31 Ocak 2010 Pazar

Guti 'Haz' verdi bize...


Farklı futbolcu Guti...

Formasında Guti Haz yazar. Haz, kendi ismi olan Hernandez'in H'si, Oğlu Aitor'un A'sı ve kızı Zaira'nın Z'si nin birleşimi... Sırtında taşıdığı 14 numara ise 2000-2001 sezonunda forvet oyuncusu olarak attığı gol sayısına ithafen...

Benim en takdir ettiğim isimlerin başında geliyor.

İstikrar, onun Real Madrid'de yakaladığı ivmenin bir diğer adı. Geçmişine göz atan herkes bunu rahatlıkla görebilir.

Oyun zekası, topa hükmedişi, takımı yönlendirişi, attığı inanılmaz paslar, sahaya hakimiyet sağlaması onun en iyi yeteneklerinden. Hiçbirşey yapmıyor gibi görünür fakat çok şey yapar aslında Guti. 

Son olarak Real Madrid'e yaptığı yardım Deportivo La Coruna karşısında 18 yıldır süren Riazor lanetini kırmak için çalışmak oldu. 

Benzersiz...

Cömert...

Sadece iki kelime Guti ve 'sihirli topuğunu' anlatmak için yeterli, şimdilik...

Dakika 39: İker topu hızlı bir şekilde oyuna soktu, Kaka atağı başlattı, devamında Guti tek başına Deportivo kalecisi Aranzubia önünde kaldı, golü yapması herkes tarafından beklenen bir şeydi. Fakat o kutsal bir topuk pası vererek %95'lik golü atmadı, arakadan gelen Benzema kolayca topu ağlara gönderdi.

Gol Benzemaya yazıldı fakat atan kesinlikle Guti'ydi...

Guti o golü yapsa belki de gole o kadar sevinmezdi. Onu sevindiren ve benzersiz kılan yaptığı hareketti. 

Bir sanat eseri yarattı... 

Riazor'da Deportivo karşısında ortaya koyduğu oyun yıllardır hiç bitmeyen Real Madrid kariyerinin bir özeti.

Guti, sıradan bir ülkenin kralı olmak yerine, krallığın sevilen ama krallığa aday olmayan prensi olmayı tercih etti hep. Real Madrid aşkıyla beraber...

30 Ocak 2010 Cumartesi

Arsene Wenger 'yeniden' benzersiz olabilir mi?


Arsene Wenger görevden alınmalı mı? Soru çok saçma çünkü bu pek mümkün görünmüyor. Bunu Arsenal'in şuanki durumunu görüp dile getirenler var ancak 2004'te Arsenal'i Premier Lig'de 'namağlup' şampiyon yapan da Wenger'di. 

***

Benim gözümde iyi bir teknik direktörün özelliklerini şöyle sıralayabiliriz;

-Genç yetenekleri keşfetmek ve onları hazırlayıp birer yıldıza dönüştürmek,

-Elindeki oyunculara en iyi şekilde uyan taktiği bulup onu geliştirmek,

-Sağlam bir görünüm ve karakter,

-Ve bunların ışığında çok iyi bir stratejinin yanında zamanla bu uygulamaların meyvesi olan şampiyonluğu takıma kazandırabilmek. 

***

Benim aklıma Premier Lig'de tüm bunları barındıran iki teknik direktör geliyor; Wenger ve Ferguson...

***

Arsene Wenger (Ferguson dışında) diğer meslektaşlarından daha farklı bir ortamda yaşıyor. Manu'nun Ferguson'a yıllardır duyduğu güvenin bir benzerini de Arsenal Wenger'e duyuyor. Yine benzer bir şekilde Manu'nun yirmiyi aşkın sezondur Ferguson ile kazandığı kupaların yanında, geçirdiği kötü bir kaç sezonun benzerini Wenger ile Arsenal yaşıyor olabilir. Sabır her zaman için işin ilacı. Belki de o kötü geçen birkaç sezonda Ferguson'un artık gitme vaktinin geldiğini söyleyenler mutlaka olmuştur. Tıpkı şimdi Wenger'in artık gitmesi gerektiğini söyleyenler olduğu gibi.

***

Arsenal'in birkaç yıl önce yaşadığı günlerdeki başarının kaynağı yine pırıl pırıl gençlerdi. 1998 yılında kazanılan şampiyonluktan sonra 'cömert' ve 'istikrarlı' çalışmalar sonucunda Arsenal double yapmayı başardı. Arsenal için şimdi çıkış yolu yine o yıllarda olduğu gibi 'sabır' ve Fabregas önderliğinde sahip olunan gençler. 

***

Alex Song'dan yeni bir Patrick Vieira yaratılırsa, yine birkaç sezon içinde Vermealen'den, Walcott'tan, Djourou'dan, Merida'dan ve diğer parıldayan gençlerden hepsine son şampiyon olunan yıldan birkaç sezon önce gösterilen ve meyvesi şampiyonluk olan 'sabır'dan gösterilirse çok istenen şampiyonluk belki hemen değil ama önümüzdeki yıllarda mutlaka gelecektir. 

***

Arsenal'in ve Wenger'in tarzı bu... Chelsea çok paralar harcayıp şampiyonluğu elde edebilir (ki Arsenal'in böyle bir şansı yok) ama Arsenal bu saydıklarımı yapıp tekrardan zirveye oturduğunda bu daha anlamlı bir hal alacak. Kaldı ki bu kılıfı Arsenal'in kültürü Arsene Wenger'e giydirmiştir.  Sırf bu yüzden futbolu birazcıkta olsa bilen Arsenal taraftarı ve kulüp üst yöneticileri Wenger'den asla vazgeçmeyecektir. Ve O, yeniden (halen öyle fakat takım gelişme sürecinde) 'benzersiz' olacaktır.

FM'den İlginç Kareler

Madem Oğuz FM kariyerini anlatmayı tercih etmiş, bende FM kariyerim boyunca gözüme çarpan ilginç kareleri sizlerle paylaşmak istedim. İşte bunlardan birkaçı;
İşte Brezilyalı efsane kaleci Rogerio Ceni! Kariyerine başladığı takımın, Karadeniz'in tek doğal liman kenti Sinop olması oldukça ilginç. Aslında daha ilginç olan Brezilya'nın Mato Grosso eyaletinde Sinop adında bir kentin olması.
İlginçlikler Brezilya'dan devam ediyor. Star Wars'un yaratıcısı George Lucas'ın Reggina'da sağ bek olarak görev yaptığına inanmak çok güç.
İtalyan kaleci Stefano Tacconi, futbol hayatına devam etmek konusunda ısrarcı görünüyor. Teknik direktöründen daha büyük olan bir futbolcunun nasıl performans vereceği büyük merak konusu. Üstelik bu yaşına rağmen 'staff' profilinin çıkmaması da ilginç.

FM 2010 - St. Pauli #1



Uzun bir FM ve CM geçmişim var. Her ikisinde de kupalar şampiyonluklar vs. kazandım. Ne geçti elime? Hiç birşey. Egomuzu tatmin ettik. Şimdilerde de FM 2010'da St. Pauli ile bir kariyere başladım. Uzun ya da kısa zaman aralıklarında St. Pauli'yle olanları yazacağım. Bu yazının amacı da oyundaki kariyerin günlüğü... Peki bunları yazınca elime ne geçecek? Yine ego tatmini. Şimdi 'banane senin kariyerinden' diyenler blogun bir sonraki yazısını bekleyebilirler. Yok 'ben bir göz atayım bakalım ne haltlar yemişsin' diyenler buyursunlar...

Efendim Four Four Two'nun Aralık sayısında 'tavsiye edilen kariyerler' bölümünde gördüm St. Pauli'yi. Ama bundan çok önceleri de bu efsane takımı almaya niyetim vardı oyunda. O yazı bir 'gaz' niteliğinde oldu anlayacağınız. 

Oyunu açarken Avrupa'dan Beş büyük ligin dışında Bulgaristan, Romanya, İsveç, Türkiye, Portekiz Brezilya ve Arjantin liglerini de açtım ki daha geniş futbolcu kitlesine sahip olayım. Başlar başlamaz ilk olay takımda kim var kim yok kontrol etmek oldu tabi. Rezalet... Deniz Naki, orta alanda Lehmann ve Boll, defansta Fabio Morena ve genç forvet Pichinot dışında iş yapacak kimsecikler yok. Teknik heyet desen zaten kimse yok. İş başa düştü. İlk iş takımı biraz renklendirmek oldu. Aşırı Alman var yahu! Biraz Brezilyalı olmalı şu takımda! Hele ki genç yetenekli ve ismi mutlaka 'ic' ile biten bir Sırp, bir hırvat efendim ya da bir Boşnak mutlaka olmalı! Lanet olsun içimdeki Slav isimli futbolcu sevgisine be!

Para yok. Varda, işe yaramaz. Kaynak yaratmak lazım. Şimdi isimlerini tek tek yazmak istemiyorum, yaşı kemale ermiş ya da ermeye yakın olan, işi bitmiş veya bitmek üzere olan tam 12 topçu ile yollar ayrıldı, 625.000 $ gelir elde edildi. Ama tabi zar zor elde edilen bu parayı çar çur etmemek gerek. Hemen bedava ve sözleşmesi olmayan isimlere yöneldim. Leandro Bonfim, Maltalı Mifsud, Rumen Mitea, İskoç Gareth Williams, Jorginho Paulista ve Serginho Greene ile imzaları çaktık... Palmeiras'tan David ve De Graafschap'tan Hugo Bargas'ı 30.000$'a kapattık. Bayern'den David Alaba, Twente'den Vujicevic, Schalke'den Zambrano'yuda kiraladık. Her mevkiye iş yapacak güzel transferleri gerçekleştirdik. Teknik heyetede 'atak' 'defans' ve 'taktik' çalıştırmaları en az 19 olan antrenörleri aldık...

"Resim açılmıyorsa tıklayın"

Resimde de gördüğünüz kadro ve taktik çıktı ortaya. Son olarak yapılan iki hazırlık maçı ve ligdeki ilk iki maçın skorunu yazarak ilk yazımı bitireyim. Sonra artık 15 gün sonra mı olur, bir hafta sonra mı olur, unuturmuyum bilemem. Eğer transfer tavsiyeniz veya taktik tavisyeniz varsa da hayır demem...

Hazırlık Maçları:

Erfurt 0 - 3 St. Pauli

St. Pauli 3 - 1 Mainz

Lig:

St. Pauli 1 - 0 Biedefeld

Duisburg 3 - 3 St. Pauli

St. Pauli 0 - 2 Karlsruhe

29 Ocak 2010 Cuma

Manchester, alay şehri...


Manchester savaşı yıllardır ortada, son olarak Carling Cup'ta 'City ve United'ın yıllardır süren çekişmeyi tekrar yansıtabilmeleri için uğurlu birkaç el onları yarı finalde eşleştirdi...

***

İlk maçta kendi evinde Tevez'in iki golü ile 2-1 kazanmayı başaran Manchester City 33 yıldır süren 'kupa kazanamama' hasretine son vermek için bir hayli umutlu ve heyecanlıydı. Gollerin Tevez'den gelmesi de ayrı bir mutluluk kaynağıydı. Fakat işler 'yine' istendiği gibi gitmedi.

***

İkinci maçta United ilk maçta kaybetmenin verdiği gerginlikle çıktı sahaya. Maçtan önce 400 güvenlik görevlisinin yaptığı aramalarda birçok United'lı taraftarın üzerinden Bellamy'ye atıfta bulunmak için 'golf sopaları' çıkmıştı. İlk maçta Giggs'in ayağından gelen sayıya güvenenler ve turun geleceğinin garanti olduğunu söyleyenler vardı. Nitekim öyle de oldu. City'nin tek golü yine Tevez'den geldi ve 3-1 ile iki farkı yakalayan Kırmızılar Aston Villa ile yapılacak finalde oynamak için Wembley'e doğru yol aldılar.

***

Turun geleceğini garanti olarak gören United'lı taraftarlar çok önceden City'lileri kızdıracak pankartı hazırlamışlardı fakat bunu asmak için maçın sonunu beklemeyi de her ihtimale karşı ihmal etmemişlerdi. 33 yıldır kupa kazanamayan City alınan bu yenilgi ile 34'e yelken açıyordu ve pankarttaki 3'ün yerini yavaş yavaş 4 alıyordu. 'Zaman akıp gidiyor!...'

***

Tevez'in Kırmızılardan City'ye geçmesinin ardından Manchester caddeleri City formalı Tevez afişleri ile süslendikten sonra United'lıları kızdırdıklarını düşünen City'liler sanıyorum artık 'Arap' parası ile saadetin gelemeyecğini anlamaya başlamışlardır. 'Alay' şehri olan Manchester'da City'liler artık daha yaratıcı olmak zorundalar.

***

Carling Cup 09-10 Yarı Final:

İlk maç; Man City 2 - 1 Man Utd ( City of Manchester Stadium)

Tévez 42' (pen.), 65'

Giggs 17'

İkinci Maç; Man Utd 3 - 1 Man City ( Old Trafford)

Scholes 52'
Carrick 71'
Rooney 90+2'

Tévez 76'

1994 - Los Angeles


Almanlar ve Meksikalılar 94 Dünya Kupası'nda o yıl meşhur olan Amerika sıcaklarını Los Angeles'ta final maçından önce stad yakınlarındaki bir havuzda üzerlerinden atmaya çalışıyorlar. Her iki ülke de elenmiş, fakat onlar finali izlemek için oralarda kalmışlar. Yine de finalde kendi ülkeleri olmasa da bayraklarını açacakları için mutlular...

28 Ocak 2010 Perşembe

Sıkıyorsa oku !...


Futbolun 'yaramaz' ve 'hırçın' çocuklarını bilirsiniz. Bu adamlara kızabilir, yaptıklarının hiçbirini doğru bulmayabilirsiniz ama bir şekilde onlardan nefret edemezsiniz. 'Şeytan tüyü var bu herifin' cinsinden isimlerdir bunlar... Paolo Di Canio'da işte böyle bir adam. Eğer bu yazıyı  yazan Di Canio olsaydı sanıyorum başlıkta aynen böyle olurdu!...

***

Gençliğinde günde 3 litre kola içen, Ternana'da bir butik sahibi olan, hakemleri dövmeye yeltenecek kadar asabi, bir hastaneye ambulans alacak kadar yardımsever, ve rahatlıkla 'evet, faşistim ne var?' diyebilen, 'en çılgın 100 futbolcu' listesinde zirveye oynayan bir adam...

***

Onun futbolcuların içinde en hırslı isimlerden biri olduğu aşikar. Bazen hayat şartları veya yaşananlar insanı hırslı yapar fakat o çocukluğundan beri böyle olduğunu söylüyor. Rahatsız olduğunda hemen söyleyen bir yapısı var ve bu konu hakkında çok da güzel bir sözün sahibi : 'Rahatsız edici gerçek, rahatlatıcı yalandan iyidir'... O, bir ailesi olduktan ve kızları büyümeye başladıktan sonra bu hırçınlıklarından biraz uzak kalsa da eğer sakinleşmek Di Canio'nun düşünmesine engel olacaksa sanırım bunu yapmaz...

***

Di Canio'nun çocukluğundan beri aynı olduğunu yazdık bir paragraf önce. 12 yaşında iken kardeşinin bisikletini çalıp ve onu satıp parayı yemesi de bunun bir kanıtı. O parayı arkadaşları ile harcar Di Canio ve hayatının en güzel günlerinden biri olduğunu söyler. Şeker ve dondurma yedikleri yerleri, video oyunu oynadıkları dükkanları asla unutmaz... O gün için Robin Hood'luk yapmak mutlu etmişti belki de Di Canio'yu.

***

Di Canio'nın hırçınlıkları arasında en unutulmayanı şüphe yok ki hakem Paul Alcock'u itip düşürdüğü andır. Fakat Di Canio bu kadar hafif bir ittirme ile onun yere nasıl düştüğünü hala anlamadığını söyler. Tabi bir hakem tüm kararları sizin aleyhinize de verse onu itmek yanlış, tabii küfür etmezseniz... Di Canio o anda itmek yerine küfür etmediği için biraz pişman... Pozisyonun devamında ise yanına gelen rakip oyuncu Nigel Winterburn'ude unutmamak gerek. Di Canio hakemi ittirip oyundan çıkarken yanına gelen ve birşeyler söyleyen Nigel'i korkak olarak adlandırıyor ve o anı şöyle anlatıyor :' Ben çıkarken yanımda yürüyüp kabadayılık taslıyordu. Vurma taklidi yaptım karı gibi kaçtı. Saha boyunca yanında koşup sokak kavgası yapmak istemedim. Benden daha hızlıydı zaten. Unutmdan, artık çok yakın arkadaşız!'...

***

Di Canio Trapattoni'yi itti, Capello'nun üstüne yürüdü ve şimdi unuttuğum başka antrenörlerle de kavga etti. Peki o anlarda sorun kimdeydi? Aslında bu olanların nedenleri Di Canio'nun düşüncelerini açıkça söylemesi. Di Canio takımın bir parçası iken sözlerini asla esirgemeyen bir yapıdaydı. Bu yüzden bazen başı derde girebiliyordu. Fakat belki de Di Canio'yu iyi bir futbolcu yapan bu kavgalar, kim bilir?

***

Di Canio'ya söz gelince bir Roma derbisinde verdiği nazi ya da Roma selamından bahsetmeden yazıyı bitirmemize imkan yok. Di Canio'nun o selamı onunla aynı düşünceden insanlara yaptığından hiç şüphe yok. Ve Di Canio'da kendisini 'demokrasi var' diyerek savunuyor. Ve ekliyor : 'Düzenli bir yaşantım ve iyi bir ailem var. Kırmızı ışıkta duruyorum, vergi veriyorum, yere tükürmüyorum. Irkçılık hiç yapmadım. O zaman neden galibiyet kutlamamı lanet olsaı bir Roma selamı ile yapamıyorum!?'... 


27 Ocak 2010 Çarşamba

Tema



Temayla ilgili birkaç birşey yazmıştım daha önce. Sonunda karar kıldım ve son halini birkaç yardım sayesinde de verdim.

Tema değiştirmeye karar vermek zor değilmiş, tema bulmak çok zormuş. Buluyorsun ama oturtması gerçekten çok zor oluyor. O yüzden blog kurulduğundan beri kullandığım klasik blogger temasının kodlarıyla oynayıp sayfa genişliğini arttırdım. Sağı solu beyaza boyadım. Banner ise Söylemeden Duramadım Blogu'nun yazarı Kubilay sayesinde tam düşündüğüm gib, oldu. Sola isim kaynağımız Barbarossa'yı, sağa da Raul'u koyduk...

Barbarossa, blogu açtıktan 1 ay sonra verdiğim isim. Aslında tesadüf eseri bu ismi vermiştim bloga. Balkanların futbolunu, ülkelerini, insanlarını, kısaca herşeyini seven biri olarak bloga ne isim vereyim derken Balkan Futbolu adlı yazı dizim için araştırma yaptığım esnada 'Barbarossa üzümlerine'rast geldim. Bu üzümün Balkanlarda ve İspanya'da sert şarap üretimi için kullanılan bir üzüm çeşidi olduğunu okudum, isim de hoşuma gitti ve olan oldu...

Barbarossa Blogu simgeleyen son birşey daha çıktı ortaya. Biraz farklı olsun istedim. Esasında bir ülke gibi oldu... Bir bayrak ve Blogun marşı da var artık. Hayır, isyan edip ülke kurma amacında değilim:) Sadece ortaya farklı bir şeyler çıksın istedim. Bayrakta 6 yıldız blogun 6 yazarını temsil ediyor. Barbarossa üzümü ile beraber bayrak tamamlanıyor... 

Güzel oldu, evet...

Mancini kötü çocuğu mu alacak?

Man City'de Robinho memleketine dönme hazırlıklarında bildiğiniz gibi. Başından belli olan bir gelişme denebilir bunun için. Robinho Santos'tayken 'artık hayallerimi gerçekleştirmem gerek, beni bırakın yoksa antremanlara çıkmam' demiş ve Madrid'e ilk uçakla gelmişti. Bir iyi bir kötü geçen günlerin ardından bu kez de El Fahim'in paralarının kokusunu alıp, yine Santos'ta olduğu gibi Real Madrid'de de mutsuzum demiş ve kendi hayalinden çok El Fahim'in hayalinin gerçekleşmesi için Man City'nin yolunu tutmuştu. Şimdi yine buna benzer bir senaryo... Robinho'nun gitmek istemesinin nedenlerinden biri şehirde mutlu olamaması, diğeri de hem Mancini'nin gözüne, hem de takıma girmekte zorlanması. Yani en azından Robinho'nun açıklamaları bunu gösteriyor. Santos ve Sao Paolo pusmuş bekliyor Robinho için.




Mancini Robinho'nun gitmesine izni çoktan verdi. Hatta doğacak boşluğu kötü İtalyan çocuğu Cassano ile doldurmayı planladığı söyleniyor. İtalya milli takımından kovulan ve birçok kötü olaya karışan Cassano, Sampdoria teknik direktörü Del Neri ile de geçtiğimiz hafta sonunda ufak bir anlaşmazlık yaşayarak bu konu da ne kadar istikrarlı olduğunu da göstermiş oldu cümle aleme. Real Madrid ile kötü geçen günlerinin ardından Sampdoria ile yeniden doğmaya gayret eden Cassano için belki de Man City ve vatandaşı Mancini ile çalışmak ona kendini daha iyi kanıtlaması için bir fırsat olabilir. Eğer Cassano gerçekten İngiltere'de bir kariyer planlamayı düşünüyorsa yine Man City ve El Fahim'in transfer etmek için kafasında bulunan Juve'li Amauri, Fiorentina'lı Mutu ve Milan'ın kıdemli başçavuşu İnzaghi'yide unutmaması gerek...

Gerçekleşmeyen Buluşma...


Tigana kariyeri boyunca en çok Fransa milli takımını çalıştırmayı istedi fakat bu yolda yaşadıkları ilginç…

***

Fransa milli takımından ona gelen ilk teklif Fransa 98 öncesiydi. O dönem Tigana milli takımı çok istese de çalıştırdığı kulüp olan Monaco‘ya bir sözü vardı ve bunu nazikçe reddetmişti. Tigana’nın içinde ukte olarak kalan bu teklif 2002 Dünya Kupası öncesi yine kendini yinelemişti…

***

2002 yılında Fulham‘ı çalıştıran Tigana yine Monaco yıllarında olduğu gibi aynı nedenlerden dolayı milli takımı çalıştıramadı. Fulham başkanına tekliften 3 ay önce bir söz vermişti ve zaten Fulham’ında onu bırakmaya niyeti yoktu.
Böylece 2002 Dünya Kupası’nda Tigana çok istediği Fransa’nın başında olamamıştı.

***

2004 yılı geldiğinde ise işler değişmişti. Tigana bu görev için bu kez çok müsaitti ve çok istiyordu. Fransa milli takımına aday olduğunu açıkladı ve normalde ona teklif edilen paradan daha azına razı oldu.
Fakat bu defa reddedilen Tigana olmuştu.

***

Eski başkan Simonet katıldığı bir davette çok gereksiz açıklamalarda bulunarak sakin olan ortamın bir anda gerilmesine neden olmuştu. Simonet, Fransa milli takımında zaten birçok siyah oyuncunun bulunduğunu, teknik direkötüründe siyah olmasının çok fazla olacağını söylemişti. Bu gereksiz açıklama Tigana’yı kızdırsa da milli takımı şampiyona öncesi etkilemek istemediği için konuşmamayı tercih etmişti. Sonrasında rahatsızlığını dile getiren Tigana, bir özür beklediğini söylemişti.

***

Ama herşeye rağmen Tigana, Simonet’in o sözleri ırkçı anlamda söylemediğin bir şekilde ve iyimser bir havayla kabul etmişti. Bunun nedeni daha önceki yıllarda da milli takıma Tigana’yı isteyenin Simonet olmasıydı.

***

Bu olay Tigana’nın verdiği röportajdan sonra kapandı. İkilinin birbirlerini mahkemeye vermesi beklenirken bu gerçekleşmedi. Tigana ve Fransa milli takımı 1998′den bu yıla dek gerçekleşmeyen bir aşk olarak kaldı…

Obama Şampiyonu Ağırladı

NBA'de 2008-2009 sezonunu şampiyon tamamlayan Los Angeles Lakers, biraz geç de olsa şampiyon takımların geleneği olan Beyaz Saray'a çıkma hadisesini bu hafta gerçekleştirdi ve Barrack Obama, Lakers takımını ağırladı. Obama'nın fanatik bir Chicago Bulls taraftarı olduğunu düşünürsek, bu buluşmadan oldukça ilginç anektodlar çıkacağını beklemek normaldi. Öyle de oldu aslında.

Obama basın mensuplarına yaptığı konuşmada takım olarak Lakers'ı övse de bu övgünün büyük bir kısmını alan isim şaşılmayacak bir şekilde koç Phil Jackson'dı. Son şampiyonlukla kariyerindeki 10. NBA şampiyonluğuna ulaşan, bunların 6'sına efsane Chicago Bulls takımıyla ulaşan Jackson, kuşkusuz Obama'nın Lakers kafilesi içerisinde en sevdiği isimdi. Pas geçmedi onu bu sebeple Amerikan başkanı. Zen Master'ın Üçgen Hücum felsefesine Bulls zamanlarından ne kadar hayran olduğundan bahsetti ve Jackson'ı 10. şampiyonluğu sebebiyle kutlarken araya bunların 6'sını Bulls'la kazandığını eklemeyi de ihmal etmedi. Son olarak da Lakers kafilesiyle birlikte Beyaz Saray'a gelen Magic Johnson'a dönerek "You remember that."(Sen hatırlarsın) ince bir ayarı da vermiş oldu Obama. Zira Bulls takımının kazandığı 6 şampiyonluktan ilki olan 1991 yılında Bulls finalde Magic Johnson'lı Los Angeles Lakers'ı 1-0 geriye düştüğü seride 4-1'le geçmişti. Chicago ilk maçı evinde kaybettikten sonra ikinci maçı yine kendi sahasında kazanıp ardından rakibini Los Angeles'ta tam 3 kere üst üste mağlup ederek bu başarıya uzanmıştı ki NBA Finalleri tarihinde pek rastlanır bir durum değil bu açıkçası. Johnson'ın 91 Finalleri'ni unutması da pek mümkün değildir bu sebeple.

Konudan sapmadan Beyaz Saray'a tekrar dönelim. Obama Bulls'la karışık koç Jackson'ın bir süre yağladıktan sonra Finallerin MVP'si Kobe Bryant'ı da unutmadı ve onun gördüğü en hırslı, tutkulu oyunculardan biri olduğundan bahsederek konuşmasını bitirdi. Lakers'ı takım olarak kutladı konuşmasının sonunda. Lakers takımı da artık politikacı ziyaretinde gelenek haline gelmiş ismi yazılı forma hediye etme ritüelini bozmadı ve Obama'ya 1 numaralı Lakers forması hediye etti. Lakers ekibi Wizards deplasmanı sebebiyle bulunduğu Washington'da eğlenceli birgün geçirdi Beyaz Saray ziyaretiyle. Bakalım bu geceki karşılaşmada Wizards takımı Lakers'ın neşesini bozmayı başarabilecek mi?

26 Ocak 2010 Salı

Haftanın Yıldızı; Umut Bulut


Trabzonspor'un hepimizin bildiği gibi kronikleşmiş bir santrfor sorunu var. Fatih Tekke'nin Rusya'ya gidişiyle birlikte, her sene törenlerle anılan bu sorun, en büyük zararı takımın forvetleri Umut Bulut ve Gökhan Ünal'a verdi. Sonuçta, Gökhan Ünal bu strese dayanamadı ve Fenerbahçe'ye gitti. Kimileri, Gökhan'ın daha fazla stres çekeceği bir ortama gittiğini söylüyor. Kesinlikle katılmıyorum. Bu ülkede en büyük taraftar baskısı, Trabzonspor ve Beşiktaş'tadır.

Gelelim Umut Bulut'a. Güiza'ya benzetiyorum ben kendisini. Çalışkan, güçlü fakat son vuruşlarda beceriksiz. Forvet için pozisyona girmek önemlidir derler, ben de bu görüşteyim açıkçası. Forvet için pozisyona girmek önceliktir fakat pozisyona girip atamıyorsan üstündeki baskı katlanarak artar. Pozisyona girmeyen bir santrfor, en fazla kötü oynuyor diye eleştirilir. Gol kaçıran santrforsa her türlü küfürü yer.

15 Mart 1983, Yeşilhisar doğumlu Umut Bulut Petrolofisi SK'de futbola başladı. 2001 yazında 15 bin TL karşılığında Ankaragücü'ne geçerek profesyonel sözleşme imzalayan Umut, 2002'de kiralık olarak İnegölspor'a verildi. İnegölspor formasıyla Lig B'de 6 gol atan Umut, bir sene sonra Ankaragücü'ne geri döndü.

Ankaragücü'ne döndüğü 2003-2004 sezonunda 11 gol atan Umut Bulut, bir anda ülke gündemine oturdu. Ankaragücü'ndeki ikinci sezonunda 9 gol atabildi. Ankaragücü'ndeki son sezonu yani 2005-2006 sezonunda ise 16 TSL, 3 de Türkiye Kupası golü bulan forvet, Ankaragücü'nden aldıklarını fazlasıyla vererek Trabzonspor'a transfer oldu.

Fatih Tekke'nin ayrılmasıyla oluşan boşluğu ligin en gözde genç santrforunu alarak doldurmuştu Trabzonspor fakat ne yaparsa yapsın, taraftarı memnun edemedi Umut. Rakamsal bazda bir forvet için hayli iyi rakamlara ulaştı fakat kötü oynadığı her maçın ardından Fatih Tekke seslerini duymak zorunda kaldı.

Yine biz susalım, rakamlar konuşsun. Trabzonspor'daki ilk senesini 20 golle geçti. 2007-2008 sezonunda 17 gol attı fakat TSL gollerinde bir önceki sezona nazaran artış vardı. Geçtiğimiz sezon, Ersun Yanal yönetiminde ancak 14 gole imza atabildi ve Trabzonspor kariyerindeki en büyük eleştirilerle karşılaştı. Takım şampiyonluğa oynamıştı ama kaçan goller, taraftarın önüne Gökhan Ünal ile Umut Bulut'u atıyordu. Tepkiler ve Fatih Tekke tezahüratları, başarısız sonuçlar çoğaldıkça daha da yankılanıyordu Avni Aker tribünlerinde.

Bu sezon ise 3'ü Ziraat Türkiye Kupası'nda olmak üzere 10 gole imza attı fakat yine de eleştirilerden kurtulamadı. "Emekçi ekolü"nün skorer bazda etkili ismiydi Umut Bulut ama her emekçi gibi o da eleştirileri yemeğine katık etmek zorunda kaldı. Öylesine eminim ki Teofilo, Umut kadar başarılı olamayacak. En azından ilk yılında. Fakat Umut'tan daha çok ilgi ve destek göreceğine "yine" son derece eminim.

Ulusal takımın kaçırmaması gereken bir isim Umut Bulut. Hakan Şükür sonrası bir türlü oturmayan forvet rotasyonu Umut Bulut gibi bir santrforu mutlaka hak ediyor. Ulusal takıma yabancı teknik adamı işte bu sebeple istiyorum. Yalnız performanslara bakacak ve ulusal takım seçmelerinde yalnızca performans konuşacak. Hiddink ya da Trapattoni veya herhangi bir yabancı teknik adam, Umut Bulut'tan yararlanamazsa çok yanlış bir iş yapmış olur. Fakat böyle bir şeyle karşılaşmayacağımızı "umut" ediyorum.

25 Ocak 2010 Pazartesi

Tema Değişikliği



Blogu açtığımdan beri aynı temayı kullanıyorum. Birkaç kişiden blogun temasını değiştirme ya da yazı alanını genişletme konusunda tavsiyeler aldım. Bu yüzden yeni tema arayışına başladım ve bir de bu temayı denemek adına bir 'deneme' blogu açtım. Barbarossa'nın temasının değişmesi halinde oluşabilecek görüntü bu linkteki gibidir. Şimdi düşüncelerinizi alıp son kararımı vermek istiyorum.

Blog Söyleşileri #12, HBBA


Sırada 'Her Boku Bilen Adam' var. Bu kez biraz farklı bir söyleşi olmasını istediğim için onun blugunu tercih ettim. Gerçekten de farklı oldu. Kadınlardan, Ne zaman 'milli' olduğundan, Sakarya'dan, Kocaeli'den, Yemekteyiz'den, Fethullah Gülen'den, House dizisinden, Nihat Doğan'dan ve hatta Fil Bokundan bile konuştuk kendisiyle. Fakat halen kendisinin ne ismini biliyoruz, ne de yaşını... Verdiği söyleşiye rağmen gizemini koruyor yani HBBA. Kendisine vakit ayırdığı için teşekkür edelim ve sorulara geçelim. Bu arada söyleşi serisinin 'cevapları' en uzunu HBBA ile olan söyleşimiz oldu, şimdilik...
1- Önceden uyarıyı verdin. Adımı, yaşımı, boyumu posumu söylemeyeceğim diye. O zaman şöyle soralım. HBBA ne yapar blog dışında? Ne yer, ne içer, ne izler, ne dinler?
Bak direk tuzak soru ile başlamış. İnce eleyip sık dokuyarak cevap vermeye çalışayım. Blog dışında çok ilginç bir hayatım var ama kişisel bilgi vermek istemediğim için bunları yazamıyorum. Yoksa inanın sadece bir günümü yazsam bile şu anki yazılarımdan çok daha fazla okunur eminim bundan. Bazen parçalar da yerleştiriyorum yazılarda ama çok da belli etmemeye çalışıyorum. Sorunun diğer şıklarına gelince de yemek konusundan başlayayım,

Efendim ben çocukken obezdim. Hani "şişman" değil bildiğin obezdim. Michelin maskotuydum yahu. Bunun da sebebi anneannemle beraber yaşamamdan ileri geliyordu. Gecenin bi yarısı sırf canım istedi diye börek açtığını bilirim. Öyle de olunca daha çocukluktan "yemek seçmek" diye bi bela bulaşıyor hayatınıza. Çok çabuk kilo alıp verebilen bir bünyeye sahibim. 2 ayda 20 kilo verdiğim dönemler de oldu 1 haftada 5 kilo aldığım dönemler de. O yüzden bu "yemek seçme" denen saçmalığı formda kalma çabasına dönüştürdüm. Hiç sağlıklı değil ama çok yemek yememeye çalışıyorum. Sigara ve içki de kullanmıyorum.Şaşanlar olabilir buna şimdi. Ama "zararlı" olduğu için değil bu kulanmama durumu. Bi tat alamıyorum ben sigaradan içkiden. ama asıl belam çok fazla abur cubur tüketmem ki bence sigaradan bile daha tehlikeli. Geceyarısı açık tekel bayisi arayıp ağır ağbilerin yanında çikolata,gofret alıp çıkabilen bir insanım.

Ne izler sorusundan kasıt tv ise; nerede bi absürtlük var onu izlerim. Evde isem mutlaka İzdivaç programları, Yemekteyiz, Flash Tv ve benzeri tipte kanallar arasında gezerim. Canlı canlı youtube videosu izlemek gibi bir şey onları izlemek. Eskiden cnbc-e, E2 tayfasındandım ama televizyondaki sansürler, reklamlar, alttan üstten çıkan saçmasapan şeyler yüzünden televizyondan dizi, film hayatta izlemez oldum. "Ayhan Sicimoğlu"nun resmen hastasıyım. Kaçırmam programını. Ayrıca Wipeout izlemediğim bir haftayı yaşıyorum saymam. Orhan Ayhan'a oldum olası hayrandım zaten. Wipeout ile de bu doruğa çıktı. NTV Spor'un Burcu Esmersoy, Sergen Yalçın, Hakan Ünsal üçlüsünün olmadığı her programını izliyorum. Diğer futbol programlarından da en sevdiğim Total Futbol.

Hayatımda izlediğim en iyi dizi Six feet Under’dır. Üzerine tanımam. OZ gelir sonra. Yine eskilerden Seinfeld ve Friends’i severim. Şu an devam edenlerden de en sevdiklerim Dexter, Breaking Bad, House, ve Weeds. Lost’u da unutmayalım tabi ki. Sinema için de izlediğim film sayısını inanın bilmiyorum. Ama tahminim 1000’e yakındır. Yönetmen önemlidir benim için önce. Şimdi tek tek saymayayım. Ama son dönemde en çok Uzakdoğu ve İspanyol sinemasından çok iyi işlerin çıktığını söyleyeyim. Zaten haberin vardır yakında son 20 yılı kapsayan bir yazı dizisine başlayacağım. 

Ne dinlerim ? Bu da klişe olacak ama bence güzel müziğin türü olmaz. Güzel müzik hangi türde olursa olsun güzel müziktir. Dolayısıyla belirli bir müzik türüne saplantım yok. "Bırak tatavayı isim ver isim" dersen illa, o zaman da upuzun bi liste verir, zaten uzun cevapladığım soruların iyice suyunu çıkarırım. Zaten haftada bir "Haftanın Şarkısı" diye bi bölüm var blogda. Orda az çok beğendiğim şarkı tipleri ve isimler belli olur. Barış Manço, Zeki Müren, Orhan Gencebay, Sezen Aksu isimleri kalıptır zaten. Son dönemlerde daha önceleri orda burda laf soktuğum ama tükürdüğümü bana fena yalatan Sagopa Kajmer'e taktım kafayı. Gece gündüz onu dinliyorum. Ecnebilerden de Cranberries'e ve Dolores'e özel bir hayranlığım var. Onun dışında etnik grupları severim. Bu aralar ecnebilerden de Calexico’ya takıldım. Ama yine başa dönersem güzel müzik güzel müziktir.
2- Blogun isim hikayesi nedir? Nereden geldi aklına? 
Blogun isim hikayesi benim kişiliğimle alakalı tahmin edebileceğiniz gibi. Kendimi bildim bileli herkes bana sorar, benden fikir alır, bana danışır. Hani derler ya "bin çeşit arkadaşım var" diye; işte benim ailemden ve çocukluğumdan başlıyor o çeşitlilik. Bu çeşitlilik de bana çok şey kattı. İlkokula başlamadan 1.5 sene önce okumayı söktüm ve bi şeyleri okumak, araştırmak; yeri geldiğinde bunları dile dökmek hep haz verdi bana. Sonra o haz yerini rutine bırakır oldu, canımı sıktı yeri gelince, bildiğim halde susar oldum bazen. Dediğim gibi adınız çıkınca herkes size danışır, size sorar. Bende de öyle oldu. Bu bilgiçlik bazen de sinirini bozar karşıdaki insanın. Yani "ulan bunu da bilme be yuh" laflarını çok duydum. Ama her şeyi bilirken kendi söküğümü dikemez bi hale de geldim. Benim her şeyin doğrusunu bildiğimi düşünenler de "o yapıyorsa vardır bi bildiği" diye düşündüler ve her şeyi bilmenin hiç bi işe yaramadığını gördüm. Blogu açarken de hem her konuda iddialı olduğumu belirtmek, hem de bu "bilmek" denen şeyin pek de işe yaramadığını göstermek için seçtim bu ismi. Beni tanıyanlar da "hakkaten tam seni tanımlıyor" dediler. "Her Şeyi Bilen Adam" demiyorum kendime ben. Her BOKU Bilen Adam diyerek bi nevi kendimle dalga geçiyorum. Ama insanlar sanki bu çok harika bir ünvanmış gibi davranır oldu ona şaşıyorum. Feyklerim falan çıktı. Benzer isimlerle hesaplar açanlar oldu falan... Kendine "Her Boku Bilen" diyen birine gelip "sen her boku bildiğini iddia ediyon ama bi insan her boku bilemez..." diye laf yetiştirir oldular. Zaten bu bilginin aşağılanıp cehaletin yüceltildiği bir toplumda yaşadığımız için şaşmıyorum bunlara. “Ben anlamam la şundan bundan” diye yüksek sesle söyler bizde insanlar ama “ben şunu iyi bilirim” diyince sana kötü bakarlar. Ama çoğunluk da çok sevdi. Bi de kısalttılar HBBA oldum kaldım işte böyle.
3- Ne amaçla açmıştın blogunu? Hedeflerin nelerdi, ulaştın mı? Gelecek için neler planlıyorsun?
Blogu açma kararı aldığım dönemden önce iyi bir blog okuyucusuydum. Ama yorum falan bırakmazdım bloglara. Okuduğum bloglar da genelde spor temalı olanlardı. Daha sonra her konuda, orda burda konuştuklarımı kayda almak, bir nevi yazma alışkanlığı kazanmak istedim. Ayrıca okuduğum gazetelere, bazı kitaplara "ben bundan daha iyi yazarım lan bu mu şimdi yazı diye sundukları" dediğim oldu ve bunu da test etmek istedim.

O vesile ile açtım blogu. Başta amacım daha çok sinema ve spor üzerine yazmaktı. Ama isimden mütevellit her konu hakkında yazma hakkımı da saklı tuttum. Sonra yazmaya başladım o an ne yazmak istediysem. Yazarken de "beni şu kadar insan okusun" diye bir kaygım olmadı ki yazılarımda hiç kimseye yaranma çabası içinde olmadım. Ama şunu da itiraf etmek gerekir ki ne kadar çok insan okursa o kadar haz alıyoruz bu işten. "Ben bu işi sadece aklımdakileri dökmek için yapıyorum" diyen adam yalan söyler. "Git o zaman harita metot defterine dök içini" derler adama. Ama blogun büyümesini ya da doğru bir ifade ile bu kadar zamanda bu kadar büyümesini kestirememiştim açıkçası. Sonuçta ben sadece 1 yıldır blog yazıyorum ve hatırı sayılır bir kitle okur oldu cidden. İnsanın bundan memnun olmaması imkansız. Ben de bu memnuniyeti yaşıyorum. Her şeyden önce kimsenin kimseyi dinleme cüretini göstermediği bir toplumda ve çağda yaşıyoruz. Böyle bir ortamda insanların sizin fikirlerinizi kaale alması büyük lütuf. Gelecek için şu an bir telaş içindeyim açıkçası. "Blogger'dan taşın, düzgün bir domaine geç artık, bir yerlerde yaz artık burda harcanma.... " gibi herkes bir şeyler söylüyor. Şu an için biraz daha bu şekilde gitmek istiyorum. Zaten başka bir yönde somut bir şey de çıkmadı şimdiye kadar.

4- Blogun takipçileri hiç şüphe yok ki 1000leri bulacak gibi. Bunun olacağını düşünüyor muydun?
Dediğim gibi sadece 1 yılı biraz aşkın bir süredir yazıyorum ben. Bu kadar zaman sonunda da bu sayıda izleyici kitlesine ulaşmayı cidden beklemiyordum. Ama Yılmaz Özdil gibi bir adamın her yazısını milyonların paylaştığı bir ortamda da "az bile" diyorum. Buna da bazıları ukalalık, burnu büyüklük, götü kalkıklık diyorlar. Mütevazılık bence sadece insanların daha fazla övülmek için kurdukları bir tuzak. O yüzden insan, "ne olduğunu" ve "ne olmadığını" bilmeli. Abartana "dur orda o kadar da değil", aşağılayana da haddini bildirme cesaretini göstermeli. Bende de o var. Ama inanın bu KİBİR değil. Bakın ben kendimi eleştiriyorum çoğu yerde. "Hakkaten ha saçmalamışım" diye yorumladığım bir sürü yazım var. Ama gidip silmem o yazıyı ya da gidip düzeltmem bi tarafını. O an aklımda onlar geçmiştir çünkü. Kibir sahibi biri yapmaz bunu. Kimseye yalakalık da yapmıyorum. Ben blog başladığından beri en sevdiğim bloglar da dahil hiç bi yere girip " ağbi süpersiniz ben de şunu yazdım okusanabeağbi.blogspot.com " diye bir şey yapmadım. Ben yazdım keşfedenler geldi okudu, Cem Yılmaz'ın dediği gibi de "çevreleri genişmiş demek ki" olaylar bu noktaya geldi. Şimdi ben böyle yazdım ya " nereye geldi lan olaylar ne sanıyon kendini" diyen de çıkar da valla sen sordun ben cevapladım. 
5- Ne gibi tepkiler alıyorsun? Bazen bırakıp gidesin oluyor mu? 
Çok okunan yazılarım genelde gündem ve siyasetle alakalı olanlar. E siyasetle alakalı olunca da, o siyasi gündemi yaratan insanları o konuma getirenler de bizler olduğumuz için gelen tepkiler de o kalitede ve absürtlükte oluyor. Bi kere karşı fikirde olsun olmasın en çok istediğim şey ne dediğimin anlaşılması. Ama öyle yorumlar oluyor ki 10 paragraflık yazıda tek bir cümleyi alıp bambaşka bi yere çekip yazıda anlatmak istediğim bütünün tamamen dışına çıkarıyorlar. Böyle olunca da zaten yazıda yeterince anlatmaya çalıştığın düşünceni tekrar tekrar anlatmaya çabalıyorsun; hem de anlamak istemeyen insanlara. Daha doğrusu eskiden böyleydi bu durum. Baktım ben havanda su dövüyoru,m bu tip yorum yapanlara derdimi anlatmayı bıraktım ve artık yorumlara cevap vermez oldum. Ben yazıyorum gerçekten ne demek istediğimi anlayanlar geliyor "katılıyorum" ya da "katılmıyorum bence böyle" diyor. Diğerleri de zırvalamaya devam ediyor. Şimdiye kadar beni GAY, PKK'lı, AKP'li, Fethullahçı, Kemalist, Burjuva, Kadın, Yobaz vs. vs. zanneden oldu. Yani var artık sen düşün gelen tepkilerin çeşitliliğini ve insanların bakış açılarını. Aynı yazıya biri gelip "sen ırkçısın"; diğeri "hümanistsin" diyor. Ya bloga Adsız olarak girip "Delikanlıysan önce adını açıkla" diyen adam var yani daha ne diyeyim. Bak en son bi takipçi yolladı. adamın biri Twitter’da “Her Boku Bilen Adam diye biri var. Söylediklerini çoğu saçma ama RT eden edene.güzel bir nickin olsun tamam ya bi tek sen doğrusun..” yazmış. Ama 3 gün sonra benim yazdığım iki şeyi RT yapıp bi de beni destekler yorumlar yazmış. Pireye kızıp yorgan yakmak istemedim. Çok sinirlendiğim ya da senin tabirinle çekip gitmek istediğim zaman girmiyorum bir süre. Yazmıyorum. Sonra gelip kaldığım yerden devam ediyorum.
6- Futbolla ne kadar alakalısın? 
Her Boku Bilen bi adamın futbolla alakası olmaması mümkün mü sence. Ama sadece futbol değildir sporla ilgim. Hentbol dışından neredeyse tüm spor branşlarını takip etmeye çalışırım. (Hentbol bence dünyanın en gereksiz sporu) Futbolla da haddinden fazla alakalıyım. Haftada en az 2-3 canlı olmak üzere neredeyse tüm üst düzey liglerin maçlarını takip ederim. Ama "çok maç izlerim" düzeyinde değildir sadece ilgi düzeyim. Çocukluğumdan beri "futbolun sadece futbol olmadığı" bilinci ile yetişmiş biriyim. O doğrultuda da bir birikime sahibim diyebilirim. Bi kere her şeyden önce başta Dünya Kupaları olmak üzere çok geniş bir bilgi dağarcığım vardır futbolla ilgili. Bu konuda da iddialıyım anlayacağın. Hatta çok yakın bir arkadaşım "ya futbol da yaz ya da ayrı bir blog açıp sadece spor ve futbol yaz artık" diye yoğun bir baskı yapıyor üzerimde. İstiyorum da ama gerçekten halihazırda okuyucu olmak yetiyor şu an için bana. Zaten özellikle futbol blogları bu açığı fazlasıyla kapatıyor. Ama belli olmaz belki kendi blogumda belki de yeni bir blogda spor da yazabilirim.

Fenerbahçeliyim bu arada onu da belirteyim yeri gelmişken. Ama bu sene daha çok Fenerbahçe Acıbademli'yim. Zira Aziz Yıldırım'ın en az müdahele ettiği kulvar olarak harika işler çıkarıyor bizim kızlar.

Bu arada Winning Eleven'da(Bak PES demedim o derece eskiyim bu konuda/Jon Kabira forever) dünyanın en iyi oyuncusu olduğumu söyleyecek en az 30 kişi bulabilirim işin içine Feysbuk'u hiç bulaştırmadan. Halısahada da Tackling'im ve Heading'im 20'dir. Akıllı olun.
7- Senin bir yazının kaynak gösterilmeden yayınlandığına şahit oldun mu?
Yazımın yayınlanmasını görmedim de benim kullandığım bir yazı kalıbını aynı şekilde kullanıp başka bir yazıya uyarlayan birini gördüm ve üzüldüm cidden. Onun dışında da benden izinsiz bu ismi başka amaçlarla kullananlara da şahit oldum ne yazık ki.
8- Birgün bir gazeteden teklif gelirse ne düşünürsün?
Şaka yapıyorlar diye düşünürüm. Zira Türkiye'de bir gazetenin benim yazılarımı bana sansür uygulamadan yayınlayabileceğini düşünmüyorum. Sansür olunca da ben olmam zaten. Beni ben yapan kendime sansür koymamam. Sansürden kastımı da insanlar "küfür, kötü söz" olarak algılamasın. Fikirlere koyulan sansürdür kastım. Zaten bu sansürlere de şaşmamak lazım aslında. Bakın iki yazı yazıyoruz takma isimlerle. Ona bile ana avrat düz giden tonla insan var memlekette. Yolda görse çekip vurabilir aynı adam bizi ciddi ciddi. E böyle bir ortamda da "özgürlük, sansüre hayır" demek de abes. Sonra da sana "klavye delikanlısı" derler. E bana fikrimi özgürce söylediğim zaman can güvenliği sağlayabiliyor mu bu memleket ? Bu dediğimi tırsaklık olarak da algılarlar şimdi ama biraz üzerinde düşünün. Bizi geçin de bu memlekette daha önce fikrini açık açık belli eden insanların başlarına neler geldiğini düşünün. Sadece kendilerinin değil etraflarındaki insanların neler çektiğini düşünün. E böyle bir ortam içinde susup oturmaktansa "sahte isimlerin arkasına saklanıp" fikirleri açık açık belli edip "klavye delikanlısı" olmaktan başka çare var mıdır ki ? Bu arada ona da bi açıklık getireyim ki ben gerçek hayatta ne söylüyorsam HBBA olarak da onu söylüyorum. Hani fikirlerim başka bir kimliğin fikirleri olmuyor.

10-Ergenlik döneminde hepimiz birer Nihat Doğan'mıydık?
"Ergenlik dönemi hepimiz bir Nihat Doğan'dık" dedim evet. Ama bi sor niye dedim ? Hepimiz birden göğüsleri çıkmış kızlar tarafından birer "sakat sineğe", taş gibi öğretmenler yüzünden ders boyunca "Avrupa'daki benzerlerinden farklı bakan koyunlara", gıcık müdür yardımcılarını dövebileceğini sanan ama "sahte okeye" dönüşmekten öteye gidemeyen ergenler değildik de neydik sen söyle ? 
11-Hugh Laurie ve House diyerek sözü sana bırakıyorum...
Şimdi bu da durmadan önüme gelen bir soru. Bunu burdan da açıklayayım. Öncelikle Hugh Laurie'ye özel bir hayranlığım yok. 

House hikayesi de şudur,

Bir kaç sene önce bir kaza geçirdim (trafik kazası falan değil düştüm bi yerden) ve ayağımda bir sorun yaşadım. Yaklaşık 2 ay hiç yürüyemedim sakatlığın kronikleşme riski yüzünden. 2 ay sonunda da bir süre ayağımda özel bir bandajla hafif topallayarak yürüyebildim ancak. O yürüyemediğim dönem de sıkıntıdan o dizi senin bu dizi benim giderken House'u izlemeye başladım. Ve adamın tavrının, hareketlerinin, ukalalığının, hazırcevaplılığının benimkine çok benzediğini gördüm ki bunu bana bir kaç kişi daha söylemişti ben diziyi izlemeden önce. Bir de topallık olunca o dönem. E bi de her boku bilen bir adam... House resmi kullanmaya başladım internette. Blogger hesabımda da kullanıyordum aynı şekilde. Ama arada başka resimler de kullanıyordum. Blog ve twitter, friendfeed gibi hesaplarımda ne zaman House resmini değiştirsem ciddi ciddi House'u geri koymam gerektiğini söyledi herkes. Yani bu şekilde yapıştı üzerime bu da. Yapıştı derken şikayet etmiyorum bundan. Benim formata ve isme de uyan bir karakter çünkü House. Ama sinir olduğum "House'a kafayı takmışın" gibi saçma eleştiriler.
12-Yemekteyiz'e katılıp yemekten sonra striptizci çıkartmayı düşünüyor musun?
Yemekteyiz her seferinde lanet okuduğum ama bi şekilde izlediğim gerizekalı bir yarışma. O sürpriz denen olay da en büyük kolpalarından biri malum. Yemek boyu ota boka laf söyleyip on dakika sonra da beraber göbek atıyor insanlar. Ben katılırsam bir striptizci getiririm sürpriz diye. hatta erkek striptizci getiririm kıllığına. Salarım zenci itfaiyeciyi yemeğimi yiyip laf eden Hilmi'ye, Nazan'a artık kim katıldıysa. “Alın size sürpriz Şaziye Hanım” derim bi de yüzüne baka baka. Bu arada Terkos Hasan'ı da saygıyla anıyorum burdan. Arz ederim.
13- Hangi Blogları takip ediyorsun?
Pek çok blogu takip ediyorum. Hatta MİM denen saçmalığa karşılık olarak "Ayın Yazıları" diye bir bölüm yapıyorum blogda. O ayın en iyi blog yazılarından seçtiklerimi tanıtıyorum. Ama saymak gerekirse de kategorilendirerek benim için öne çıkanları sıralayayım.

Her şeyden önce Flying Dutchman derim. Benim blog yazmaya başlama şevkimi artıran etkenlerden biri pek çok bloggerın aksine Aceto Balsamico değil Flying Duthcman'dir. Bence spor ve futbol kategorisi yaparsak önce FD ve ekibi gelir. Hatta Duthcman’in bana “Bu blog internetteki en iyi 5 blogdan biri” demesini aldığım en büyük övgü olarak kabul ediyorum. Sağolsun Daçmeeen Başgaaaaaaaaaaaaaaaaan!!! Aceto Balsamico'yu da atlamak olmaz tabi. Blog dünyası için çok önemli bir blog BT'nin blogu. 

Fenerbahçeli olarak en çok No Pain No Gain ve Lambuja'yı seviyorum. Galatasaraylılar'dan Chao Grey var beğendiğim. Borges, Taç Çizgisi ve sizin blog da takip ettiğim diğer futbol blogları. Basketboldan da Salsa Basket ve Konyalı Portlandlılar var. Diğer branşlara gelirsek de önce Pucca'yı söylerim. Pucca bence bir bloggerdan çok bir fenomen artık. Onun hakkında her yerde söylediğim bir şey var ki o da şudur; Pucca'yı "belaltı, cinsel içerik" diye eleştirilip sığlaştırılmaya çalışanların göremediği bir derinliği var Pucca'nın. Bence o üslubu da derinliğini gizlemek için kamufle amacıyla kullanıyor. Ben açık söylüyorum şu an Türkiye'de bırakın Blogu, Pucca gibi "kadın yazar" yok. Kızlardan devam edersek bu ara pek sık yazmayan ama yazdığı zaman da edebi bir eser tadı veren "Eksensiz"i severim, son bir kaç aydır büyük ilerleme kaydeden ve her yazısı ayrı tattaki "Hepimizin Aynı Mahallenin Çocuklarıyız" da bu aralar bayağı tuttuğum bloglardan. Ayrıca Hastalıklı Dünya, Boş Muhabbet, Malın Gözü, Piç Güveysinden Hallice, Sigara Yanıkları, Masada Boş Bardaklar, Sinematik, Sineofrenik ve daha pek çok blog var fırsat buldukça takip etmeye çalıştığım.

Blog yazanların hepsinde büyük saygı duyuyorum genel olarak. Pek çoğunun herhangi bir çıkarı olmadan (tartışılır gerçi bu ama) değme gazeteden, mizah dergisinden kaliteli yazılar yazması takdir edilecek bir durum.
14- Yeni bir blogger a ne gibi tavsiyeleriniz ya da önerileriniz var?
Aslında biraz anlattığımı düşünüyorum ama yine de bir toparlayayım. Öncelikle kendi üslupları olmalı. Başlarda biraz taklit yapacaklardır ordan burdan ama; eğer doğru yola girerlerse eninde sonunda kendi üsluplarını yakalayacaklardır. Kesinlikle birilerine yaranma çabası ile yazı yazmamalılar. Basın bunu zaten yapıyor. Blogların açtığı ufku ben sinemadaki "yeni gerçekçilik"e benzetiyorum. Göz boyayan birbirinin aynı filmler yerine Yeni Gerçekçiler ile nasıl sinemada masallar değil hayatın tüm gerçekleri anlatıldıysa bloglar sayesinde de basının, kendine yazar diyen boş adamların, dünyadan bihaber entellerin foyasını meydana çıkardı bloglar. İşte bu yüzden blog yazanların basını taklit etmesi değil kendi içlerindeki kişiliği yazılarına yansıtması gerekiyor. Yazmak için yazmasınlar ayrıca. O an yazmak gelmiyorsa içlerinden illa yazayım diye bir şeyleri çıkarırlarsa bu işi rutine dökerler ve bayağılaşır onlar için. Gerekirse 1 ay bile ara verebilirler önemli değil. Ve hepsinden önemlisi bence okumayı bilmeyen biri yazmayı da beceremez. O yüzden önce okumalılar.
HBBA'ya Gelen Sorulara Geçelim.
Schumy : Kendisinin siyasi görüşünü merak ediyorum ben, sonuçta HBBA ile söyleşi yapma olayına girdiysen böyle ciddi soruları göze almış olan gerekir :)
Bu yine çok sorulan bir soru. “Herkese atıp tutuyorsun da sen ne ayaksın, hangi tarafsın onu de bakayım” diyorlar. Ben size siyasi görüşüm şudur diyemem. Çünkü hiçbir siyasi oluşuma kendimi tam anlamıyla ait hissetmiyorum. Hele mevzubahis bizim ülkedeki siyasi oluşumlarsa hepsine en uzakta olmayı tercih ederim. Çünkü hiç biri savunduğu görüşe tam haiz değil. Haizliği de geçtim, benim hayatıma yön verdiğim bir mottom vardır ki o da şudur: neyi savunuyorsan, hangi taraftaysan önce karşı görüşe, karşı tarafı da anlama cüretini de göster. Yani bana göre solcu olmak için önce sağ eğilimin tam anlamıyla neyi ifade ettiğini kavrayabilmek gerekiyor ki neye karşı olduğunu iyice kavra. Böylece Faşist Solcu’lara dönüşme bizim memleketteki gibi. Bu her alan için geçerli. Ben bir Fenerbahçeliyim ama Metin Oktay’ın ezeli rakibim için ne ifade ettiğini bilmem gerekir. Metin Oktay’ın takımına seven bi adama anlayış gösterebilirim böylece. Ondan da Lefter’in, Can Bartu’nun formasını giyen adamlara saygı göstermesini bekleyebilirim böylece.
Juvenil: Kaç yaşında?
Şöyle cevap vereyim şu soruya. Özellikle internette bu “ASL” mevzusuna takılmayı anlamıyorum. Juve beni yanlış anlamasın, sever ve okurum da kendisini. Onun bu amaçla sormadığını da biliyorum. Bahsetmek istediğim çok beğendikleri yazıyı yazan insanlara hemen “gerçek adın, yaşın, nerelisin ?” sorusunu yöneltmeleri. Ya ne önemi var allahaşkına ? Beğendiysen beğendin, karşı ya da benzer fikrini de gel söyle ama gerçek adını sanını öğrenmek sana ne katacak ki ? Ben sokakta midye satan 30 yaşında Mardinli olsam düşüncelerime bakışın mı değişecek ?
birfincankahveiçinbirpenny : bende sabavari bir soru sorayım, "ilk ne zaman milli olmuş" :)
Saba çok iyi televizyon, ama çekilmez televizyon yıldızı.. hahahahahaahhaha
ligeia : hbba mahlasıyla yayınlamayı kabul eden bir yayınevi bulursa kitap yazmayı düşündüğünü yazmıştı. nasıl bir kitap beklemeliyiz hbba'dan? roman? öyküler?
Evet istiyorum böyle bir şeyi. Ne yazacağıma gelince de şu an bilmiyorum. Ama mutlaka bir şeyler yazacağım birileri yayınlamasa bile. Roman olma ihtimali daha yüksek. İçerik olarak da mutlaka pek çok türü de barındıracak. Yan hikayeler, karakterler, eleştiriler olacak. Birkaç tane de kısa film hikayem var. Onları senaryolaştırmak istiyorum ilk etapta. Ama ben çekmeyeceğim.
ozhi: bir kadinin aklini nasil okuyabilir söylesin bakayim
Mel Gibson ve Helen Hunt’ın bir filmi vardı hani. Mel Gibson’ın kadınların aklını okuyabildiği. İnsanlar o filmdeki gibi bir hayat süreceklerini sanıyorlar kadınların aklını okudukları zaman. Bir kadının aklını okumak hiç de zor bir şey değil aslında. Ama erkeklerin anlamadığı şey bir kadının aklını okumanın hiçbir işe yaramayacağı. Bir kadını tüm sırlarıyla çözseniz, ona dair elinizde her detayı içeren bir harita bile olsa, söylediklerini daha beynindeyken okusanız bile bu sizin o kadını çözmenize yetmez. Erkeklerin anlamadığı da bu işte. Kadın öyle “şunu yapayım, bunu doğru yapmalıyım” diyebileceğiniz bir varlık değil. Kibar olmaya çalışırsan senden kabalıklar bekleyebilir. O kabalıklara “öküzsün” diye de yaklaşabilir, Kendini savunsan çekip gider, peşinden gitmesen “niye peşimden gelmiyorsun”; gitsen “artık çok geç”, derdini anlatmaya çalışsan “benim kendi dertlerim bana yetiyor asıl senin benimle ilgilenmen gerekiyor”, anlatmasan “bana hiçbir şeyini anlatmıyorsun” diye trip yapar. “Beni anlayan erkek isterim” diyip onu bulduğu zaman da “hayatımız çok monoton, heyecan yok” der. Sürprizler yapmaya çalışsan “sevgi pıtırcığısın iki Dakka rahat bırak” der… vesaire vesaire… İşte bu yüzden elinde tüm çözüm yolları olsa dahi kadının zekasını çözmeye yetmez bir erkek beyni.  Erkek kadını çözmemeli bu yüzden. Kadına bırakmalı kendisini. Zaten kadın ne isterse onu yaşar erkek.
mgntwmn: kadınlarla ilgili en merak ettiği şeyi soralım.haa bir de işi gücü yok mu?ben kafası çalışan bir mirasyedi olarak kudum kafamda.var ise böyle herşeylere yetişirken hayatı kaçırmıyor mu?ya da onun günleri 24saatten fazla mı?
Kadınlarla ilgili merak ettiğim tek bir şey kalmıştı onu da geçen sene öğrendim. Bir kadının adet döneminde nasıl bu kadar sapıtabildiğini anlamak istiyordum. Talihsiz bir tesadüf sonucu bunu öğrendim maalesef. Bahar alerjisini çok kötü bir şekilde yaşarım ve yıllardır denemediğim ilaç da kalmadı. Geçen sene denediğim bir ilaç da “kadınların adet sancısına benzer” bir etki yapıyormuş. Tabi ben bunu ilacı aldıktan ve içimde garip bir şeyler olunca öğrendim. Bu konunun detaylarıyla ilgili de “Adet’a İşkence” diye bir yazı yazmıştım. İşim gücüm var mı ? yine tuzak soru. Geçelim bunu ama mirasyedi değilim emin olun. İnternette herkesten çok zaman geçirmiyorum buna da emin olun. Sadece fazla şey yapıyorum nette. Bir de hızlı okurum hızlı yazarım ben. Ondan göze batıyor olabilir bu tempo.
ne ben olabildim ne de başkası: blog serüvenine nasıl başlamış? bi de geçen blogunda yazdığı adamın tekinin "ben gazete okumuorum bloglar var hatta her boku bilen adam var onu okuyorum" demesine nasıl kayıtsız kalmış o benim işte o benim lan diye nasıl bağırmamış:)) şaka bi yana ünlü olmak nasıl hissettirmiş onu soralım:))
Başlama hikayemi az çok anlattım yukarıda. O olayda da inanın “Bahsi geçen benim diyebileceğim bir ortamda değildim. O yüzden de ses çıkarmayıp “Değerli” gibi gülmeyi yeğledim.
Adsız: Her Boku Bilen Adam ,fil boku nasıldır? onuda biliyomu acaba?
Blogu açtığımdan ve sosyal ağları kullanmaya başladığımdan beri “koala, fil, geyik… bokları nasıldır” diye soran her 100. Sivrizeka’ya ABD green kart verseydi şu an Obama “nüfus planlamasına gitmeliyiz” diye açıklamalar yapardı.
turkleader: HBBA ya Ergenekon davasındaki hukuksuzluklarla ilgili ne düşündüğünü sorarsanız sevinirim. zira bununla ilgili bir yazısına rastlayamadım.
Hükümet yanlısı da yaparlar şimdi beni. Şunu söyleyeyim sadece şimdilik : Anlamını bilmeden doğruyu söyleyen/yapan doğruyu söylemiş/yapmış sayılmaz.

Hand Solo: kendisi neden her yazısında sosyal bir mesaj verme kaygısı taşıyor? amacı yeni neslin Levent Kırca'sı olmak mı?

Çok açık söylüyorum blogu açtığımdan beri küfüre bile varan yorumlar aldım ama hiç biri benim canımı bu kadar acıtmadı. Aklımdakileri yazıyorum o an ne çıkıyorsa. Yazıların sonunda ya da özünde de dümdüz bir mesaj vermeye çalışmıyorum ortalama bir Levent Kırca skeci gibi.
Adsız: Fantazilerini anlatsın. Bir de bir mekanda hiç tanımadığı bi kızla nasıl tanışır ? Ne der gidipte? Ters tepki alırsa ne yapar?

“Argadaşlarımın ısrarı ile girdiğim “trendi” diye dabir edilen o enteresan mekana girişimden itibaren edeleli gollarım tüm çıtırların bir anda yanındaki edelesizlere tokat atıp gözlerini bana dikmesine vesile olmuş idi. Derken daha sonra adının Feriştah olduğunu öğrendiğim, yüzünün sol tarafını tamamen kaplayan ve kendisine ekstra bir erotiklik katan diri vicıtlı gadına doğru istemdışı bir şekilde yöneldiğimi fark ettim…..” Ya biri ile tanışmanın belli bir yolu mu olur allahaşkına. Bin çeşit insan var. Barney Stinson bile herkese farklı bir yöntem uygularken “şunu yap” demek abes.

vedat gencoglu: Hiç çizgi roman kültürü varmı,en sevdiği çizerler kimler diye bende bölesine sormuş olmak için sordum.Ama inanın ne kadar da kötü olsa yav bu adam doğma büyüme İzmirlimi yoksa soradan mı onu merak ettim:)))))

Çizgi roman kültürüm olmaz olur mu ya. 5 yaşında okumayı öğrenince gidip Dostoyesvki’ye kafayı takmıyorsunuz. Red Kit, Tommiks, Asterix ‘den başladım sonra geldi arkası. Mizah dergilerini de takip ederim kendimi bildim bileli. Elimde de çok sağlam bir arşiv vardır. Onların arasından daşuan en sevdiğim isimler Kenan Yarar, Galip Tekin, Sönmez Karakurt Umut Sarıkaya, Serkan Yılmaz, Barış Atar. Doğma büyüme İzmirliyim. Severim de İzmir’i ama bence İzmir insanı İzmir’in hakkını yeterince veremiyor. Sadece mini etekle gezen birini taciz etmemeyi çağdaşlık sanıyor İzmir insanı. Belki çok sığ bir açıklama olabilir bu ama İzmir’in gençlerine bi bakarsanız ne demek istediğimi anlayabilirsiniz. Kısaca İzmir’i çok seviyorum ama İzmir artık benim için Truman Show’un içinde yaşamak gibi bir şey.

aysen: her boku biliyor da takım tutmuyor mu bu arkadaş?

Fenerliyim dedim. Sinyor Bartu , Lefter, Schumacher, Rıdvan-Aykut-Oğuz, Uche, Rapaiç, PVH, Alex seven bir Fenerliyim. Volkan, Emre, Selçuk, Topuz sevmeyen taraftayım. Anlayın artk ne demek istediğimi. Ayrıca Tanjevic İstifa !!! Bi de Gamova Gamova Gamova…

Adsız: Ne olacak bu Sakarya ile Kocaelispor'un hali? Bu iki takımın eski günlerine dönmesi için ona göre ne yapması gerek? Soruyorum her boku bilen adama.
Kocaeli ile çok alakam yok ama Sakaryaspor’un fahri taraftarı sayılırım. Çok yakın iki dostum sayesinde oldu bu da. Hatta birisi bildiğin Tatangadır. Zaten Oğuz, Aykut vesilesi ile de bi yakınlığımız vardı. Kocaeli bi şekilde toparlar ama Sakarya’nın durumuna çok üzülüyorum. TSL’de yer alması gereken takımların başında geliyor Sakarya. Bu tip takımların dönmeleri için istediğimiz kadar altyapıi genç oyuncular falan diyelim her şeyden önce maalesef para geliyor. Parayı bulunca da çar çur etmek yerine kalıcı olabilmek için Kayserispor örneğini incelemesi lazım her takımın.

Son Soru Klasik sorumuz: Barbarossa ile ilgili görüşlerin neler?

Barbarossa severek takip ettiğim futbol bloglarından biri. Sadece gündem değil yazı dizileri hazırlamanız özellikle beni bu blogu izlemeye iten sebeplerin başında geliyor. Özellikle Blog Söyleşileri gerçekten okutuyor.

Bi de çok kişili bloglar her zaman daha güzel bir tat bırakıyor özellikle spor bloglarında. 

Hem Barbarossa’yı hem de diğer futbol bloglarını Türkiye’deki pek çok futbol bilen adama ve gazeteye tercih ederim.

İyi gidiyorsunuz. Tek beğenmediğim blogun teması. Yazı alanının dar olduğu blog temalarını sevmiyorum. Ama tabi da sizin tercihiniz.

Röportaj için de teşekkür ederim. Zevk aldım. Biliyorum çok konuştum ama “Her boku” bilip de susmak kolay değil.

Sevgiler, saygılar.

24 Ocak 2010 Pazar

Sissoko in - Anderson out


Toulouse'da oynayan 20'lik defansif orta saha Sissoko çoktan parlamış durumda. Oyun tarzı olarak Real Madrid'li Diarra ve Man City'li Vieira'ya benzetilen Sissoko'nun çok uzun bir süre daha Toulouse semalarında kalmayacağı kesin. 

***

Sissoko'ya talip olan en ciddi kulüp Manchester United. Kırmızılar Sissoko'nun Toulouse'un en değerli oyuncu olduğunun sanıyorum farkında ve 18 Milyon sterlin gibi bir rakam konuşuluyor. Yine İnter, Lyon ve yeni Vieira'sını arayan Arsenal Sissoko ile flört etmek istiyor. 

***

Liginde parlayan yıldızların önce kendisinde oynamasına alışkın olan Lyon orta alanı için Sissoko'yu düşünüyor ancak Sissoko'nun ManU'ya transferi halinde onun Ferguson'un prenslerinden biri olmasıyla beraber Lyon'un Anderson'a yönelmesi sürpriz olarak görülmüyor. ManU, Sissoko, Anderson ve Lyon'un içinde bulunduğu bu karmaşık transfer hikayesi yaz ayları için bir seneryo, gerçekleşir mi bilinmez ama gerçek olan Sissoko'nun Toulouse'dan ayrılacağı...

Futbolun Güzellikleri #37


Sıra Blog Yazarımız Senem'de...

Derby della Madonnia (24.01.2010)


Büyük maça saatler kala bu rekabet ile ilgili bir şey yazmadan duramadım. Tek bir şehrin içinde yüz yılı aşkın bir süredir rekabetin tarafları olan İnter ve Milan, yine her zamanki gibi bu gece bu rekabeti bizlere izletecekler...

***

Her derbide olduğu gibi Milano derbisininde bir hikayesi var tabi. 1899'un aralık ayında Milano'da ünlü bir otelde iki İngiliz; A. Edwards ve H. Kilpin ada da çok meşhur olan futbol ve kriketi bir araya getirecek olan bir kulüp kurmak için karar alırlar, sonra kurucuların ingiliz olmalarına rağmen tüm oyuncuların italyan olmaları yönetim içindeki bazı kişileri rahatsız eder ve onlarda kulüpten koparak 'uluslararası Milan' yani 'İnternazionale Milano' yu kurarlar. Böylece ismini Milano'nun en büyük katedrali olan Duomo'nun içinde bulunan Meryem anadan alan 'Derby della Madonnia' rekabeti başlar ve devam eder...

***

Bu gece olacakları her derbide olduğu gibi yine kestirmek çok güç. Uzun uzun analiz zaten yapamıyorum. Bu maçtan herkes gibi bende keyif almak için çabalayacağım. 

***

İtalya futbolunun abileri dünya ve İtalyan futboluna bıraktıklarıyla, anılarıyla ve yaşattıkları ile sonsuz olacak... Umuyorum ki bu gece oynanacak maçta bu asırlık rekabetin unutulmazları arasına girmeyi başarır...

23 Ocak 2010 Cumartesi

İzlemeye Değer: Haris Vuçkiç


Takım: Newcastle Utd
Doğum yeri: Ljubljana 21/Ağustos/92
Mevki: Forvet/Orta Saha


> Bize biraz bu delikanlıdan bahset...

Vuçkiç futbola Slovenya ekibi NK Domzale'de başladı ve ilk maçına 15 yaşındayken çıktı. AC Milan onunla ilgilenirken erken davranan Newcastle, 2009 Ocak ayında daha önce deneme idmanlarına çıkardığı genç oyuncuya imza attırdı. Domzale başkanı Matej Orazern, ''Newcastle onu diğer kulüplerden daha fazla istediği için kadrosuna katmayı başardı. Bugüne kadar hiçbir Sloven oyuncu büyük Premier Lig'de oynama şansı elde etmedi. Bunun onun için doğru karar olduğu kanaatindeyim.'' diyor.

> Transferinden sonra Haris'in gelişimi nasıl?

Vuçkiç ilk maçına rezerv takımla Blackburn karşısında çıktı. Şubat ayında oynanan bu maçta takımına galibiyeti getiren golü attı. Ayrıca U-18 takımıyla Derby karşısında gösterdiği performansla yeni sezon hazırlıkları için A takıma alınmayı başardı. Newcastle Akademisi'nin antrenörü Alan Thompson, ''Kulübe geldiğinden beri onda müthiş bir şeyler oluyor. Michael Owen ve Mark Viduka gibi oyuncuların dikkatini çekmeyi başardı. Sahaya ilk girdiğinde herkes onu 21 yaşında zannetti. O izlemeye değer bir oyuncu. Hatta izlemeye en değer oyuncu.'' diyor.

>Chris Hughton'u etkilemeyi başardı mı peki?

Elbette. 26 Ağustos'ta Carling Cup'ta oynanan Huddersfield maçında oyuna sonradan girdi; 5 gün sonra ise ilk lig maçına Leichester karşısında çıktı. Son zamanlarda sakatlıklar nedeniyle kulübeye çekilse de, Hughton ona ligin ikinci yarısında takımda daha önemli bir rol vermekte kararlı. Haughton'u dinliyoruz: ''O çok genç olmasına rağmen ilk onbire çok yakın bir performans sergiliyor. Yalnızca ona bir şans vermemiz gerekiyor ve onun bunu boşa harcamayacağından eminim.''

> Peki sözü Vukçiç'e vermek gerekirse?

''Dundee United maçında yedek kulübesine oturduğumda sezonun benim için muhteşem başladığını hissettim. İngiltere'ye ilk geldiğimde, Richard Money, Kenn yWharton ve Alan Thompson gibi insanlardan çok büyük destek gördüm. Buraya alışmamda çok önemli katkıları oldu. Artık bunları geride bıraktım ve tek amacım daha sıkı çalışıp Chris Haughton'u etkilemeyi başarabilmek. Ama hala çok gencim ve macera daha yeni başladı.''

> Milli takım ne alemde?

Yalnızca 16 yaşında olmasına rağmen, Ukrayna'daki U-19 şampiyonasında kaptanlık pazubandını taktı. Gösterdiği performans, belki Slovenya'yı grubun sonundan kurtaramadı ama Chelsea, Real Madrid gibi büyük kulüplerin onu izlediği söylendi. Gerçekten izlemeye değer bir oyuncu...

FourFourTwo İngiliz edisyonundan alınmıştır.

22 Ocak 2010 Cuma

Corinthians'tan İki Dost



Brezilya'da 2005 yılında şampiyonluğu kazanan Corinthians'ın o dönemdeki kadrosu Avrupa'da birçok kalburüstü takımın ağzını sulandırıyordu adeta. Carlos Tevez, Marcelo Mattos ve Carlos Alberto ilk dikkatleri çekenler olmuştu o dönemlerde. Carlos Tevez şampiyon olunan sezonda 29 maçta 20 gol atarak Premier Lig'in, Carlos Alberto Bundesliga'nın, Marcelo Mattos ise Yunanistan'ın yolunu tutmuştu 2005'ten sonra...

***

Bu kadronun forvet hattında Tevez dışındaki isimlerde gayet ilgi çekiciydi. Jo, Lyon'dan kiralık gelen Nilmar ve alt yapıdan yetişen Bobo...

***

2006'da Beşiktaş başkanı Yıldırım Demirören NTV'ye verdiği bir demeçte Brezilya'nın Corinthians kulübünde ve aynı zamanda U-20 milli takımında da forma giyen genç bir forvet oyuncusu ile anlaştıklarını söylemişti. Fakat isim vermemişti. Akıllara gelen isimler Nilmar, Jo ve Bobo'ydu. O dönem bir önceki sezon Fenerbahçe'yi yakan Nilmar'ın OL. Lyon'dan kiralık olarak Corinthians'ta olması onun isminin üstünün çizilmesine neden olmuştu. Bobo ve Jo arasında birçok tahmin yapılıyordu. FM oynayan arkadaşlar bu ismin Jo olmasını çok istiyorlardı, zira FM'de bu genç çok yetenekliydi ve FM asla yanılmazdı... Gerçekte de Jo, takımında Bobo'dan daha fazla gol atmıştı. Bobo'nun Jo'ya göre avantajı ise ümit milli olmasıydı, Jo henüz milli formayı giyememişti.

Corinthians'ta birlikte büyüyen bu iki gençten Jo CSKA'ya, Bobo ise Beşiktaş'a geldiğinde gerçek ortaya çıkmıştı nihayet. İki dost, Jo ve Bobo yuvadan uçtuktan sonra Jo popüler bir Premier Lig oyuncusu olmayı başarmıştı. Bobo ise Beşiktaş'ta zaman zaman parlayıp, zaman zaman da teknik direktörlere ve şimdilerde Mustafa Denizli'ye kendini kanıtlamak için uğraş verdi...

***

Nihayetinde bu iki iyi dostun yolları Jo'nun İstanbul'a gelişi ile yeniden kesişmiş oldu. Bir şekilde kader Bobo'nun olduğu mevkiye Jo'yuda getirdi... Bizim basında adettir 'X Türkiye'ye gelmeden önce Y den bilgi aldı' demek... Sanırım kimsenin aklına Jo'nun gerçekten Bobo'yu aramış olabileceği gelmedi. Çünkü bunun olması kesin gibi... Bobo kankasını tekrar yanında görmekten mutlu, Jo'da aynı şekilde... Bakalım Bobo ve Jo farklı takımlarda olmasına rağmen Corinthians günlerindeki performanslarını aynı ligde sergileyecekler mi? Ancak önce Bobo'nun Mustafa Denizli'ye kendisini oynatması için yalvarması gerekecek...

" Bobo'nun Corinthians günlerindeki fotoğrafı için Hasan Muradoğlu'na teşekkürler... "

Blog Widget by LinkWithin
 
Copyright 2009 Barbarossa. Powered by Blogger Blogger Templates create by Deluxe Templates. WP by Masterplan