30 Nisan 2010 Cuma

Filhos dé Norte || Kuzeyin Çocukları


Son 3 Sezonda Liga Sagres'de hatırı sayılır bir yer alan ve şimdi de ligi ikinci sırada devam ettiren SC Braga'nın başarısı tesadüf mü? Yoksa planlanmış bir başarı mı?

İşte tüm bu hikaye 19 Nisan 2003'te SC Braga'nın Jesualdo Ferreira ile anlaşmasıyla başladı. Herkes bunun alelade bir anlaşma olduğunu düşünüyordu. Zira daha önce ne Jesualdo Ferreira büyük bir başarıya imza atmış, ne de Braga Portekiz futbolunu sallamayı başarmıştı. Takımın 1966'da kazandığı Portekiz Kupası'ndan başka övünecek bir şeyi yoktu.

Jesualdo Ferreira ise, ufak çaplı takımlarda ufak çaplı başarılar yaşamış; kısa bir süre Fas'ın FAR Rabat takımını çalıştırmış, Portekiz U-21 takımı dışında hiç bir yerde dikkatleri üzerine çekmeyi başaramamıştı. ''Portekiz futbolunun Hüsamettin Cindoruk'u'' sıfatını en çok hakeden isimdi. Bu umursanmayan takımda başarılı olabileceği, Portekiz'in ''Os Três Grandes''ini (Harika Üçlü) kırmaya çalışacağı kimsenin aklına dahi gelmiyordu.  

Takımı erken devralan teknik adam, her şeyi kendi planına göre ayarlayacak vakti vardı. Üzerinde büyük bir baskı yoktu. Sadece iyi futbol beklentisiyle hareket eden bir yönetim ve taraftar kitlesi vardı.Bu koşular altında geçirdikleri hazırlık döneminin ardından, sezona 2-0lık Porto mağlubiyetiyle başlasalar da bu onları çok üzmedi. Zira oynadıkları takım geçen sezonun UEFA Kupası Şampiyonu'ydu. İlerleyen 4 haftada takımın yenilmemesi doğru yolda olduklarının göstergesiydi. 2003-2004 sezonu Braga için bir milat olmuştu. Takım ve şehir bir şeyleri başrabileceklerinin farkına varmıştı. Oynanan güzel futbol, eşit bütçeli rakiplere karşı kurulan büyük üstünlük, oyuncuların birbirleriyle olan arkadaşlığı... Bunların mimarı ise Ferreira idi. O yaza ülke çapında damga vurmayı başaramadıkları bir gerçekti ancak Minho Bölgesi'nde yarattıkları etki muazzamdı.

2004-2005 sezonu Braga için bu heyecanlarla başlarken, profesör Ferreira oyuncularını nasıl daha efektif kullanabileceğini düşünüyordu. Artık beklentiler yükselmiş, taraftarların iyimser havası açlığa dönüşmüştü. Bu tarz endişelerle çıktıları Academica deplasmanından 1 puanla ayrılarak sezonu kabul edilebilir bir şekilde açıyorladı. Özellikle, oynanan güzel futbol ve oyuncuların disiplinli oyun anlayışı taraftarlarda sevinç yaratırken; Jesualdo Ferreira'nın oyuncularına olan inancını da arttırıyordu. Wender ve Joao Tomas gibi oyuncular takıma hücumda önemli katkılar yaparken; savunmacıların üst düzey performansı da gözlerden kaçmıyordu. Sezonun 2. maçında Porto ile oynayacaklardı. Bu büyük bir takım olma yolunda önemli bir adımdı. Zira geçen sezon büyük takımlar karşısında acemice zorlanmış, istedikleri oyunu ortaya koyamamışlardı. Ancak bu maçta, Porto'dan çok erken gol yemelerine rağmen savaşmayı sürdürmüşler Wender'in penaltıdan attığı gol ile beraberliği sağlamışlardı. Pek çok otorite bu sonucu Porto'nun yıldız oyuncularını kaybetmesine bağlasa da; Ferreira ve oyuncuları bunun çalışmanın ürünü olduğunu bilmekteydi. Nitekim bu sonucun tesadüf olmadığını 3. hafta oynanan Minho Derbisi'nde göstermeyi başardılar. Vitoria Guimaraes, karşısında ortaya konan baskılı ve göze hoş gelen oyun 1-0'lık sonucun küçümsenmesine dahi yol açıyordu! Artık Braga, três grandes dışındaki takımları kolayca yenebilecek seviyede olduğunu otoritelere kanıtlamıştı. Sezona çok garip bir fikstür ile başladıkları belliydi. Çünkü 4. haftada Benfica deplasmanına gidiyorlardı! Pek çok takımın alacağı bir mağlubiyetle demoralize olabileceği bu zorlu fikstürü lehlerine kullanmayı başaracaklardı. Benfica deplasmanında oynanan kontorollü oyun herkesi şaşırtırken, bu sonuçla istediğini almayı bilen bir takım kimliğini kazandıklarını da gösteriyorlardı. Başlamadan biten güzel bir futbol masalı olmamak için bu oyun tarzına başarıyla uyum sağlamışlardı. Ancak lige gösterdikleri ihtimamı UEFA Kupası'na gösteremedikleri için İskoçya'nın Hearts takımına, 3-1 ve 2-2'lik skorlarla elenmekten kurtulamadılar. Takım ufak bir moral bozukluğu yaşamasına rağmen bu olayın üzerinde fazla durmadı ve Nacional de Madeira'yı kendi sahalarında, Gil Vicente'yi deplasmanda mağlup ederek yollarına devam etti. Sezon boyunca muhteşem bir hava yaklayan ve şehir ile olan duygusal alışverişi üst düzeye çıkaran Braga'da Jesualdo Ferreira'nın takımdan ayrılacağı ve Porto'ya gideceği söylentileri ortaya atıldı. Ancak Ferreira bunlara kesin bir dille yanıt verdi. ''Bu tarz söylemler hem bana, hem Braga'ya, hem de Porto'ya zarar veriyor. İnsanlardan susmalarını ve aptallığı bırakmalarını istiyorum''. 


Bunlar ile kaybedecek vakti olmayan, her hafta kanıtlanması gereken yeni bir şeyler önüne sürülen Ferreira, takımını bunlardan korumayı her zaman başarmıştı. Takımın iç sahada aldığı mağlubiyetlere rağmen oyuncularıyla gurur duyduğunu dile getirmekten çekinmemişti. Sezon sonunda 4. olduklarında, ''Gelecek sezon 3. olmak zorundayız. Çünkü bizim hırstan ve yüreğimizden başka bir şeye ihtiyaç duymadığımız bu sezon herkes tarafından anlaşılmıştır.'' 2004-2005 sezonu sonunda, Şampiyolar Ligi'ne yalnızca 3 puan uzakta kalmaları canlarını yakmıştı. Fakat şehrin ve Ferreira'nın yetenekleri etrafında bir kez daha düzgün bir şekilde yapılanan takım
2005-2006 sezonu için bambaşka umutlar taşıyordu. Bu küçük takımın gerçek değerini bulacağı sezonun bu olacağına dair inanç tamdı. Nitekim 1-0lık bir deplasman galibiyetiyle sezonu açtılar. Ardından iç sahada gelen Penafiel galibiyeti ve Minho derbisi. Hepsi Braga için zaferle sonuçlanmış, oyunculara olan güven artmıştı. UEFA Kupası ilk turunda ise Kızılyıldız'a yenilmeden elenmeleri, herkesin kafasında soru işareti yaratmıştı. Acaba Braga sıradan bir takım mıydı? Takımın üstüne kötü zamanlarında gitmeyi alışkanlık haline getiren basın bir kez daha sahneye çıktı ve hem Ferreira'yı, hem de oyuncuları korkaklıkla suçladılar. Takım üzerinde yaratılan bu suni baskı, 2 hafta boyunca gol dahi atamamalarına sebebiyet verirken; camiayı da derinden etkiledi. Bu krizi aşmalarını sağlayan ise bir kez daha Jesualdo Ferreira oluyor, takım 4 hafta üst üste galip geliyordu. Bu güzel havayı Nacional mağlubiyeti ciddi anlamda bozdu. Takımın karşısında artık beklenmediği kadar ağır savunma yapan ekipler vardı. Bu onların aşama kaydettiğini kanıtlasada, pratikte onlara çok puan kaybettirdi. Benfica ve Sporting CP gibi doğrudan rakipleri karşısında, iyi futbol ve 3 puan almayı başaran takım; sezon sonunda bu maçlarda kaybettiği puanların arkasında çok ağlayacaktı. 58 puanla Benfica'nın 9 puan ardında 4. bitirilen sezon, herkesin sinirini bozacaktı. O sırada Porto'nun gelen şampiyonluğa rağmen Co Adriaanse ile yollarını ayırması gündeme düştü. Sezon biter bitmez apar topar Hollandalı hocayı gönderen yönetimin aklındaki isim Jesualdo Ferreira'ydı! Bragalılar onun işini yarım bırakmadan gitmeyeceğini umuyorlardı. Ferreira ise yıllar önce ona yapılanları ödetmek için bu teklifi kabul etti. Öğretmenliğini yaptığı Mourinho'nun, Benfica'da onun yardımcılığını kabul etmemesi ve Porto ile yaşadığı başarıdan sonra sarfettiği cümleler Senhor Ferreira'nın (bay Ferreira) ruhunu intikamla doldurmuştu. Ayrıca Portekiz futbolunun gösterişli sahnesinde kendine büyük bir yer açmak niyetinde olan ''Portekiz futbolunun Hüsamettin Cindoruk'u'' bu teklifi ivedilikle kabul etti. Artık Braga kenti yalnız, yol göstericisinden uzak ve umutsuzluğun hüküm sürdüğü bir yerdi. Sezonu bitirme görevi Rogério Gonçalves'e verildi. 

2006-2007 başlarken, Carlos Carvalhal ile anlaşıldı. Takım sezona alışılageldiği gibi seri galibiyetlerle başlasada, oynanan oyun insanların kafasında soru işareti bırakıyordu. Silik, renksiz, tutkudan uzak... Hal böyle olunca oyunculardaki moral bozukluğu tribiünlere yansıdı ve Carvalhal ile yolar ayrıldı. Takımın başına iyi bir hava yaklaması ve oyuncularla olan ilişkileri sağlamlaştırmak adına Jorge Costa getirildi. Jorge Costa futbolu çok kısa bir süre önce bırakmıştı. Menajerlik yöntemleri ve yetenekleri açısından zengin olsa da, basının etkisinde fazla kalması onun için büyük bir eksi oldu. Takımı UEFA Kupası gruplarından çıkarmayı başarmış olmasına rağmen, ligde aldığı kötü sonuçlar ve gereksiz demeçleri sonunu hazırladı. Kısa süreli bir stajın ardından sezon sonunda Braga ile yollarını ayırdı ve takım üst üste üçüncü kez puan sıralamasında 4.ydü. 

Bir türlü bekleneni veremeyen takımın artık kendini toparlayamayacağı düşünülüyordu. Kentin eski havası kalmamış, herkesin hevesi geçmişti.
Braga 2007-2008 sezonuna Manuel Machado ile başlarken, beklentileri UEFA Kupası'na katılım yönündeydi. Machado'ya tanınan süre ve gösterilen sabır hiçte gerçekçi değildi. Takım lige 7. sırada devam ederken Machado kovuldu ve son iki maça U-19 antrenörü Antonio Caldas yönetiminde çıkıldı. 2008-2009 sezonunun takımın eski günlerine dönmesi için önemli bir fırsat olacağından kimsenin haberi yoktu. Jorge Jesus yönetiminde Intertoto Kupası'ndan UEFA Kupası'na katılma hakkı kazanan ekip, AC Milan ve Portsmouth karşısında gösterdiği performansla herkesi şaşırtıyordu. Takım ligi 5. bitirmiş olsada, herkes eski havayı yakalamayı başarmıştı. Oyuncuların, yönetimin, taraftarların ve basının güveni artmış her şeyin düzelmesi an meselesi haline gelmişti. Ancak Jorge Jesus'un takımı Benfica için terketmesi herkeste şok etkisi yaratmış; Jesualdo Ferreira sonrası dönemde yaşanan sıkıntılar tekrar akla gelmişti. Academica ile göze çarpan Domingos Pacienca'nın bu süreci atlatmada yardımcı olabileceği öngörülmüştü.

Futbolculuğunda pek çok ödüle layık görülen bu adam, takımı kazanma alışkanlığı olan bir futbol fabrikasına dönüştürmeyi başarmıştı. Alan, Hugo Viana ve Matheus gibi oyuncuların sırtladığı takım, oynadığı oyunla da herkesin takdirini kazanıyordu. Benfica ve Porto karşısında gol yemeden alınan galibiyetler (2-0 ve 1-0 ) bunun en büyük göstergesydi. Kayaların arasındaki Estadio AXA’yı dolduran taraftarların güzel futbol ve hırstan başka görmek istedikleri bir şey yoktu. Domingos’un Porto’ya gideceği söylentileri ise hem başkan Antonio Salvadar, hem de Domingos tarafından yalanlanlanmıştı.

Os Três Grandes’in saltanatını yıkmak ise bu sezon sonunda herkesin görmek istediği bir rüya. Şampiyonlar Ligi marşını Braga’da dinleyebilmek ise bu rüyanın en güzel parçası olmalı. Takım şu anda lider Benfica'nın 6 puan gerisinde ikinci sırada ve 2003'ten bu yana geçirilen en iyi sezon. Braga rüyasına doğru emin adımlarla ilerliyor...

R. Baran Eryılmaz

29 Nisan 2010 Perşembe

Lille OSC || 1945 - 1955




Takım kırklı yılların ortalarından, ellili yılların ortalarına kadar yaklaşık 10 senelik bir zaman zarfı içinde Fransa'yı kasıp kavuran takımlardan biriydi. Bu süre zarfı içinde 2 şampiyonluk, 4 ikincilik alırken, 4 kez de Fransa Kupası'nı almışlar. Az buz değil yani.

1945-46 sezonunda takım Saint-Etienne ile amansız bir yarışa girdi ve 1 puan farkla ligi lider bitirerek ilk şampiyonluğuna ulaştı. Rene Bihel'in golleri takım için hayati önem taşıyordu. Oyuncu sezonu gol kralı tamamlayarak bu başarısını taçlandırmıştı da. Aynı sezon Fransa Kupası finalinde Red Star'ı 3-0 yenerek çifte kupayı almışlardı.

1946-47 sezonda favori olarak gösterilen Lille, Bihel'in Le Havre'a transferi sonrasında güç kaybına uğramıştı ama bu sefer de Baratte 28 gol kaydetmeyi becermişti. Buna rağmen Lille sezonu ancak beşinci sırada bitirebildi. Fakat kupa finalinde Strasbourg'u 2-0 yenerek Fransa Kupası'nı ikinci kez üst üste kaldırdı.

1947-48 sezonu Lille için daha başarılı geçti ve takım Marsilya ile amansız bir şampiyonluk yarışına girdi. Ancak lig sonunda 1 puan geride kaldı ve ikinci oldu. Kupayı da üçüncü kez üst üste alan takım bu kez finalde ezeli rakibi Lens'i 3-2 yenmişti. Baratte 31 golle Gol Kralı oldu. 23 gol atan Tempowski de takımın başarısında pay sahibiydi.

1948-49 sezonunda takım yine ikinci oldu. Bu sefer de Reims'in 1 puan gerisinde ikinci oldular. Bu 1 puanla şampiyonluğu kaçırdıkları ikinci sezon oldu. Baratte 26 golle Gol Kralı oldu. Strappe'nin 20, Marius Walter'ın 17 golü de takımın bu konuma gelmesinde büyük etkendi. Fransa Kupası'nda ise bu sefer RC Paris'e 5-2 yenildiler.

1949-50 sezonunda takım ikinci olmasına rağmen bu sefer şampiyonluk yarışından erken koptu. Bordeaux 6 puan farkla (2 puanlı sistemde) şampiyonluğunu ilan etti. Barrate ve Strappe yine takımın en büyük kozlarıydı.

1950-51 sezonuna geldiğimizde ise Lille tarihinin kritik sezonlarından biri yaşanıyordu. Nice ile şampiyonluk yarışına giren Lille, sadece averajla ikinci sırada kalarak şampiyonluktan oldu. Gol yollarındaki sıkıntı bu sezon yüz göstermiş, Baratte sadece 17 golde kalmıştı. Ondan başka 10 gol barajını geçen de yoktu. Takım üst üste dördüncü kez ikinci oluyordu.

1951-52 yılında yine iyi mücadele ettiler. Nice tekrar şampiyon olurken, Bordeaux da ikinci olmuştu. Liderin sadece iki puan gerisindeki Lille ise üçüncülükle yetinmişti. Sakatlıkla boğuşan Baratte başarılı olamamıştı fakat Strappe ve Danimarkalı Kuld Jensen takımı taşımışlardı.

1952-53 yılında ise takım ligi ancak dördüncü sırada bitirebildi ve 1946'dan beri en kötü lig pozisyonunu elde etti. Takımın en golcü oyuncusu 13 gol kaydeden Lefebvre'ydi ki, bu da Lille'in giderek daha defansif oynamaya başladığını gösteriyordu. Ligi liderin 8 puan gerisinde ligi noktalamalarına rağmen Fransa Kupası'nda başarılı oldular. Finalde Nancy'yi 2-1 yenerek kupaya ulaştılar.

1953-54 sezonunda ise Lille'in ikinci ve şu ana kadar son olan şampiyonluğu geldi. Takım 34 maçta sadece 49 gol atıp 22 gol yiyerek, Reims ve Bordeaux'un 1 puan önünde şampiyonluğa ulaştı. Giderek defansifleşen Lille bu sezon şampiyonluğa ulaştı ama değiştirdiği stil onun sonu oldu. Strappe 13 golle takımın en skoreriydi ve de küme düşen Montpellier, Lille'den daha fazla gol atmıştı. Buna rağmen Lille tarihinin en iyi defansif rekoru elde edildi.

Bu gidişattan sonra takım 1954-55 sezonunda ligi 16'ıncı sırada bitirdi ama kupayı aldı. Bu da takımın 2005 yılında elde ettiği ikinciliğe kadar son başarısıydı. 55'ten itibaren Lille'in gaflet uykusu başladı. 10 sene içinde tüm futbol yaşamı boyuncaki en büyük mutlulukları bu dönemde yaşadı Lille taraftarı. 1955-56 sezonunda 17'inci olup küme düştüler. Daha sonra sayısız kere düşüp çıktılar. 2000-01 sezonunda yükseldikleri Birinci Lig'den şu ana kadar düşmediler. Avrupa'da ise herhangi bir başarıları bulunmuyor. Çeyrek finalden ötesini göremediler.

Taktik:

1946 yılında takımın başına getirilen Andre Cheuva Lille tarihinin en önemli antrenörü şüphesiz. 10 sene içinde Lille'in kazandığı tüm başarıların mimarı, ama aynı zamanda kendi sisteminin de yıkıcısı. İlk yedi sezonunda 4-2-4 gibi ofansif bir sistemle başarılı olan Cheuva, son üç sezonunda takımı yavaş yavaş defansifleştirdi. Önce 4-4-2'ye geçti, sonra ise 4-3-1-2'ye. Bu defansifleşme sonucunda takımda düşüş boy gösterdi ve takımın kümeye düşmesine kadar uzanan olaylar zinciri başladı. Chueva'nın en büyük arayışının kaleciler olması dikkat çekti. Hemen hemen her sezona yeni bir kaleciyle başlayan teknik adam bir dahaki sezonda kalecileri gönderiyor, yenisini deniyordu. Lille'den ayrılana kadar istediği kaleciyi de bulamadı. Defansta da büyük rotasyonlar oluyordu. İlk senelerde Jadrejak ve François Bourbotte bankolardı. Jadrejak uzun süre yerini de korudu fakat Bourbotte orta sahaya alındı ve ardından da takımdan kesildi. Orta sahada Vandooren ve Carre devamlı oynama şansı buldular. Forvette ise Baratte ve Strappe on senelik dilim boyunca bankoydular. İlk yıllarda Tempowksi ve Lechantre, son yıllarda ise Vincent ve Lefebvre onlara eşlik ettiler.

Takımın Yıldızı: Jean Baratte


Jean Baratte takımın değişmeyen ender oyuncularından birisi. Strappe ile beraber yıllarca Lille'e hizmet vermişler. Baratte iki kez gol kralı olarak golcü kimliğini göstermiş bir isim. Strappe ile yakaladığı uyum elbette başarısının önemli anahtarlarından birisi. Sadece Lille formasıyla 167 gol kaydetmeyi becermiş bir isim. İkinci dünya savaşı yıllarında şöhretlenmiş bir yıldız olarak "Kaptan Cesur" lâkabını almış. Hırslı ve girgin futbol anlayışı, kuvvetli bacaklarıyla iyi top saklayan bir oyuncu profili çizmekle kalmamış, düz ve sert şutlarıyla o yıllarda ün yapmış. 46-50 yılları arası ise özellikle iyi olduğu ve 20 golün altına inmediği dönemler. Fransa milli takımı ile de 32 maçta 19 golü var. Lille'in sembol isimlerinden en önemlisi.



Başarıları

2 kez Fransa 1. Ligi Şampiyonluğu (1945-46, 1953-54)

5 kez Fransa Kupası (1945-46, 1946-47, 1947-48, 1952-53, 1954-55)

4 kez Fransa 1. Ligi İkinciliği (1947-48, 1948-49, 1949-50, 1950-51)

2 kez Fransa Kupası Finali (1944-45, 1948-49)

Kaleciler:


Georges Hatz,
Robert Germain,
Felix Witkovski,
Jean-Charles Van Gool,
Cesar Ruminski.

Defans:


Joseph Jadrejak,
Marceau Sommerlynck,
François Bourbotte,
Jean-Marrie Prevost,
Antoine Pazur, Robert Lemaitre,
Roland Clauws,
Guillaume Bieganski,
Albert Dubreucq,
Justo Nuevo, Pierre Fuye,
Cort Van der Hart.

Ortasaha:


Jules Bigot, Jean Poitevin
Marius Walter, Kuld Jensen,
Gerard Bourbotte, Angel,
Roger Carre, Roger Vandooren,
Yvon Douis, Thierry Van Cappelen,
Jean-Paul Desrousseau,
Jacques Grimonpon.

Forvet:


Rene Bihel, Jean Baratte,
Boleslav Tempowski,
Andre Strappe,
Jean Lechantre,
Bernard Lefebvre,
Jean Vincent.

F.Kaan Kavuşan

Haftanın Yıldızı; Necati Ateş

2008-2009 sezonunu İspanya'da, Türk futbolcuların mülteci kampı Real Sociedad'ta geçirmişti Necati Ateş. Gerçi, pek hoş anılarla ayrılmadı, oynadığı 1451 dakikada ancak 1 gol bulabildi ama olsun.

Derken, sıkıntılı bir transfer dönemi yaşadı. Fenerbahçe'yle adı anıldı, sonra bir baktık yalnızca anılmakla kaldı. Galatasaray'a dönebilir mi derken, o kapı da kapandı. Transferin son günlerinde beklenmedik bir gelişme yaşandı ve Mehmet Özdilek, Necati'yi Antalyaspor'un futbolcusu yaptı.

Açık konuşmalıyım, sezon başında bu kadar oynayabileceğini, takımına böyle katkı sağlayabileceğini pek düşünmemiştim. Ne de olsa, oldukça kötü sayılabilecek bir İspanya tecrübesinin ardından memlekete dönmüştü. Antalyaspor'da Serge, Veysel, Ali Zitouni hatta Balili'nin yedeğinde bile kalabilirdi. Fakat o, geri dönüşü başardı.

Sezonun gol startını, forma şansı bulduğu ilk maçta Ankaragücü'ne karşı verdi. Ardından Diyarbakırspor ve Manisaspor filelerini sarstı. 17 maçlık devreyi(transferi 5. haftada gerçekleşti) 3 golle noktalamıştı. Şu anda ikinci devreden 14 haftayı geride bırakmış durumdayız. Bu 14 maçtaki gol sayısı 6.

Necati'nin sözleşmesi sezon sonunda sona erecek. Söylentilere göre yeni sezonda büyüklerden birinin formasını sırtlayacak. Akla ilk gelen takım Trabzonspor. Fakat, favorim Bursaspor. Hele, Sercan da satılırsa tencere yuvarlanır, kapağına nokta atış yapar. Transfer demişken, askerlik durumunu da göz önüne almak zorundayız elbette. Necati, kısa dönem askerlik yapmak amacıyla yurt dışı transferine de yönelebilir. Sociedad'ta kötü bir dönem geçirmiş olmasa dönmeyi düşünmüyordu zaten. Kısacası, Necati'nin gelecek sezon nerede olacağını bilmek için ya menajer ya da kâhin olmak gerekiyor. Neyse, biz bunları geçelim İzmirli santrforun futboluna odaklanalım!

Barcelona 1-0 Inter & 25 Metrede Dans


Sahaya çıkan 11'leri okuyarak başlamak lazım işe. Ev sahibi Barcelona'da en çok eleştiri konusu olacağını tahmin ettiğim Milito seçiminin arkasında, ilk maçta Inter'in o kanadı otobana çevirmiş olması yatıyor bana göre. Yine naçizane görüşüm, Guardiola'nın beklentilerinin yanlış olduğu yönünde. Dünya üzerinde hiçbir takım Nou Camp'a oyun dominasyonunu, golü düşünerek çıkmaz. Barcelona'nın son 2 senede dünya üzerinde yarattığı psikoloji bu. Nitekim Hikmet Karaman, maç boyunca yaptığı ender doğru tespitlerinden birini yaparak, Mourinho'yu deşifre etti; Çanakkale geçilmezi oynayacaktı Portekizli. Bir golün bile peşinde değildi ve bu daha maçın ilk 5 dakikasında anlaşılmıştı.

Henüz 3'de Pedro ile başlayan Barcelona atakları maçın hiçbir anında tehlikeli boyutlara ulaşamadı. İlk yarı özelinde, Inter'in harika alan savunmasını geçebilecek aksiyomların hiçbirini üretemedi Barcelona. Bunların nedenleri bana göre şunlar; ilk olarak daha dün yazdığımız oyun genişliği geyiklerinin üzerine mükemmel bir uygulama izledik bugün. Bütün maç 25 metre civarı bir mesafede oynandı. Barcelona dünyanın en koordine takımı ve 90 dakikanın hemen tamamını bu 25 metrede açık aramakla geçirdi. Bu sadece bir mahkumiyet değil, aynı zamanda bir mecburiyet Inter tarafında. Sadece Mourinho değil; son 2 senedir Barcelona'yı takip eden herkes, onlara ciddi sıkıntı veren tek takımın Chelsea olduğunun farkındadır sanırım. Bu oyun onlar için bir tercih değil mecburiyetti. Bir alan kullanma dahisidir Mourinho ve sistemleri ile ilgili her konuşmasında alanları kullanmaktan bahseder. Barcelona'yı bu 25 metrelik mesafede müthiş kitledi.

İki numaralı sebep Milito. Değişiklik için 45'i beklemek ciddi bir hataydı Guardiola için. Takım rakibini bariz bir şekilde açamıyordu ve defans dengesini bozamıyordu. Bunun en büyük nedeni oyunun tek kanatlı oluşuydu. Maxwell girdikten sonra hücumda 68 metrelik genişliğin tamamını kullanmaya başladılar. Yine de dengesi bozulmadı Inter'in.

Ve 3 numaralı problem, bana göre Barça'nın maç boyuncaki problemiydi.Tempo. Tempo hiç bir şekilde artamadı. Keita'nın oyun kalitesi nerelerde olursa olsun Iniesta olamayışı ciddi sorundu Barcelona için. Temposuzluk Inter'in işine yaradı. Kulağa garip gelebilir ama böyle maçlarda işe yarıyacak şeylerden biri topu rakibe vermektir. Rakip yerleşmek için oyunu genişletir ve size alan açar. Presle, pas arası ile kapacağınız topların etkinliğini arttırırsınız bu şekilde.

Motta'nın atılmasından sonra da bu temponun artmayışı, Guardiola'nın oyuna geç müdahale edişi bir yana, hakem De Bleecker'in inatla Barcelona'nın pas yollarında durması ilk yarı beni en çok rahatsız eden durumdu sanırım. Messi'nin şutu dışında kayda değer tek pozisyon, 20.dakikada Xavi'nin tribündeki Cruyff'a selamı niteliğinde, en güzel gol boş kaleye olandır zorlaması ile vurmak yerine pası tercih ettiği pozisyondu.

%77-%23 gibi bu seviye için süpersonik topla oynama oranı ile bitirilen devrenin ardından ilk hamle Maxwell ile geldi. İkinci yarının tamamı, Inter'in eksik olmasının da getirisi olarak, deniz tarafındaki kalenin(!) önünde oynandı. Ibrahimovic'in etkisizliği bir yana, Inter'in savunma kurgusu kesinlikle harikaydı. Bana göre Inter'i açacak şey goldü ama bunun için 85 dakika bekledi Barcelona. Tempo yapamadı. Açamadı rakibini. Inter sadece alanı değil, çizgileri de müthiş kapattı. Barcelona'nın kenar oyuncularının sıfıra inmesine kesinlikle izin vermediler. Zaten İbo çıktıktan sonra, iyiden iyiye boy avantajı olan takım, havadan gelen topları rahatça karşıladı. Xavi'nin şutu, Bojan'ın kaçan pozisyonu ve sayılmayan net gol. Barcelona'nın koca ikinci yarı üretebildikleri de bundan ibaret oldu. Asıl ilgimi çeken, iki maçtır İbrahimovic'in yapması gerekenleri Pique'nin yapması. Rakibin ortasına her girişinde karıştırdı oraları. Mourinho, Guardiola'nın hamlelerine sıkı karşılık verdi ve zaten kendi ceza sahasının önünde oynanan oyunu, o bölgenin oyuncuları ile oynadı son dakikalarda.

72.dakika itibari ile 455-59'luk pas istatistiği üzerine konuşulabilecek bir şey değil sanırım. Mourinho, Guardiola'dan teknik açıdan üstün bir hoca mı? Söylemesi zor ama bu iki maç krediyi ona vermemiz gerektiğini gösteriyor. Finaldeler ve son derece ilginç olacak final; eski hocası Van Gaal ile karşı karşıya gelecek Mourinho. Dünyanın en iyi takımını elediler bana göre. Barcelona hala dünyanın en iyi takımı ve üzerine fazla tartışmamak gerek bana göre. Hakem De Bleecker, yan topların tamamında, hemen her temasta faul çalarak televizyon başında saç baş yoldurdu. Saymadığı gol çok konuşulur ama, ilk maçta verilmeyen net penaltılar ve verile ucuz kartlar da, geçen yılki Chelsea maçının diyeti diyelim. Biz futbolu sevenler için Dünya Kupası öncesi son büyük futbol keyfini Cumartesi'ye koyan UEFA'ya da bir teşekkür. Maçı anlatan ilker Yasin ve Hikmet Karaman ise Türk futbolunun neden bu durumda olduğunun canlı kanıtları. Allah sizi B planı yapsın!

...

28 Nisan 2010 Çarşamba

1974 || Haiti'li Sanon...


1974 Dünya Kupası...

Hollanda milli takımının futbol literatürüne 'Total Futbol' kavramını getirdiği,

Türkiye'de televizyonlardan ilk yayınlanan,

Doğan Babacan'ın düdük çaldığı,

Batı Almanya'nın şampiyon olduğu turnuva...

Genel hatları ile özetlenince bunlar çıkıyor ortaya ancak arka planda kalan bir maç o günlerde çok konuşulsa da artık unutulmuş durumda. 

Bu maç 15 Haziran 1974'te Münih'te oynanan İtalya - Haiti maçı...

Haiti milli futbol takımı 1974 finallerine gelii dahi mucize olarak nitelendirilen bir futbol takımıydı. Doğal olarakta bulunduğu grubun en zayıfı yine Haiti'ydi. İlk maçı da İtalya ile oynayacaktı ve pek tabii İtalya maçın mutlak favorisiydi... 

1974 Dünya Kupası başladığında efsane İtalyan Dino Zoff hala gol yememişti. Süreye vurulduğunda bu tam 1143 dakika ediyordu.

İtalya maçı Rivera, Benetti ve Anastasi'nin golleri ile 3-1 kazanmıştı. Ve evet, İtalya'nın Haiti'den yediği bu gol aynı zamanda 1143 dakika sonra Dino Zoff'un gol yemesi anlamını taşıyordu.  Hem de hiç beklenmedik bir ülkenin beklenmedik forveti Sanon'dan... İtalya galibiyeti kapsa da Dino Zoff rekorun ilerlemesinin durduğu için maçtan sonra büyük bir üzüntü yaşayacaktı.

Onca yıldızın yapamadığını Sanon yapmıştı. Bu gol ertesi gün haberlerde, programlarda en çok gösterilen gol olmuştu. Hatta bu gol yıllar içinde kitaplara ve dergilere de geçmeyi başarmıştı. Maçtan hemen sonra gazeteciler yukarıda gördüğünüz fotoğrafı çekmişlerdi. Zoff ve Sanon...

O Grupta İtalya Polonya ve Arjantin'in gerisinde kalıp elendi... Tek galibiyetleri de işte bu Haiti maçıydı. Haiti ise grupta 2 gol atmıştı, ikisi de takımın 'yıldızı' Sanon'dan gelmişti...


Bu arada ufak bir tavsiye; Di Massimo Tolento Blog'tan " Bulgaristan 1994 "

TSL'deki Oyuncular Nereden.. ?


Turkcell Süper Lig oyuncularının nerden geldiğini merak ettik.Uğraştık, çalıştık 306 Türk oyuncunun hangi kulüpten yetiştiğini bulduk.

Yaptığımız çalışmaya göre ligimizin ''Almancı'' istilasına uğradığını söyleyebiliriz. Almaya'dan yetişen 47 oyuncu ligimizi şenlendirmekte. Diğer Avrupa ülkelerinden ise, Belçika 4 oyuncuyla başı çekiyor. 3'er oyuncuyla İsveç ve Avusturya gelirken, İngiltere ve Hollanda kökenli oyuncular yalnızca 2'şer kişiler.

Türkiye'den en çok oyuncu yetiştiren takım Galatasaray oluyor ve 22 oyuncuyla altyapıya yatırım yapmanın önemini kanıtlıyorlar. Galatasaray'ı, 19 oyuncuyla Bursaspor ve 18 oyuncuyla Trabzonspor takip ediyor.

Gençlerbirliği 16, Ankaragücü 11 takımla Orta Anadolu'da başı çekiyorlar. Eskişehirspor, Sivasspor ve Kayserispor ise 6'şar oyuncuyla bu büyük coğrafyayı temsil ediyor. Kayseri Erciyesspor 3; Nevşehirspor, Hacettepe, ve Konyaspor 2'şer oyuncuyla Turkcell Süper Lig'e katkıda bulunan ekiplerden.

Kocaeli-Sakarya ve Adana-AdanaDemir rekabeti bu alanda da devam ediyor. Adana Demirspor 2, Adanaspor 1 oyuncu gönderirken, bu alanda kazanan Adana Demirspor oluyor. Kocaelispor ve Sakaryaspor rekabetinde ise eşitlik söz konusu. İki takımda 7 oyuncu göndererek iyi bir rakam yakalıyorlar.

İstanbul'da Galatasaray'ın(22) üstünlüğü gözlenirken, Beşiktaş 9 ve Fenerbahçe 7 oyuncuyla TSL'de kendilerine yer buluyorlar. Diğer İstanbullular'da ise Kartalspor ve İstanbulspor 4 oyuncuyla başı çekerken; Zeytinburnu, Güngören Eyüp, Pendik ve Beylerbeyi 1 oyuncuyla katılıyorlar.

İzmir'de ise rekabet daha sıkı. Altay 9 oyuncuyla İzmir'in lideri, Göztepe 3 oyuncuyla bu eksikliğini kapatmaya çalışıyor. Karşıyaka ise yalnızca 2 evladını TSL'ye veriyor.

Ege'nin diğer takımları ise azımsanamayacak sayıda oyuncuyu TSL'ye göndermeyi başarmışlar. Denizlispor 14 oyuncuyla ortalamanın bir hayli üzerinde. Aydınspor 2; Marmarisspor, Muğlaspor ve Uşakspor'un gönderdiği 1'er oyuncu ile ligimizdeler. Biraz daha güneye inersek, Hatayspor'un 3; Antalyaspor ve Mersin İdman Yurdu'nun 2 ; Kahramamnmaraşspor'un 1 oyuncu gönderebildiği gerçeğiyle karşılaşırız.

Karadeniz efsanesi Trabzonspor dışındaki takımlardan, Samsunspor 3, Çaykur Rizespor 1 oyuncuyla yer almayı başarmışlar.

Hava durumu sunar gibi devam ederken, Gaziantepspor 11 ve Diyarbakırspor 4 oyuncu göndererek bu bölgenin lideri olmayı başarmışlar. Batman Petrolspor'un 3 evladını verdiği TSL'de, Şanlıurfaspor, Malatyaspor ve Erzurumspor'un yetiştirdiği oyuncu sayısı yalnızca 1.

(Not: TSL'de mücadele eden 17 takımın kadrolarında yer alan yerli oyuncular dikkate alınmıştır.)

Fotoğraf @ Billsportmaps

27 Nisan 2010 Salı

Fabrizio Ravanelli



Ayaklarını konuşturmasına gerek kalmadan dikkat çekenlerdendi İtalyan golcü! Öyle ya; erkenden beyazlamış saçları, formasını kafasına geçirerek yaşadığı gol sevinçleri ve inatçılığıyla diğerlerinden ayrılmaması imkansızdı. Ancak onu sadece İtalyanlar için değil İngilizler için de unutulmaz kılan bir gün vardı ki anılarda tazeliğini korumakta...

17 Ağustos 1996… Roy Evans yönetimindeki Liverpool; Barnes, Redknapp, McManaman, Collymore ve Fowler gibi yıldızlarıyla rahat bir deplasman galibiyeti alıp sezona ümitvar bir giriş yapmayı planlıyor. Middlesbrough taraftarları ise Premier Lig tarihine geçecek unutulmaz bir maç izleyeceklerinden bihaber Riverside’ı doldurmuş durumdalar…
Maç başlıyor ve henüz 4. dakikada Liverpool’un golü geliyor. Norveçli Bjornebye'nin yaptığı bu açılış her şeyi daha da kolay gösteriyor. Ancak 20 dakika sonra, maç boyunca doğaçlama yapacak ve senaryoyu yakıp yıkacak olan o meşhur kır saçlı adamın ilk sözünü duyuyoruz. Şaşırıyor muyuz, tabii ki hayır! Nasıl şaşıralım ki! Fiziksel olarak oğlunun arkadaşlarıyla pazar liginde oynayan futbolsever bir babayı andırsa da mütevazı Teesside kulübüne 7 milyon pound’a mal olmuş ve henüz 3 ay öncesinde Avrupa’nın en büyük kupasını kaldırıp gelmiş birini izliyoruz sonuçta. Penaltıyı gole çevirmesini abartacak değiliz. Ama belli ki o abartılacak bir şeyler göstermek istiyor ve sonrasında Barnes ve Fowler ile gelecek 2 Liverpool golüne de ayrı ayrı cevap verip, İtalyan rüzgarının henüz çok da sert esmediği Ada futboluna hat-trick’le merhaba diyor…

Ada havasını soluduğu ilk maça böyle damga vuran Ravanelli, bir yıl süren ancak her manada unutulmaz olan Boro macerasında 50 maça çıkıp 32 gol atmıştı. Üstelik o tarih itibariyle bizdeki İstanbulspor'u andıran kulübe, tarihinin ilk kupa finallerini (hem FA Cup hem Lig Kupası) yaşatan kadronun da önemli bir parçası olmuştu ancak sezon sona erdiğinde tablo oldukça garipti. Zira "Beyaz Tilki" ne kupa kaldıracak ne de küme düşmeye engel olabilecekti ama Boro taraftarlarının bir tesellisi vardı, düştükleri sezonda bir fenomen kazanmışlardı...

Fernando Morientes, Cacares, emret komutanım !




26 Nisan 2010 Pazartesi

Güney Amerika'nın Esmer Çocuğu


Simon Bolivar zamanında tüm Latin Amerika'yı tek bir bayrak ve tek bir yönetim altında birleştirmeyi amaçlayan bir kahramandı... Bolivar Latin Amerika'yı birleştiremese de sırasıyla bütün Latin Amerika ülkelerini İspanyol sömürgesinden kurtarmayı başardı... Onun tek bir vatan hayali gerçekleşmese de bir ülke onun adını kullanarak bağımsızlığı kazandı ve Bolivar ölümsüz oldu.

Bu ülke
Bolivya...

Bolivya büyük bir atılım yaparak siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel her türlü eşitsizliği minimize etmeyi hedefleyen yeni anayasa hazırladı ve halk bunu kabul etti. Bu Bolivya için 1825'te alınan bağımsızlıktan sonra ikinci bir bayram nedeni oldu adeta... Yıllardır ülkedeki sorunların çözümüne aç olan Bolivyalılar 'futbolun asla sadece futbol olmadığını' da milli takımları sayesinde yine tüm Güney Amerika'da olduğu gibi bizlere gösteriyorlar...

1926 yılında -yine aynı zamanda ülkenin en büyük futbol takımı 'Club Bolivar'ın kurulduğu yılda- ilk milli maçını oynadı Bolivya... Herşey çok hızlıydı. Zamanında Bolivya'yı sömürmek için orada olan İspanyollar önce Federasyonun kurulması için büyük çaba sarfetti, daha sonra da takım 1930'da Uruguay'ın şampiyonluğu ile biten ilk Dünya Kupası'na katıldı. Bu ilk deneyim Yugoslavya ve Brezilya'nın olduğu grupta Bolivya'nın gol atamaması ve iki yenilgi alması ile büyük bir başarısızlıkla sonuçlansa da ilk Dünya Kupası'nda Bolivya'nın isminin yazması yıllar sonra ülkedeki futbolseverler tarafından daha iyi anlaşılacaktı...

1930-1950 arası Bolivya, 1935'te sınır anlaşmazlığı nedeni ile Paraguay ile yaptığı savaş dışında tam bir durgunluk dönemi geçirdi. Futbol milli takımdan ve Club Bolivar'dan ibaretti. Ülkenin tek kulübü de Bolivya'nın bir ligi olmadığından komşu ülkelerin takımları ile oynuyordu. Bolivya milli takımı 1934 Dünya Kupası'na ise hem politik hem ekonomik nedenlerden dolayı katılamamıştı.
1950'ye gelindiğinde ülke futbolunun kurtuluşu yine Dünya Kupası'ydı...

1950'de Brezilya'da düzenlenen kupa Bolivya için çok ilginç bir turnuvaydı. Sadece bir maç oynayıp evlerine dönmüşlerdi. Bunun nedeni Bolivya'nın grubunda Uruguay ile birlikte yer alan İskoçya ve Türkiye'nin turnuvaya bazı nedenler nedeniyle katılamamasıydı. Bu durumda Bolivya sadece Uruguay'la bir maç oynaması gerekecekti ve öyle de oldu. Grup 4'te Uruguay Bolivya'yı tam sekiz golle geçmişti. İskoçya ve Türkiye'nin katılamamasını şansa çevirmek isteyen Bolivya için Uruguay tam bir kabus olmuştu...

Ülkenin ilk futbol ligi 1950 Dünya Kupası'ndan sonra nihayet kurulmuştu. Gözle görülür bir gelişme gösteren Bolivya'da bu lig ilk olarak 1960'ta tam anlamı ile oynanabildi. Arada geçen 10 yılda 54 ve 58 Dünya Kupaları'na katılamasa da ülke artık hem kulüpsel bazda hem de Copa America'da yavaş yavaş kendini de gösteriyordu. Bu dönemde ayrıca Club Bolivar takımında halen Bolivya milli takımının en golcü ikinci oyuncusu olan Víctor Ugarte efsanesi doğuyordu... Ugarte'nin milli takımın en golcüsü ünvanının kırılması 2001 yılında ancak Joaquín Botero ile olabildi. Bu durum bile daha sonradan Bolivya milli takımını çalıştıracak olan Victor Ugarte'yi ülkenin efsanesi yapıyordu... Sanıyorum Futbol Federasyonu binasının önüne dikilmiş olan heykeli de bunun en büyük kanıtı... Yine L. Hector Cristaldo'da efsaneler arasında... Zira Cristaldo en çok milli formayı giyen isim. Onun döneminde Bolivya milli takımı hiç şüphe yok ki en güçlü yıllarını yaşadı. Ülkenin üçüncü kez 1994'te Dünya Kupası'na katılması ve 1997'de Copa America'da final oynaması bunun en büyük kanıtı. 

Şimdilerde Bolivya Güney Amerika'nın Peru ile beraber en zayıf halkası olarak görülüyor. Bunda son yıllarda gösterdikleri Dünya Kupası eleme performansları çok etkili. Dünya Kupalarında Bolivya'nın son golünü İspanya'ya atan E. Sanchez'de Bolivya'yı çalıştırarak en iyi yerlere gelmesi için uğraşıyor. Biz her ne kadar sempatik bulup sevsekte Bolivyalı futbol dilencilerine inanılmaz yükseklikte Arjantin'e atılan 6 golden daha fazlası gerekiyor. 2010 hayalleri de gerçekleşmeyen ülke şimdi şansını önce Copa America'da sonra da kendi kıtalarında düzenlenecek olan Dünya Kupası'nda deneyecek...




+

Bir Göz Atın;







25 Nisan 2010 Pazar

The Footy Babe Kick #6 - KIYAK

-WAG of your day-

Ilary Blasi

Yengenizdir. Yan gözle bakanı çok ağır cezalar beklemektedir. Şaka be şaka. Kız zaten bakın edin diye "model" olmuş.

Zaten kendisiyle karşılıklı oturup dünya meseleleri çözecek değilsiniz.


Yamyam değilsiniz neticede, yiyecek değilsiniz kadını.
2005de Francesco Totti ile evlenmiştir. Chanel adında 1 kız, 1 de Cristian adında oğlan çocuğu yapıp muradına ermiştir. Çok taşş'tır. Darısı hepinizin başına' dır arkadaşlar.

(duydum amin dediniz)

Real Zaragoza - Real Madrid || Maç Sonu



Bölüm 34 istediğimiz gibi son buldu...

Aragon topraklarında alınan 1-2'lik galibiyet artık son 4 haftaya girilirken hem aradaki 1 puanın korunmasını, hem de şampiyonluğun takip edilmesini sağladı.

Maç öncesi yazımızda ilk onbir tahminimi yaparken Granero'yu beklediğimi yazmıştım. Fakat Pellegrini'nin artık dillere destan olmuş Gago aşkı halen devam etmekte... Burada defalarca söyledim, benim beklentim hep Gago'nun olduğu bölgede ya Lass'ın ya da Granero'nun oynaması yönünde. Yine tek laternatif Lass ve Granero değil tabii. M. Diarra'da uzun sakatlık döneminden çıkıp nihayet kadroya girmeyi başarıyor ancak o da takımda yerini alamıyor. Ben M. Diarra'yı uzun sakatlık dönemimden sonra çıktığı Racing Santander maçında çok beğenmiştim. Esasında Real Madrid orta alanının iyi huylu hırçınlıktan ve azimden Gago'nun varlığında ve Lass gibi bir oyuncunun ilk onbirde yokluğunda biraz uzak kaldığını söylemek mümkün. Maradona Gago'yu bir araba sileceğine benzetmişti. Bundan kastı Gago'nun ayağında topla sürekli olarak bir sağa bir sola gitmesiydi. Fakat Gago'nun bu oyun stili şu durumda Real Madrid'e maalesef ki pek bir yarar sağlamıyor. Gago Real Madrid'e geldiğinde yanlış hatırlamıyorsam yeni Redondo nidaları ile imzayı atmıştı. Durum pek öyle görünmüyor. Bu esasında farklı bir yazı konusu, maçın dışına çıkmayalım ancak şu durumda belki de Gago en fazla Galatasaray'ın işine yarayacaktır...

Arbeloa'yı pek beğendiğim söylenemez. Çok düz bir oyuncu olduğunu düşünsem de kendine sürekli ilk onbirde şans bulan bir oyuncu. Top rakip takımdayken yer tutması ve kademe anlayışı çok üst düzel olmasa da faydalı olabiliyor ancak top Real Madrid'in ayağındayken bekten yapması gereken bindirmeler maalesef gelmiyor, geldiğinde ise çok faydalı olamıyor. Arbeloa'nın oynadığı mevkiye Sergio Ramos geçtiğinde ise işler tamamen değişiyor. Tabi dünkü maçta Ramos'un defansın göbeğinde oynaması Albiol'un cezalı oluşundan kaynaklanıyor. Garay'ı ise daha önce de söylediğim gibi zaten pek beğendiğim söylenemez. Metzelder bu takımda oynayacak kapasitede de. En azından Garay'ın oynayabildiği bir defans kurgusunda o kendine rahatlıkla yer bulabilir. Tabi tüm bu konuşmalar içerisinde Pepe'yi unutuyoruz. Çapraz bağlarının kopması ile birlikte kendisine takımda Aralık ayından beri yer bulamıyor. Bu aldığı 10 maçlık cezasında eklenmesi ile yaklaşık 7 aydır Real Madrid forması giymemesi anlamını da taşıyor. Her ne kadar zaman zaman eleştirilse de Pepe sakatlık olamasaydı Real Madrid defansının yine vazgeçilmezi olacaktı...

Maç için benim açımdan en olumlu iki gelişme galibiyeti getiren 2 golün yanında bu gollerin Kaka ve 'nihayet' El Diablo Raul'den gelmesi oldu. Biri nihayet tekrar 'yüzüğünü öptü' diğeri de tekrar gökyüzüne baktı... Esasında sakatlık döneminden çıkan ve birçok olumsuz eleştiri alan Kaka'nında gol atması hem onun morali açısından, hem de bazı Real Madrid forumlarında kendis ile ilgili çıkan 'Dünya Kupası için riske girmiyor' söyelntilerini söyleyen taraftarların biraz olsun susmaları açısından iyi bir gelişme oldu. Ancak söylemek gerek, bende Kaka'nın zaman zaman kesinlikle hortlayan bir sakatlığı olduğunu düşünenlerdenim... Raul'un gol atması ise kesinlikle 'bir arkadaşa bakıp çıkıyorum' şeklinde oldu. Sakatlanan Van der Vaart'ın yerine girdi (Görünürde forvet arkasının yerine girse de maç içinde Forvetteki C. Ronaldo ile yerleri değişti) golünü attı ve yerini yine uzun sakatlık döneminden yeni yeni çıkmaya başlayan Karim Benzema'ya bıraktı. Zaten Raul'de maç sonunda yaptığı açıklamada hem tekrar gol attığı için, hem de tekrar yüzüğünü öpeildiği için çok mutlu olduğu söyledi... Real Zaragoza savunması Raul gibi gol koklayan bir adamı daha iyi marke etmesi gerektiğini maç sonunda anlamıştır büyük ihtimal. Kaka'nın ve Raul'un attığı bu iki gol sezon başından beri sıkıcı ve sahada kaybolan bir futbol oynayan ve yine bence düşmeyi hak eden Zaragoza karşısında zaferin garantisi oldu. 

Bir dahaki hafta rakip Bernabeu'da Osasuna. Son haftalara girilirken atılan 1 gol bile çok önemli. Hedeflenen 98 puana ulaşılması içinse zaten beraberliğe bile tahammül yok... 



Maçın Önemli Anları;


Fotoğraflar; Kaka @ realmadrid.com / CR9 & El Diablo @ getty images-goal.com

24 Nisan 2010 Cumartesi

Real Zaragoza - Real Madrid || Maç Öncesi


Bölüm 34...

Real Madrid bu kez 'Aragon' un başkentine, Zaragoza'ya doğru yola çıkıyor. 

İlk olarak şöyle diyeyim; Real Zaragoza bana isminin biraz karizmatik olmasının dışında pek bir şey ifade etmiyor ne yazık ki. Genel olarak takım profillerine bakarsak eğer 2003 yılından beri ya orta sıra takımı, ya da La Liga'dan bir alt lige düşüp orada fırtına gibi estikten sonra La Liga'da tekrar düşmemeye oynayan bir ekip görüntüsünde. Bu yönü ile Real Sociedad'a çok benzetirim Zaragoza'yı... 

Hemen ufak bir not iliştirelim kenara: Real Madrid 9 yılda Zaragoza deplasmanında 1 kez kazanabildi sadece. 

Real Madrid Casillas, Dudek, Arbeloa, Ramos, Marcelo, Metzelder, Garay, Gago, Diarra, Lass, Guti, Kaka, Granero, Xabi Alonso, Van der Vaart, Cristiano Ronaldo, Raul, Higuain, Benzema ile gidiyor Zaragoza'ya. Kaka ve Benzema kadrodalar. Benzema zaten iyileşmişti ancak Pellegrini henüz onu tercih etmiyor. Kaka'nın ise artık dönüşünü bekliyoruz ancak bu maça ilk onbir başlaması ile olmayacak. Kaka'nın yokluğunda zaman zaman iyi işler çıkartan Van der Vaart ise orta dereceli bir alternatif olduğunu gösterdi. Ancak Kaka'nın dinamizmi ve oyunu okuyan ve ona göre hareket eden yapısı Van der Vaart'ta yok maalesef... Kaybedilen Barcelona maçında Van der Vaart'ın oyunundan sonra Robben kalsaydı, o gitseydi cümlesini de kurmuştum halihazırda onu da belirteyim... 

Peki Real Madrid nasıl bir onbir ile sahada yer alacak?

Her zamanki gibi İker'den sonra defans hattının Marcelo - Garay - Ramos ve Arbeloa'dan oluşacağını düşünüyorum. Albiol'ün yokluğunda yine Sergio Ramos defanson göbeğine geçecektir. Orta alanda Guti, Alonso ve Granero'yu bekliyorum. Benim kişisel tercihim Granero'nun yerinde Lass Diarra'nın oynaması yönünde ancak Granero en azından Gago'dan iyidir demek şimdilik yeterli olacaktır. Daha önce Metzelder'i çok övmüştüm... Garay'ın yerine oynayabilirdi fakat sakatlıktan yeni çıkmış olması şimdilik bir dez zavantaj gibi... İleride Van der Vaart, Higuain ve Ronaldo her zamanki yerlerinde olacaklar. Özellikle söylemeliyim Higuain'den 2 gol bekliyorum bu maçta... 

Real Zaragoza La Liga'da henüz kalmayı garantileyemedi. 16. sırada bulunuyor ve bu durum hem Real Madrid açısından hem de Real Zaragoza açısından sıkıntı demek. Şampiyonluk yolunda bir Real Madrid, düşme korkusu yaşayan bir Real Zaragoza... Unutmadan Zaragoza2nın son beş haftada sadece Osasuna deplasmanında puan kaybettiğini de söylemek gerek. Bu iyi bir ivme gibi görünse de onların yavaş, sıkıcı ve dengesiz oyununun önüne geçemiyor maalesef.

Zaragoza'da 6 gol atan Honduras'lı Suazo en tehlikeli isim görünümünde. Yine onun arkasında oynayan Ander'i Cristiano Ronaldo ile kıyaslayanlar var... Marca gazetesi dahi ikili için 'düello' başlığını atmış, neler olacak göreceğiz...


Son olarak ligin ilk yarısındaki maçının golleri :

Fotoğraflar : El Pilar Katedrali, Zaragoza. (Maksat güzel bir giriş olsun. ) @ Flickr.

Ligin ilk yarısındaki maçtan @ Zimbio

1982 İspanya || Fransa - Kuveyt


Kuveyt 1982 Dünya Kupası'na katılarak zaten başlı başına bir sürpriz gerçekleştirmişti. Esasında onlar içib bu turnuva da yer almak bile yeterliydi. Kuveyt 4. Grupta Fransa, İngiltere ve Çekoslavakya ile eşleşmişti. Bu grupta sonuncu olacağı zaten belliydi ancak Kuveyt milli takımı sempatikliği ile hemen ön plana çıkıyordu.

Fransa ise 1982'nin en iyi futbolunu oynayan takımlarından biriydi...

Platini,

Genghini,

Bossis,

Ufak ama futbolu büyük Giresse...

Fransa ile Kuveyt grup 4'te karşı karşıya geliyorlardı. Fransa yıldızları sayesinde sahanın da tek hakimiydi. Goller de sırasıyla gelmiti... İlk gol şahaneydi. Genghini serbest vuruşta topu ağlarla 'seviştirmişti' adeta. Sonra Platini 27. yaş günü hediyesini kendi kendine veriyordu; 2-0. İkinci yarı da Six'in golü ile başlamıştı. Fransa tam da gol rekoruna gidiyor denmeye başlamışken Kuveytliler bir anda silkinmişlerdi. Bu şahlanma Kuveyt'e gol getirmişti. Al Boulushi durumu 3-1 yapmıştı.

Peki ya Sonra?

Ufak tefek Giresse harika oyununu sürdürüyordu. Yine organize bir ataktan sonra Fransa'nın 4. golünü atmıştı. Sovyet hakem Miroslav santrayı gösterdiğinde Fransa 4-1 öndeydi. İşte bu esnada bu maçın tarihe geçmesine neden olacak gelişmeler yaşandı...

Golden sonra bütün Kuveytli futbolcular hakemin etrafını sarıp itiraz etmeye başladılar. Daha önce yedikleri 3 golde sesi çıkmayan Kuveytliler çıldırmış gibiyidi. Birden saha kenarına koşan Kuveytli futbolcular tribüne doğru bakıyorlardı. Tribünde baktıkları isim Kuveyt futbol federasyonu başkanı Şeyh Ahmet'ti. Ayağa kalkan şeyh eliyle oyunculara birşeyler söylemeye çalışıyordu. Bunun üzerine Kuveytli futbolcular sahayı terkt etmeye başladılar. Saha komiseri bunu engellemek için oradaydı fakat nafile...

Şeyh'te çoktan tribünden inmiş ve sahaya gelmişti. Şeyh le beraber Sovyet hakem, İsveçli yardımcıları ve daha birçok yetkili uzun uzadıya tartıştılar. Kuveytliler golde kural hatası olduğunu söylüyolardı. Uzun tartışmaların ardından herkes köşesine çekildiğinde Fransa'nın golü iptal edilmişti. Bu kez de sahaya dalan Frasnsa teknik direktörü Hidalgo'ydu... Fakat Şeyh Ahmet baskın çıkmıştı...

Oyun 3-1'den devam etti...

Ne var ki, Fransızlar o hırsla hemen Kuveyt kalesine inmişler ve bu kez kimsenin hayır diyemeyeceği bir golle durumu 4-1 yapmışlardı. Golü atan Bossis'ti. Bu olaylı maçın da son golüydü.

Tüm bu olanlara rağmen Sovyet hakem maçı bitirdiğinde iki takım futbolcuları inanılmaz bir centilmenlik içinde forma değiştirmişler ve birbirlerine sarılmışlardı.

Şeyh Ahmet ertesi gün bir basın toplantısı düzenleyerek " Mafya FIFA'nın yanında hiç kalır..." diyerek müthiş bir söz etmişti...

25.000 İsviçre Frangı ceza alan Kuveyt'te aynı zamanda Şeyh Ahmet'in maçlara girmesi yasaklandı...




Kuveytliler kimi peçeli, kimi başörtülü, kimi başı açık ama yöresel kıyafetleri ile turnuva boyunca ilgi uyandırmış, tribünleri renklendirmişlerdi... Tabii Frasna maçında yaşanan bu olaylar Kuveyt milli takımını ünlü yapan esas neden olarak hatırlandı hep... Kuveyt sonuncu olup elendi, Fransa'ya da Yarı finalde Federal Almanya dur diyebildi...



23 Nisan 2010 Cuma

23 Nisan 2003 || Man Utd - Real Madrid


23 Nisan'ıda bir şekilde futbola bağlayalım bakalım...

Yakın tarihte 23 Nisan günü oynanan karşılaşmalara şöyle bir göz attım... En ilgi çekici olanı ve zevkli geçeni şüphesiz 2002-2003 sezonu Şampiyonlar ligi çeyrek finalinde Old Trafford'daki ManU- Real Madrid eşleşmesi...

İlk maçı Real Madrid Santiago Bernabeu'da 3-1 alıp rahat gelmiş Old Trafford'a. Ancak Kırmızı şeytanlar Madrid'de attığı 1 golün avantajını kullanıp turu geçmek niyetinde. Fakat işler öyle yürümüyor... 

Önce Ronaldo Guti'nin 'alışıldık' pası ile Ferdinand'ıda ekarte ederek durumu 0-1 yapıyor. O andan sonra ManU durumun ciddiyetini anlıyor ve Solskjaer'in katkısı ile Nistelrooy durumu 1-1 yapıyor.

Real Madrid attığı 2. golde başrollerde Salgado, Guti, Zidane, Figo, Roberto Carlos ve Ronaldo'nun olduğu bir resital sergiliyor. Real Madrid ManU ceza sahası önünde pas yaptıkça Old Trafford tribünlerinden de 'uzaklaştırın şu lanet topu' der gibi uğultu yükseliyor, fakat Ronaldo bu güzel atağı golle bitiriyor.

ManU'nun 2-2 yaptığı gol ise çok ilginç... Veron getiriyor, Helguera kendi 'ağlarını' müthiş bir topuk pası ile buluyor...

Gol düellosu yine Ronaldo ile devam ediyor. Büyük bir usatlık ceza sahası dışından attığı 3. golü onun ne kadar tehlikeli olduğunu tekrar kanıtlıyor... Ancak sahadaki tek usta ayak o değil elbet... Becks harika bir frikik golü ile takımını canlandırıyor. Bu hareketlenme ManU'ya 4. golü de getiriyor ancak yarı finale çıkan Los Galacticos oluyor...


90'lı Yıllardan Günümüze Kıymeti Bilinmeyen 20 Yabancı Oyuncu

KIYMETİ BİLİNMEYEN 20 YABANCI OYUNCU
(90'LI YILLARDAN GÜNÜMÜZE)


Yabancı futbolcular günümüzde takımlarımız içinde çok önemli işlevlere sahipler. 90 ve sonrasında 2 yabancı oyuncu kontejanının arttırılmasıyla ülkemize bir çok yabancı oyuncu geldi. 90'lar ve 2000'ler boyunca birçok iyi oyuncuyu da, ya biz anlayamadık, ya sabretmedik yada zorla kaçırttık...

Öncesinde listeye giremeyenlerden bazılarını yazayım, bunlar kötü oyuncular değildiler ama ya uyum sağlayamadılar ya da haklı sayılabilecek sebeplerle gönderildiler:

Fenerbahçe: Washington, Nicola Lazetic (yan resimde), Sergio, Fabiano Lima, Robert Enke, Fabio Luciano, Ivalio Petkov

Galatasaray: Sebastian Perez, Robert Spehar, Christian, Sergio Almaguer, Barry Venison, Brad Friedel, Roman Kosecki, Ulrich Van Gobbel, Cesar Prates


Beşiktaş: Marcus Münch, Amaral, Florin Maldrasanu, Jamel Sellami, Juanfran Garcia, Oliver Schafer, Miroslav Karhan, Pascal Nouma, Jaroslaw Bako, Stefan Kuntz

Trabzonspor: Runnar Lange, Karel Rada, Victor, Archil Arveladze


Diğer Kulüpler: Zelenka (Vestel Manisa), İbrahim Ba (Çaykur Rize), Mirza Varesanoviç (Bursaspor)


Ribery'yi klasman dışı tutuyorum. Taraftar da, kulüp de onun kıymetini bilmişti ama yöneticilerin acemiliği yüzünden elden uçtu. İstanbulspor'lu Salenko'yu sakatlık bitirdi, Alman kaleci Aumann ise geldiği sezonun sonunda futbolu bıraktı. Bunlar da klasman dışı. Bir başka klasman dışı tuttuğum isim ise Letchkov. Profesyonelliğie ayrıkırı hareketleri yüzünden uyarılınca tası tarağı toplayıp ülkesine kaçmıştı. Bunlar kıymeti bilinen ama çeşitli sebeplerden giden oyuncular.

Hakan Yakın ve Murat Yakın'ı ise (ikisinin de değeri bilinmemiştir) İsviçre milli takımında oynamalarına rağmen Türk asıllı oldukları için listeye dahil etmedim.

Bunlar ise maalesef değerini bilemediğimiz, hak etmediği halde gönderilen, haksızca eleştirilen ve Türkiye Lig'lerinde çok daha uzun süre oynamasını dileyebileceğimiz 20 iyi yabancı futbolcu...



20. Peter Van Vossen (İstanbulspor)
95-96 sezonunda Cem Uzan İstanbulspor'u satın aldığında kesenin ağzını açmış, bir çok iyi oyuncuyu takıma katmıştı. Oğuz, Aykut, Gökhan Keskin, Ömeroviç derken, Hollanda'dan da Van der Brom ve Van Vossen'i getirmişti. Peter Van Vossen, Beveren ve Anderlecht'te parlamış daha sonra Ajax'a transfer olmuştu. Düzenli olarak forma giymiyordu ama kumaşı belliydi. Hollanda Milli Takımı'nın 1994 Dünya Kupası kadrosundaydı. İstanbulspor'a geldiğinde sadece 16 maç oynadı. Ve bu 16 maçta da gayet iyi oynadı. 5 gol kaydetti, asistler yaptı, rakip defansı yıprattı. O zamanlar forvet ille de 25 gol atmalı diye bir düşünce tarzı olduğundan İstanbulspor'dan gönderildi. Tekniği makul, dayanıklılığı üst düzeyde bir oyuncuydu ve her Hollandalı gibi istikrarlıydı. İstanbulspor'dan gittikten sonra Rangers ve Feyenoord gibi iyi takımlarda uzun süre oynadı. Hollanda milli takımının 2000 Avrupa Kupası kadrosunda yer aldı. 31 kez milli olup 9 gol atan Van Vossen kesinlikle gönderilmemeliydi. Ligin iyi yabancılarından biriydi. Özellikle kaliteli yabancıların akın etmediği o günlerde...

19. Zlatko Yankov (Beşiktaş)
Yankov Bulgar futbolunun "Altın takımı"nın bir parçasıydı. 1994'te Dünya dördüncüsü olan takımın ortasahasında defansif meziyetleriyle önemli yer tutuyordu. Beşiktaş'a ilk geldiğinde pek çok yazar tarafından beğenilse de, daha sonraları nedense gözden düştü. Ayakları düzgün, tek pası iyi bilen, yerinde müdaheleler yapan bir ön-liberoydu. İkinci sezonundan sonra Beşiktaş'tan gönderildi ve Cem Uzan destekli Adanaspor onu kaptı. Yankov burada fazla dayanamadı ve ülkesine döndü. Yine Türkiye dönüp Gençlerbirliği ve Vanspor'da iki elin parmaklarını geçmeyecek sayıda maç oynadı. İkinci Türkiye seferini saymıyorum elbette ama Beşiktaş dönemlerinde gerçekten iyi oynuyordu. Neden gönderildi hiç de anlamadım ben. Nitekim gittikten sonra o bölgeye kimi aldılarsa tutmadı, taa Giunti'ye kadar hem de...



18. Zoran Mirkoviç (Fenerbahçe)
Zoran Mirkoviç, Atalanta'da yıldızı parlamış, daha sonra da Juventus'a transfer olmuş bir oyuncuydu. 2 sene formasını giydiği Juventus'ta genelde yedek kalmış ve sadece 27 maça çıkmıştı. Fenerbahçe'ye geldiğinde, Türkiye liglerinde en iyi markaj yapan adam olarak anılmaya başladı. Hırslı futbolu ve topa girmeye korkmayan mentalitesiyle Fenerbahçe'nin şampiyonluk kazanmasına yardımcı oldu. Yugoslavya takımında banko forma giymeye başlamıştı. İki sezon başarılı geçti ama üçüncü sezon takım halinde başarısız geçince, oyuncu kıyımı yaşandı. Pekçok iyi oyuncuyla beraber o da haksız bir şekilde kapı dışarı edildi. Partizan'a geçti ve futbolu burada bıraktı. Şu an mücadele eden oyuncu arayan Fenerbahçeliler için faydalı bir oyuncuydu. Türk Ligi'nde daha uzun süre forma giyebilecek performansı göstermişti açıkçası.





17. Alvaro Del Solar (Beşiktaş)
Perulu futbolcu Del Solar, Beşiktaş'a geldiğinde ilk maçlarda oldukça beğenilmişti. Ben de beğenmiştim ama takım kötü gidiyordu. Takım kötü gittikçe futbol bilgisinden şüphe ettiğim bazı adamlar Del Solar'ı da eleştirmeye başladılar. Del Solar ahım şahım bir futbolcu değildi ama tam bir görev adamıydı. Çok koşuyor, az top kaptırıyordu. Bölgesinin kilit özelliklerinden biri de bu. Defansif orta saha oynayan adam bunu yapmalı. Ama bazıları ondan 40-50 metrelik paslar atmasını bekledi demek ki. Del Solar da bu koşullarda takımda sadece bir sezon kaldı ve ertesi sezon gönderildi. Ofansif orta saha da oynayabilen, kaliteli bir oyuncu daha böylece harcanıyordu Beşiktaş'ta...




16. Falko Götz (Galatasaray)
Falko Götz, Galatasaray'a Köln'den gelmişti. Derwall'in yardımlarıyla Galatasaray kaliteli bir defans oyuncusuna kavuşmuştu. Yıl ise 1992'ydi. Doğu Almanya'nın Yugoslavya ile yaptığı maçta bilerek kırmızı kart yiyip, Batı Almanya'ya iltica ettiği için Dünya futbolunda tanınıyordu. Libero mevkinde oynayan Falko geldiği andan itibaren Galatasaray'da oldukça iyi oynamaya ve herkesin takdir ettiği bir defans oyuncusu olmaya başlamıştı. İleri çıkıp attığı goller de ayrı bir artısıydı. İki sene Galatasaray'da kaldı ve 1993-94'te şampiyonluk yaşadı. Kontratının bitimine 4 ay kala yeni kontrat isteyince, yönetim buna yanaşmadı. Bu yüzden Götz ile Galatasaray arasında gerilim başladı. Yöneticiler onur meselesi yapıp geri adım atmayınca, Bundesliga'ya geri dönmüştür. 3 sene daha aktif futbol oynamıştır. Yöneticiler yüzünden Türkiye'den erken kopmuştur.



15. Mattias Asper (Beşiktaş)
Asper, Daum'un isteğiyle Beşiktaş'a getirilmişti. Ama o dönem Beşiktaş iki yabancı kaleciye sahipti. Diğer kaleci kariyeri daha iyi görünen Thomas Mhyre'ydi. Daum'un tercihi Mhyre'den yana oldu. Ama bu karar kesinlikle yanlış karardı bana göre. Asper sonradan oyuna girdiği her maçta 2-3 önemli kurtarış yapıyordu. Mhyre ise adeta hatıraları ile oynuyor ve "kumbara" goller yiyordu. Daha sonra 2008 Avrupa Kupası elemelerinde bize hediye ettiği bir de gol var, onun için teşekkür ederiz. Ama Matthias Asper gibi, çok daha iyi bir kaleciyi harcattığı için teşekkür edemeyeceğim. Daum kaleci tercihini her zamanki gibi yanlış yaptı ve sonucunda Beşiktaş o sene ligde başarısız oldu ve Daum da başka bir takıma geçti. Asper de sezon sonunda Beşiktaş'tan ayrıldı. Sonra Daum gittiği Austria Wien takımında kimi transfer etmek istese beğenirsiniz? Mhyre'yi değil tabi, Asper'i. Madem Asper'i tercih ediyordun da niye oynatmadın yahu? Bunu hiç anlayamadım bugüne kadar. Beşiktaş kalesi son yıllarda takıma gelmiş en iyi kaleciyi kaybetti. Asper günümüz Rüştü'sünden, Hakan'ınından, geçmiş senelerde yer alan Runje'lerden falan çok daha iyi bir kaleciydi...




14. Sergiy Rebrov (Fenerbahçe)
Sergiy Rebrov Dinamo Kiev'in altın çocuğuydu. Shevchenko ile birlikte iyi bir eküri olan Sergiy, büyük transfer ücretleriyle Tottenham'a geçmişti. Burada 60 maçta 10 gol atması yeterli bulunmamış ve yıldız oyuncu ikinci sezonunun devre arasında Fenerbahçe'nin yolunu tutmuştu. Fener'in çalkantılı dönemlerinden birine denk gelen Rebrov ilk sene çok ahım şahım oynamasa da katkıda bulunmuştu. İkinci sene ise forvetten çok 10 numara'da, yani forvet arkası gibi oynatılmıştı, zaten Dinamo Kiev'de de böyle onardı. Araya bir sakatlık girdi. Sezon sonlarına doğru ise altın yedek oldu. Sonradan oyuna girdiği maçlarda oyunun gidişatını değiştirecek hareketler yaptı. Önemli goller kaydetti. Sezon sonunda gönderilmesi gündeme geldiğinde, Daum kalmasını isterim aslında ama yabancı kontejanı yüzünden gönderiyoruz gibi bir açıklama yapmıştı. O an için uygun karar gibi görünse de bir sezon daha kalsa, Dinamo Kiev'deki Rebrov'u görebilirdik gerçekten. Fener'den sonra West Ham ve Dinamo Kiev'de oynadı. Bir ön-eleme turunda Fenerbahçe'yi eleyen Dinamo Kiev'in ilk 11'inde taraftarlara çok çektirdi. İki maçta da iyi performans gösterdi. En son Rus Ligi'nde şampiyon olan Rubin Kazan kadrosunda yer alıyordu.


13. Ronny Johnsen (Beşiktaş)
Gönderilmesine en kızdığım adamlardan biridir Johnsen. 95-96 sezonunda Beşiktaş'a geldiğinde birçok "bilgili!" spor yazarı "bu adam topçu mu yahu" diye görüş belirtiyorlardı. Gösteriş ve istikrarlı oynamanın takdir görmediği bir ülkede futbol izliyoruz maalesef. Adam mücadelesini eder, topunu kapıp yanındakine atarsa, o kötü futbolcudur! İlle de 60 metre pas çıkaracak, rövaşata ile defanstan uzaklaştıracak. Aynı zamanda da kale içinden her maç beş tane gol çıkaracak! Bunları yapan buluyorsanız, o adam ya atlara verilen doping maddelerinden aldı, ya da dünya dışından geldi. Bunları yapamadığı için Johnsen takımdan gönderildi. Peki Johnsen kendine hangi takımı buldu? Manchester United'ı. Futbol dahisi kurt teknik adam Alex Ferguson onu kadrosuna kattı ve sıkça da şans verdi. 1996-2002 yılları arasında takıma kaptanlık bile yapan Ronny, daha sonra Aston Villa'da da başarılı oldu. Daha sonra iyice yaşlandığında Newcastle'a geçti. Orada bile başarısız olmadı. Defalarca Norveç milli takımı forması giydi. İşte bizim toptan anlayan o yazarlarımız da Ronny Johnsen'in gidişine kına yakmadılar maalesef. Hâlâ iddia edip dururlar bazıları "o adam nasıl Manchester'da oynadı anlamıyorum" diye. Anlamazsın tabi...


12. Kevin Campbell (Trabzonspor)
Kevin Campbell'ın Trabzon hikayesi de bana hüzün verir ve üzülürüm. Yıllarca Arsenal ve Nottingham Forest forması giyerek kendini kanıtlamış bir isimdi. Belki bir macera, belki de daha kuvvetli bir geri dönüş için Türkiye'ye geldi. Yırtıcı santrafor prototiplerinden birisiydi. Güçlü, hızlı ve seriydi. Gol vuruşları mükemmel değildi ama üç maçta bir gol atardı. Trabzon'a geldiği ilk sene vasat bir oyun çıkardı ama Trabzon onun için sabretti. Premier Lig'deki maçlarını takip ediyorduk daha önceden zaten. Sene sonunda tam açılmış ve goller de bulmaya başlamıştı ki, kulüp başkanı Mehmet Ali Yılmaz'ın densiz açıklamaları ile kulüpten soğudu. Mehmet Ali Yılmaz "Biz bunu Gol Makinesi diye aldık, çamaşır makinesi çıktı" ve "Bizim rengi bozuk bir yamyam oyuncumuz" var diye son derece yersiz ve sevimlilikten uzak açıklamalarından usandı (bunları söylerken espri yapıyorum sanıyor ve sırıtıyordu TV'lerde) ve İngiltere'ye geri döndü. Everton formasıyla iyi maçlar çıkardı. Türkiye'nin de hanesine yazılan bu ırkçı yakıştırmalar ise iyi bir oyuncuyu ligimizden kopardı. Yazık da oldu...


11. Mario Jardel (Galatasaray)
Mario Jardel Galatasaray'a Avrupa Gol Kralı ünvanıyla gelmişti. Porto formasıyla 125 maçta 130 gol atmıştı. 2000-01 sezonunda Türkiye'ye son UEFA Şampiyonu Galatasaray'a geldiğinde herkes büyük transferi konuşuyordu. Bonservisin bir kısmını Telsim ve Cem Uzan karşılamıştı. Galatasaray formasıyla Süper Kupa finaline çıktı, golünü de attı. Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek final oynayan takımın forvetiydi. 24 maçta 22 gol atarak çok iyi bir performans gösterdi. Avrupa Kupaları ile birlikte 34 gole ulaşmıştır. Fakat yavaş olması ve oyunun büyük bölümünde kaybolması nedeniyle eleştirildi. Karısının eski bir porno yıldızı olması da Türkiye'de başını ağrıtan bir etken oldu. Takım adına istatistiksel olarak iyi işler yaptı ama günümüz futboluna uyulmayacağı düşünülüyordu. Benim görüşüm de bu yönde aslında. Jardel gibi durarak oynayan bir oyuncuysan, markajın kolay olur ve uzun vadede başarılı olamazsın. Yine de bunca yıl, bunca gol atan bir oyuncu gördermek de üzücü. O yüzden Galatsaray taraftarının taktığı lâkapla "Süper Mario Jardel"i listede orta sıralara koyuyorum. Galatasaray bu oyuncunun stilini biliyordu yada ününe kandı. Ya hiç almayacaktı, yada alıp kadrosunda tutacaktı. 35 gol attığı bir sezonun ardından takımdan uzaklaştırılmak haksızlık olsa gerek... Bu arada Jardel daha sonra gittiği Sporting'de 49 maçta 53 gol attı ama sonra sakatlanınca Ancona, Bolton, Newell's, Alaves, Goias, Beira-Mar ve Anorthosis gibi takımlarda hiç başarılı olamadı. Şu an Avustralya liginde top koşturuyor ve 31 maçta sadece 1 golü var...


10. Manuel Dimas (Fenerbahçe)
Yine çok kızdığım gönderiş hikayelerinden biri. Fenerbahçe'ye geldiği andan itibaren iyi futbol sergiledi Dimas. Portekiz milli takımının da sol bekiydi. Fuleli adımları ve iyi tekniğiyle işe yarıyordu. Ayrıca Juventus gibi bir dünya devinden transfer edilmişti. Ama o sene Fener yöneticileri Türk milli takımının iskeletini Fenerbahçe oluştursun hevesine girip, Ogün ve Abdullah'ı transfer ettiler, Dimas'a yol verdiler. Aynı mevkide oynayan Abdullah Ercan elbet iyi oyuncuydu. 3 sezon Fenerbahçe'de kaldı ve sadece son sezonunda iyi oynadı. O sezon da onu yolladılar. Dimas ise Standart Liege'ye gitti ve kariyerine orada devam etti. Portekiz milli takımının sol beki olmaya da devam etti. Standart Liege antrenörünün dediğini hatırlıyorum; "Fenerbahçe o kadar iyi bir takım mı ki, Dimas'ı istememiş" diyordu. Evet, o zaman Fener'i Avrupa'da pek tanıyan yoktu. Dimas ise gelmiş iyi yabancılardan biriydi. Haksız bir şekilde gönderildi.


9. Kennet Andersson (Fenerbahçe)
Kennet Andersson yıllardır Türk futbolseverin takip ettiği bir futbolcuydu. Dünya'da üç beş tane olan pivot santrafor modelindeydi. Hava toplarında etkili, fizik olarak kuvvetli. Fenerbahçe'nin Hakan Şükür'ü olmaya gelmişti. İlk sezonun ilk yarısında 10 gol kaydetti ve çok da iyi oynadı. Fenerbahçe taraftarı da onu sevmişti. Sonra ayağı kırıldı ve sezonu kapattı. İkinci sezon ise "eski Andersson değil, kötü oynuyor, gönderilsin" homurdanmaları mevcuttu. Aslında kötü falan oynamıyordu Andersson. Yine her hava topunu indiriyor ve mücadele ediyordu. Ama bizim basınımız ikinci sezonunda adama emekli muamelesi yapmaya başladı ki, çok da boğuşuyordu rakip defansla. Gitsin, gitsin dendi ve gitti. Şimdi ise hakkında "bir kısım sadece iyiydi" derken, bir kısım "yok yahu oynamadı hiç" diyor. Halbuki Andersson hep iyiydi. 73 maçta 19 gol atması yeterliydi onun için. Çünkü asistik forvetti ve defansı yoruyordu. Hava toplarında da etkiliydi. Millet istatistiğe takıldı. 34 yaşında gönderilmesi haklıydı belki ama yapılan eleştiriler haksızdı...






8. Tijiani Babangida (Gençlerbirliği)
Sen ki Gençlerbirliği'sin ve Babangida gibi bir adamı kadrona kiralamayı beceriyorsun. Babangida Şampiyonlar Ligi'ni alan Ajax takımının banko adamıydı ve fırtına gibi kanattan inerdi. Sağ kanatta daha iyi bir ofansif oynuncu düşünemezdiniz o senelerde. Gençlerbirliği'ne zaten Ajax'tan kiralandı. Belki de kendini bulması için. Babangida oynadığı maçlarda dört büyüklerde dahil herkesi dağıttı. Çok hızlı oluşunun yanı sıra, tekniği de fena değildi. Sezon sonunda Alex ile asist krallığını paylaşmıştı. Ama kiralık anlaşması bitince, Gençlerbirliği oyuncunun peşine düşmemeyi kararlaştırdı. Belki de İlhan Cavcav'ın esnaf zihniyetiyle "daha sonra para etmez bu" denmişti ve kulübe kazandırılmamıştı. 2001-02 sezonunda geldiği Türkiye'den sezon bitince ayrıldı. 2002 Dünya Kupası'nda Nijerya kadrosunda yer aldı. Gençlerbirliği onun kıymetini bilemedi. 29 yaşında oluşuna alandı. Ben onu daha fazla izlemek isterdim açıkçası...



7. Marijan Mrmic (Beşiktaş)
Mrmic, Aumann ve Fevzi fiyaskolarının ardından Beşiktaş'a gelmişti. Hırvat milli takımının ikinci kalecisi konumundaydı ama bence birinci kaleci Ladiç'ten daha iyiydi. Beşiktaş'a geldiğinde gerçekten çok iyi maçlar çıkardı. İki sezon boyunca 51 maça çıktı ve Beşiktaş kalesi döneminin en rahat sezonlarını yaşadı. İyi bir fiziği, kendinden emin bir duruşu vardı. Yeri gelince köşe kapatır, yeri gelince uçardı. Ama bazılarına çok da sempatik gelmedi, çünkü kaleci dediğin direkten direğe uçmalı, "artist" olmalıydı onlara göre. Mrmiç'i hiç anlamadılar, iyi kaleci olduğunu da anlamadılar ki, sadece iki sezon geçtikten sonra hiçbir hatası yokken Beşiktaş'tan uzaklaştırdılar. Toshack yabancı hakkını kaleye kullanmak istemiyormuş! Garip, adam son 10-15 yılda Türkiye Ligi'ne gelmiş en iyi kalecilerden biriydi aslında.




6. Emil Kostadinov (Fenerbahçe)
Kostadinov Fener'e geldiğinde büyük yıldızdı. Kariyerinde Bayern Münih, Deportivo ve Porto gibi zamanın kuvvetli takımlarının ismi vardı. Ayrıca 1994'te Dünya Kupası'nda dördüncü olan takımın forvetiydi. Bazen forvetin tam ortasında, bazen de sağ kanada yakın oynardı. Süratliydi, iyi çalım atardı ve de gol vuruşları da kötü değildi. Fenerbahçe'ye geldiğinde en büyük problem 3+1 yabancı kontejanıydı. Uche ve Högh'ü bozma riskini alamıyordu antrenör. Okocha zaten takımın yıldızıydı. Kabak burada Kostadinov'a patladı. Fenerbaçhe'deki zamanının çoğunu yedek kulübesinde geçirdi. 4-0 mağlupken ikinci yarıda oyuna girdiği ve hat-trick yaparak skoru 4-3'e getirdiği ama Fenerbahçe'nin kazanamadığı Trabzon maçı en akılda kalıcı maçıdır. Fenerbahçe'nin Şampiyonlar Ligi maçlarında ise direk oynadı. Hatta şu efsanevi Manchester United galibiyetinde oynuyordu. Ertesi sene yabancı kontejanı 4 olarak belirlenmesine rağmen, Kostadinov yollandı. 28 lig maçında 8 gol atabilmişti ama kalitesini oynadığı her maçta gösteriyordu. İlk 11'de düzenli oynasa daha iyisini becerebilirdi. Sezon sonunda Fener onu Meksika'ya yolladı maalesef. Sadece taraftarına yeni transfer sunabilmek uğruna.


5. Brian Steen Nielsen (Fenerbahçe)
İşte hiç anlamadığım bir gönderiliş hikayesi de budur. Gerçi kendi istedi ama Brian Steen Nielsen kendine gerekli değerin verilmediğini düşüyordu. Danimarka milli takımında defansif orta saha görevinde bulunan bir oyuncuydu. Fenerbahçe'de ise o mevkide başarılı oyuncular vardı. O yüzden sol açık ve ender olarak da sol bek olarak görev aldı. Eksiksiz olarak oynadığı her maçta başarılı oldu. Rüzgar gibi kanada iner, sonra da geriye yerden bıraktığı paslarla çok iyi asistler yapardı. Sert de şutlar vururdu. Yine istikrar bizimkilere yaramadı. Satmaya karar verdiler nedense. Danimarka milli takımı daha bir sene önce Avrupa şampiyonu olmuştu. 1993'te Nielsen bize gelmişti. O takımın bir sene sonraki ilk 11'inde oynuyordu. Kalitesi Danimarka'da kabul edilmişti. Zaten Fenerbahçe'den dönünce yıllarca Danimarka milli takımında oynadı. 2002 Dünya Kupası kadrosunda bile yer aldı. Çok yaşlanıncaya kadar oynadı. Sol kanatı müthiş kullanan sarı fırtına Nielsen'in değerini bilemedik, küstürüp kaçırdık.




4. Federico Giunti (Beşiktaş)
Feederico Giunti çok önemli bir oyuncuydu. Milan'da yıllarca yedek bekledikten sonra Beşiktaş'ın yolunu tutmuştu. Başta ben de dudak bükmüştüm ama daha sonra izledikçe adamın kalitesini anladım. Ön-libero'da oynayan Giunti toplara, hem de ilk toplara sağlam basar, mümkün olduğunda mücadele ederdi. Pası, şutu da vasatın üzerindeydi. Ama en önemlisi bu adamın oyunu okuyuşu önemliydi. Zago-Ronaldo ve Giunti tandemi Beşiktaş'ın o sene şampiyon olmasını sağlamıştı. Nedense ikinci sezonunun sonunda o da gözden çıkarılmıştı. Süper bir adamdı bana göre. Ortasahaya bir defansif orta saha arıyorsanız, Giunti'den iyisi yoktu o dönem. Sebebini bilemediğim bir şekilde Brescia'nın yolunu tuttu. Belki de ikinci sezon kaçan şampiyonluğun etkisiyle yönetim bir değişim havası estirmek istemişti. Ama bu değişme kurban edilecek son adam Giunti olmalıydı. Beşiktaş Giunti'yi satarak kendi kuyusunu kazdı. O günden beri bir Ernst geldi ama o da Giunti değil.



3. Vioriel Moldovan (Fenerbahçe)
İşte bu adamın gönderilişini hiç anlamamışımdır. Viorel Moldovan Fenerbahçe'ye geldiği ilk senenin ilk yarısında sadece 1 gol atabilmişti. Ama ben iyi bir adam olduğunu anlamıştım. Çapraz koşularla defansı üstüne çekiyor, arkasından gelecek oyunculara büyük boşluklar yaratıyordu. Mücadeleci ve koşan bir oyuncuydu. Sezonun ikinci yarısında tam 18 gol atarak sezonu 19 golle tamamladı ve herkes o sezon boyunca Moldovan'ın adını konuştu. İkinci sezonunda da parlak performansını devam ettirdi. Baliç ile iyi bir forvet ikilisi oldular. 15 gol de bu sezon attı. Romanya milli takımının da banko santraforuydu. 1994 Dünya Kupası, 1996 Avrupa Kupası, 1998 Dünya Kupası, 2000 Avrupa Kupası ve 2002 Dünya Kupası boyunca da Romanya milli takımının santraforluğunu yaptı. Tüm bu başarılara rağmen nedense sezon sonunda Nantes'e satıldı ve Viorel gollerine orada da devam etti. Moldovan gol atmış diye haber gelir, Fenerbahçe'li olan ben de "ah be niye sattık şu adamı diye düşünürdüm hep". Sahi niye sattık biz bu adamı?





2. Felipe (Galatasaray)
20 kişilik listemdeki üçüncü Galatasaray'lı oyuncunun Felipe olması şaşırtıcı değil. Galatasaray Hagi, Popescu, Filipescu ile 5-6 seneyi kapadı zaten. Bu oyunculara diyecek lâf yok. Hepsi de el üstünde tutuldu. Ondan sonra gelenler ise listeye giremeyecek kadar kalitesizlerdi. Jardel'i satıp, alınan bir avuç yabancı forma giymeden gittiler. Skora değil, spora bakarsak Jardel'in gidişi haklı sayılabilir aslında. Ama Felipe öyle mi? Felipe geldiğinde kıvrak bilek hareketleriyle Galatasaray seyircisinin ilgisini çekmişti. Zaman zaman Brezilya milli takımında da oynayan oyuncu, Sergen'in Türk versiyonu olarak anılmaya başlamıştı. Ama bizim otoriter Fatih Terim ona pres yapma görevi verdi. Koşmayana yer yok felsefesini, pres yapmayana yer yok sanan Terim (ne hikmetse Colin Kazım'ı oynatıyordu milli takımda) onu harcadı bir anlamda. Çünkü bana göre Alex'ten daha iyi bir adam olabilirdi kalsaydı. Kaldığı kısa sürede iyi istatistiklere ulaşmıştı zaten. Bu adamı daha çok izleyebilirdik yani. Galatasaraylı pekçok dostum gidişine üzgün bu adamın. Kıymeti bilinmedi bence de...





1. Ariel Ortega (Fenerbahçe)
Listeyi yaparken 1 numaram banko belliydi. Fenerbahçe'li olmamla da bir alakası yok. Bu adam ki Messi piyasada yokken, Maradona'nın veliahtı kabul edilen adamdı. Üç Dünya Kupası'nda forma giymişti. 97 kez Arjantin milli olmuştu. Müthiş bir tekniği vardı. Karşı defansı hallaç pamuğu gibi silkeler, müthiş çalımlar basardı. Hızlıydı da. Belki de yerine oynayabilecek 10 tane adam varken, o Arjantin milli takımında 10 numaranın sahibiydi. O, Ortega'ydı. Benim de o dönemlerde en sevdiğim futbolcuydu. Geldiğinde havalara uçmuştum. Ama gelir gelmez, Lorant onu yedek bıraktı. Disiplinli Alman ya! Şampiyonlar Ligi ön-elemesinde Feyenoord'a karşı bile oynatmadı.Daha sonra Fener'e gelen, Feyenoord'lu Hooijdonk "anlaşılmazdı" diyor; "Biz o oynayacak, nasıl önlem alırız diye düşünürken, antrenörü onu oynatmadı." Daha sonra Ortega ligde oynadı. Her takım ona karşı iki markajcı verdi. Buna rağmen kötü oynamadı. Beklendiği kadar iyi gitmiyordu takım, o da biraz eski performansının altındaydı. Yine de kırmızı kart görmesine rağmen 1 de gol attığı 6-0'lık Galatasaray mağlubiyetinde kapıyı aralayan oyuncu olmuştu. Sürekli eleştiren basın ve biraz da kendi havai kişiliği yüzünden Ortega'yı kaybettik. Sadece 15 maç oynamış ve 5 gol atmışken, Ortega kaçtı ve geri dönmedi. Bu ne ona yaradı, ne de Fenerbahçe'ye. 1,5 yıl men cezası yedi. Bu süre içinde bocaladı ve alkolik olup tedavi gördü. Ama gidişinin en büyük sorumlusu onu sürekli yedek bırakan Werner Lorant'tı elbette. Adamı kaçırdık en sonunda. Hiçbir Fener taraftarı onu suçlamadı şimdiye kadar, suçu hep kendimizde aradık ve bunu yapmak haklıydık da. Sonuçta Ortega için yanlışlıkla (!) "Korkak Tavuk Ortega" diye pankartlar açan taraftar bizimkilerdi. Biraz daha suyuna gidilse, Hagi'nin Galatasaray için yaptıklarını Fenerbahçe için yapabilecek yeteneğe sahipti kesinlikle. Fener taraftarının içindeki en büyük yaralardan biridir Ortega.

Gözden kaçanlar olmuştur belki ama listem bu şekilde işte...

Blog Widget by LinkWithin
 
Copyright 2009 Barbarossa. Powered by Blogger Blogger Templates create by Deluxe Templates. WP by Masterplan