtuluş ? "

11) Makedonya [ 1. Bölüm - 2. Bölüm ] | ''Biz Yunanlı değiliz, Bulgar, Sırp'da değiliz...''

12) 10 Mayıs 1997. S.Bükreş-D. Bükreş

13) Atina, Olympiakos - Panathinaikos | " rekabetin kaynağı sadece iki 'Atina' takımı olmaları mı? Panathinaikos ve Olympiakos kulüpleri arasındaki "ezeli" rekabet, 90 yıldır her geçen gün artarak devam ediyor. "

14) Ferencvaros | " Zöld Sasok, yani Yeşil Kartallar takımın takma adı. Tüm balkan takımları gibi eski günlerini arasa da hala bir efsane... "

15) Yunanistan 1994 | " 1994'te ABD'de düzenlenen Dünya Kupası'ndaki Yunanistan takımı şüphe yok ki Kupa tarihinin en başarısız takımlarından biri...

16) Kosova | " Kosova gelecekte 2012 Avrupa Şampiyonası için ön eleme maçlarında mücadele edecek ve bunun büyük sevinci yaşanıyor. Bizlerde futbolseverler olarak onların neler yapabileceğini görmek için sabırsızlıkla bekliyoruz. "

17) Karadağ [ 1.Bölüm - 2. Bölüm, Savicevic ] | " Milli takımlarının lakabı olan "Hrabri Sokoli" yani " Cesur Kartallar" ın hakkını fazlasıyla vermek niyetindeler. 24 Mart 2007, Henüz bağımsızlıklarının üstünden bir yıl geçmeden başkent Podgorica'da Macaristan ile oynadıkları ilk milli futbol karşılaşmasının tarihi... Haziran 2006'da siyasi olarak kazanılınan bağımsızlıktan sonra Karadağ halkı için bu maç ikinci bir bağımsızlık hikayesi.

18) Kızılyıldız - Partizan | " Zamanında "Avrupa'nın Brezilyası" olarak anılan Yugoslavya'nın her tarafı kasıp kavurduğu dönemde daha göz önündeydi bu derbi elbette. Şu sıralar Avrupa'nın ve Dünya'nın gözünden düşmüş durumda ama klasik bir rekabet olduğu su götürmez. İki takımın kapışması "Balkan Futbolu" için tam bir hazine ama bir o kadar üzücü olaylara sahne olmuş bir eşleşme.

Yasemin Ülkesi Tunus'tan bir futbol efsanesi; El Tarık

Tunus'ta yaşanan halk ayaklanmasından sonra bu ülkeye olan ilgimiz biraz daha arttı. Futbolundan bahsetmeden olmazdı. Daha önce de yazdığımız Tarık Diab, Yaseminler ülkesi Tunus'un bilinen en efsane futbolcusu...

Bir Tunuslu'ya gelmiş geçmiş en iyi futbolcunuz kim diye sorsanız, büyük ihtimalle Tarık Diab (Avrupalı kaynaklara göre Tarek Dhiab) diyecektir. 1977'de "Afrika'da yılın futbolcusu" ödülünü almış olan bu adam, Dünya'nın diğer kıtalarında hak ettiği üne kavuşamasa da, Afrika için önemlidir.

1978 Dünya Kupası'nda Tunus'un da içinde olduğu grupta Rummenigge'li, Hansi Müller'li Batı Almanya, o yılların müthiş oyuncuları Lato'lu, Tomaschewski'li, Szarmach'lı Polonya ve Hugo Sanchez'li Meksika vardı. Tunus'ta ise kimseyi sayamıyordu Avrupalı ve Amerikalı futbol severler. Ama Afrikalı izleyeciler biliyordu; 23 yaşındaki oyun kurucu Tarık Diab vardı. Bu adam Tunus'un 10 eleme maçında 7 gol atmıştı.

Hem sağ hem sol ayağını kullanan bir "10 numara" Tarık için Tunuslu otoriteler "120 dakikalık nefesi var" diyordu, "dünyayı sallayacak" diyordu. Tarık ise ilk maçında Meksika karşısında harikalar yaratıyordu. Yatıra kaldıra attığı çalımlar ve müthiş paslar sayesinde Meksika 3-1 yenilmiş, Tarık da takımının son golünü atmıştı. Bu galibiyet bir Afrika takımının Dünya Kupası'nda elde ettiği ilk galibiyet olmuştu. Maçı anlatan Arjantinli spikerin iki lafından biri "El Tarık" olmuştu. Tribünler inliyordu: "El Tarık! El Tarık!" Tarık Diab'ı tanımayan Avrupalı taraftar ise şaşkındı, kimdi bu adam?

İkinci maçta El Tarık ve arkadaşları Polonya'ya 1-0 ile teslim oldular. Üçüncü maç ise Tarık'ın iyi oynadığı maçlardan biriydi fakat ne yazık ki, 0-0 berabere kalınmıştı dünya devi Batı Almanya ile. Tunus beklenmeyeni yaptı, 3 puanla (Bir galibiyet, bir beraberlik, bir yenilgi: 2+1+0) üçüncü oldu grupta ve bir üst tura yükselemedi ama herkesin beğenisini kazandı.

El Tarık bundan sonra, Avrupa hayalini gerçekleştiremedi ve ülkesinde futbol oynamaya devam etti. Tunus milli takımı ise 1998'e kadar Dünya Kupası yüzü görmedi, Afrika Uluslar Kupası'nda başarılı olamadı. El Tarık; Tunus'ta "İmparator", Avrupa'da ise "Tunus'un Netzer"i lâkabını aldı . Bir dönem Suudi liginde de oynadı. 1990 yılındaki İngiltere maçıyla kariyerine son verdi. 2006 yılında BBC tarafından Tunus'un Dünya Kupası efsanesi seçildi. Tunus'un gelmiş geçmiş en iyi oyuncusu ve en iyi oyun kurucusu olduğu görüşü hâlâ hakimdir, şu an Tunus'ta yorumculuk yapıyor.

Tekrar Gösterim

20 Ocak 2011 Perşembe

20 Ocak 1989; Kırmızı - Beyaz'ın Yanına Siyah'ın da Eklendiği Gün

Bursaspor'un devrimini konuşuyoruz ve bu devrimin de başında bir Samsun efsanesi olduğundan Samsunlular olarak büyük gurur duyuyoruz. Ama bu devrimi zamanında Samsunspor da yapardı, 80'li yıllardan itibaren yakalanan jenerasyonun altını çizelim. Özellikle de bu jenerasyon 80'lerin son yıllarında iyice zirve yapmış ve dört büyüklerin de tahtını sallamaya başlamıştı.

1985-1986 ve 1986-1987 sezonlarında yakalanan üçüncülük, 1987-1988 sezonunda dördüncülük vardı. 1986-1987 sezonunda da son beş haftada kaçmıştı aslında şampiyonluk ama yakalanan bu başarı ve zirve istikrarının mutlaka meyvesi alınacaktı. Ortada iyi bir kadro, müthiş bir jenerasyon ve başarıya kenetlenmiş bir Samsun halkı vardı.

Ama kader böyle birşey, ne olacağını bilemezsin. Bugün birşey için seviniyorken, yarın olmadık bir darbe alıp bütün hayallerin çöpe gider. İşte 20 Ocak 1989 tarihi Samsunspor için kara bir gündür, Malatyaspor deplasmanına giderken Havza ilçesinde yaşanan kaza sonucunda Samsunspor Teknik Direktörü Nuri Asan, futbolculardan Muzaffer Badaloğlu, Mete Adanır ve Tomiç'le, şoför Asım Özkan öldü. Kaleci Fatih, Emin, Kasım gibi niceleri de yaralandı, bazıları sakat kaldı ve futbolu bıraktı.

Bu da başlama evresinde olan bir devrimin sonuydu aslında. Samsunspor, bu kazanın ardından çok zor toparlandı ama yine de ayakta kalmayı başardı. Bir şekilde Birinci Lig'e tutundu, bütün yaralarını sardı ama yakalanan müthiş havanın yerini artık siyah bir gökyüzü almıştı. Nitekim o tarihten sonra kırmızı beyaz olan Samsunspor renklerinin arasına bir de siyah eklendi.

Söyleyecek fazla söz yok aslında, benim jenerasyonum pek hatırlamasa da benden büyük olanlar bu kazayı iyi hatırlayacaktır. Eminim ki içerisinde insan ve futbol sevgisi olan herkes de o gün Samsunspor ile beraber bu acıyı yaşamıştır. Umarım Samsunspor'u yeniden ait olduğu yerlerde görmek mümkün olur ve bütün Samsunlular olarak bu başarıyla gururlanırız.

Sevgili dostum Burak Eren'e yazı için teşekkürler. (Bu yazının orjinali "Sportif Cümleler" Blogundadır.)

Roma şehrini paylaşamayan iki 'kardeş'


Roma ateşi İtalya Kupas'ında tekrar yandı. Roma ve Lazio, büyük bir hikayeye konu olan rekabetlerinin en yenisini dün tekrar yazdılar. 1927'de oynanan ilk maçtan günümüze uzanan bir futbol hikayesi daha...

Tanrı'nın şehri Roma, yine dünyanın en büyük derbilerinden birine tanıklık etti. Lazio ve Roma, hiçbir zaman İtalya'nın en sevilen ya da en başarılı iki takımı olamadı. Serie A'da çok fazla şampiyonlukları da yok. Esasında bu iki kulüp komple İtalya'yı pek umursamaz. Onlar için önemli olan sadece Roma şehridir. Çünkü onlara göre İtalya Roma demektir.

Aynı odayı paylaşamayan iki kardeştir aslında Roma ve Lazio. Romalılar isim olarak şehrin sahibi gibi görünür ancak bilmedikleri şey Lazio'nun bir eyalet olduğu ve Roma'nında başkenti olduğudur. Bir türlü bitmek bilmeyen bu tartışma her maçta iki takım tribünün de şu pankartın açılmasına neden olur : " Roma'da misafirsiniz..."

En "Sığ" hali ile anlatmak gerekirse, Roma Hümanist, Lazio ise ırkçıdır... Evet, Lazio taraftarının ırkçı olduğu bi gerçek... Bir futbol kitabında yazılan sözler herşeyi anlatıyor: " Bütün Laziolular faşist değildir ama bütün faşistler Lazioludur..."

İki kulüp arasında başka bir kavga da Lazio'nun yaşça Roma'dan büyük olması sebebiyle kopar. Lazio kendini şehirdeki en eski kulüp olmak ile överken, Roma'da hemen kendisinin ilk futbol kulübü olduğunu savunarak misilleme yapar.

Lazio ilk doğduğunda tarih 1900'dür ve renk olarak Olimpiyatların doğum yeri olan Yunanistan'ın renklerini alır. AS Roma ise tam 27 yıl sonra, 1927'de faşist rejimin isteği ile kurulur. Lazio, birçok kulübün birleşerek kurduğu bu takıma daha sonraları yakınlık göstereceği rejime karşı koyarak katılmaz.

Roma'daki Stadyum, kavga eden kardeşlerin ortak kullanım alanıdır. Olimpiyat stadını tam ortadan ikiye bölerek kullanırlar. Basın tribününden bakıldığında sol taraf “Curva Nord” Lazio’nun dur. Roma taraftarı ise “Curva Sud” denilen mekanda yani sağ taraftaki tribünlerde yer alır.

İki takım taraftarının da sahada 'benimsedikleri' isimler vardır. Bu Roma için Francesco Totti'den başkası değildir. Totti, Roma taraftarının 'sarı ilahı' dır. Lazio'da ise sevilmek için 'beyaz' olmak gerekir. Öyle ki, Fransız oyuncu Lilian Thuram Lazio'nun teklifini sırf bu yüzden çevirmiştir ve bunu da inkar etmemiştir. Yine Lazio taraftarı için siyasi görüş bir numaralı unsurdur sahada efsane olmak için. Bununla paralel olarak 'Sırp kasabı' Sinisa Mihajlovic çok sevilir Laziolular tarafından. Sırp oyuncunun yanında P. Di Canio'nun ise ayrı bir yeri vardır. Lazio formasıyla, bir Livorno maçında attığı golden sonra, tribünlerin önünde sağ elini kaldırarak nazi selamı veren ve zaten golle çıldırmış olan İrriducibili’yi çoşturan Di Canio artık bir efsanedir Lazio için.

İki takımın maçlarından önce kavga hiç eksik olmaz. Ya sahada olur, ya tribünde. Bu bir şekilde yaşanır. 2001 ve 2004 yıllarında en büyük olaylar yaşanır. Ve yine bugün, Roma şehrinin iki yaramaz kardeşi derbi ateşini tekrar yakacaklar. Biz futbol romantikleri ise yerlerimizi alıp heyecana ortak olacağız.

(Bu yazı 7.11.2010 tarihinde Serie A da oynanan Lazio-Roma maçından önce Goal.com Türkiye için yazılmıştır. )

19 Ocak 2011 Çarşamba

Pique - Beckenbauer


New York Cosmos "Director of Soccer"

Sırf Fotoğraf için paylaşmaya değer. Eric Cantona MLS'in köklü ekiplerinden New York Cosmos'un yeni Sportif direktörü oldu. Son olarak New York Cosmos ile ilgili ayrıntılı bir röportajı Four Four Two dergisi Ocak sayısında bulabilirsiniz. Zamanında kadrosunda Pele ve Beckenbauer gibi isimleri bulunduran Amerikan Futbol tarihinin en 'cool' kulübü New York Cosmos'un yöneticileri Carl Johnson, Paul Kemsey ve Terry Byrne ortak bir paydada buluşmuşlar. "Cosmos'un dönüşü muhteşem olacak..."

18 Ocak 2011 Salı

Güney Amerika'nın Esmer Çocuğu



Simon Bolivar zamanında tüm Latin Amerika'yı tek bir bayrak ve tek bir yönetim altında birleştirmeyi amaçlayan bir kahramandı... Bolivar Latin Amerika'yı birleştiremese de sırasıyla bütün Latin Amerika ülkelerini İspanyol sömürgesinden kurtarmayı başardı... Onun tek bir vatan hayali gerçekleşmese de bir ülke onun adını kullanarak bağımsızlığı kazandı ve Bolivar ölümsüz oldu.

Bu ülke Bolivya...

Bolivya büyük bir atılım yaparak siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel her türlü eşitsizliği minimize etmeyi hedefleyen yeni anayasa hazırladı ve halk bunu kabul etti. Bu Bolivya için 1825'te alınan bağımsızlıktan sonra ikinci bir bayram nedeni oldu adeta... Yıllardır ülkedeki sorunların çözümüne aç olan Bolivyalılar 'futbolun asla sadece futbol olmadığını' da milli takımları sayesinde yine tüm Güney Amerika'da olduğu gibi bizlere gösteriyorlar...

1926 yılında -yine aynı zamanda ülkenin en büyük futbol takımı 'Club Bolivar'ın kurulduğu yılda- ilk milli maçını oynadı Bolivya... Herşey çok hızlıydı. Zamanında Bolivya'yı sömürmek için orada olan İspanyollar önce Federasyonun kurulması için büyük çaba sarfetti, daha sonra da takım 1930'da Uruguay'ın şampiyonluğu ile biten ilk Dünya Kupası'na katıldı. Bu ilk deneyim Yugoslavya ve Brezilya'nın olduğu grupta Bolivya'nın gol atamaması ve iki yenilgi alması ile büyük bir başarısızlıkla sonuçlansa da ilk Dünya Kupası'nda Bolivya'nın isminin yazması yıllar sonra ülkedeki futbolseverler tarafından daha iyi anlaşılacaktı...

1930-1950 arası Bolivya, 1935'te sınır anlaşmazlığı nedeni ile Paraguay ile yaptığı savaş dışında tam bir durgunluk dönemi geçirdi. Futbol milli takımdan ve Club Bolivar'dan ibaretti. Ülkenin tek kulübü de Bolivya'nın bir ligi olmadığından komşu ülkelerin takımları ile oynuyordu. Bolivya milli takımı 1934 Dünya Kupası'na ise hem politik hem ekonomik nedenlerden dolayı katılamamıştı. 1950'ye gelindiğinde ülke futbolunun kurtuluşu yine Dünya Kupası'ydı...

1950'de Brezilya'da düzenlenen kupa Bolivya için çok ilginç bir turnuvaydı. Sadece bir maç oynayıp evlerine dönmüşlerdi. Bunun nedeni Bolivya'nın grubunda Uruguay ile birlikte yer alan İskoçya ve Türkiye'nin turnuvaya bazı nedenler nedeniyle katılamamasıydı. Bu durumda Bolivya sadece Uruguay'la bir maç oynaması gerekecekti ve öyle de oldu. Grup 4'te Uruguay Bolivya'yı tam sekiz golle geçmişti. İskoçya ve Türkiye'nin katılamamasını şansa çevirmek isteyen Bolivya için Uruguay tam bir kabus olmuştu...

Ülkenin ilk futbol ligi 1950 Dünya Kupası'ndan sonra nihayet kurulmuştu. Gözle görülür bir gelişme gösteren Bolivya'da bu lig ilk olarak 1960'ta tam anlamı ile oynanabildi. Arada geçen 10 yılda 54 ve 58 Dünya Kupaları'na katılamasa da ülke artık hem kulüpsel bazda hem de Copa America'da yavaş yavaş kendini de gösteriyordu. Bu dönemde ayrıca Club Bolivar takımında halen Bolivya milli takımının en golcü ikinci oyuncusu olan Víctor Ugarte efsanesi doğuyordu... Ugarte'nin milli takımın en golcüsü ünvanının kırılması 2001 yılında ancak Joaquín Botero ile olabildi. Bu durum bile daha sonradan Bolivya milli takımını çalıştıracak olan Victor Ugarte'yi ülkenin efsanesi yapıyordu... Sanıyorum Futbol Federasyonu binasının önüne dikilmiş olan heykeli de bunun en büyük kanıtı... Yine L. Hector Cristaldo'da efsaneler arasında... Zira Cristaldo en çok milli formayı giyen isim. Onun döneminde Bolivya milli takımı hiç şüphe yok ki en güçlü yıllarını yaşadı. Ülkenin üçüncü kez 1994'te Dünya Kupası'na katılması ve 1997'de Copa America'da final oynaması bunun en büyük kanıtı.

Şimdilerde Bolivya Güney Amerika'nın Peru ile beraber en zayıf halkası olarak görülüyor. Bunda son yıllarda gösterdikleri Dünya Kupası eleme performansları çok etkili. Dünya Kupalarında Bolivya'nın son golünü İspanya'ya atan E. Sanchez'de Bolivya'yı çalıştırarak en iyi yerlere gelmesi için uğraşıyor. Biz her ne kadar sempatik bulup sevsekte Bolivyalı futbol dilencilerine inanılmaz yükseklikte Arjantin'e atılan 6 golden daha fazlası gerekiyor. 2010 hayalleri de gerçekleşmeyen ülke şimdi şansını önce Copa America'da sonra da kendi kıtalarında düzenlenecek olan Dünya Kupası'nda deneyecek...

Bir Göz Atın;
+

Tekrar Gösterimdir

17 Ocak 2011 Pazartesi

Demichelis: " Nedir benim bu çektiğim? "


Nisan 2009, Barcelona 4-0 Bayern Münih


Ocak 2011, Barcelona 4-1 Malaga

16 Ocak 2011 Pazar

Merseyside Vakti

Liverpool şehrini sevmek için birçok neden var. Beatles'ın memleketi olması ve Mersey nehrinin güzellikleri bu nedenlerin arasında; ama bizi ilgilendiren kısım, şehri mavi ve kırmızı olarak ikiye bölen Everton - Liverpool, yani Merseyside derbisi... Yine bugün Liverpool ahalisi nefeslerini tutup bu derbiye odaklanacak, bizler de mavilere ya da kırmızılara gönül vermiş 'dış taraftarlar' olarak televizyon karşısında yerlerimizi alacağız...

Evet, bugün Merseyside derbisi günü. Şimdi anlatacaklarım ise 120 yıllık bir rekabete konu olan iki takım olan, Mersey nehrinin iki yanına mavi ve kızıl olarak dağılmış Everton ve Liverpool'un hikayesi. Nefret yok; sadece tek bir şehirde birbirlerinin var olmasını isteyen böylece rekabetin her daim yaşanmasını arzulayan bir iki kulüp taraftarı var Liverpool şehrinde. Kimisi 'Asla Yalnız Yürümeyeceksin' diyor, kimisi de Gwldays Street tarafından söylenen Grand Old Team ile takımını destekliyor bu şehirde...

Neyin rekabeti?

Rekabetin doğumu spesifik bir olay değil esasında. Bu rekabetin ortaya çıkışı bir şehirde iki futbol kulübünün olmasından başka bir şey değil...

Önce 1872'de St. Domingo FC kurulur, 1878'de Everton FC adıyla devam eder. Bu takım maçlarını Anfield Road yakınlarındaki boş ve çitlerle çevrili bir arazide oynar ilk önce. 1892 yılı gelir... Everton'un maç yaptığı arazinin sahibi olan Jhon Houlding kirayı arttırınca Everton bunu sert bir dille reddeder ve Houlding bu duruma çok sinirlenerek yine bu arazide oynatabilmek amacı ile FC Liverpool'u kurar... Rekabet böyle doğar.

Bu iki kulüp yüzyıllardır büyük bir rekabet içinde. Ama başta da dedik ya, taraftarların birbirlerine karşı nefreti yok diye, işte 'Hillsborough' faciası da bu iki taraftarı biraraya getiren bir olaydı... Sheffield'ın sahasında oynanan FA Cup yarı finali için oraya giden Liverpool taraftarlarının bulunduğu tribün haddinden fazla dolunca, doksan altı Liverpool taraftarı yaşanan izdihamda hayatını kaybetti. O acıyı yaşayanlar sadece Kırmızılar değildi. Liverpool halkı derin bir hüzünle bu faciayı unutmaya çalıştı. Stanley Park'taki anma törenlerine sürpriz bir şekilde mavi formalı bir grup geldi ve ellerinde mumlar vardı. O mumlar iki kulüp arasında oluşan kocaman buzdağını da eritiverdi. Anfield Road'daki ilk maça birlikte yürüdüler, tribünlerde kırmızı ve maviyi karıştırarark birlikte saygı duruşunda bulundular ve en hüzünlü şarkıları birlikte söylediler...

Everpool

"Ada'da yaşanan ve buralardan kilometrelerce uzaklıkta olan bu rekabet bizim için ne kadar önemli?" gibi bir soru kafanızı kurcalayabilir belki. Bu soruya, benzer bir şekilde bizim de kendi toprak parçamızda benzer duyguları yaşadığımızı ve oralardan kimseleri tanımasak da 'futbol aşkı' ile beraber yürek birliği içinde olduğumuzu düşünüyor ve bu soruyu boşveriyoruz hemen...

Son olarak bir 'Everpool' takımı oluşturalım ve düşünelim. Bu takım şu an Premier Lig'de zor günler geçiren Everton ve Liverpool'dan daha başarılı olur mu?

Everpool (4-4-1-1): Pepe Reina; Phil Neville, Jamie Carragher, Phil Jagielka, Leighton Baines; Dirk Kuty, Mikel Arteta, Steven Gerrard, Steven Pienaar, Tim Cahill; Fernando Torres.

"Liverpool şehrinde iki büyük takım vardır; Biri Liverpool FC, diğeri de Liverpool FC genç takımı..."

B. Shankly

"Everton, Liverpool'dan daha büyük kulüptür. Merseyside'da nereye giderseniz gidin mutlaka bir Everton taraftarına çarparsınız..."

G. Suoness


Tekrar Gösterim.

Ligin ilk yarısındaki maç Everton'ın 2-0'lık galibiyeti ile sonuçlandı.

16.1.2010, Liverpool - Everton

Blog Widget by LinkWithin
 
Copyright 2009 Barbarossa. Powered by Blogger Blogger Templates create by Deluxe Templates. WP by Masterplan