30 Kasım 2009 Pazartesi

Balkan Futbolu #17 - Atina


Aslında 'Balkan Futbolu' serisinde bu yazıyı yazmak için biraz geç kalmış olabilirim. Bahsettiğim konu 'Atina Derbisi'. Bugün bunu yazmanın doğru olacağını düşündüm çünkü Panathinaikos-Olympiakos rekabeti dün oynanan ve Olympiakos'un 2-0 üstünlüğü ile sona eren maçtan sonra sıcaklığını koruyor. Lafı çok fazla da uzatmadan rekabetten ve bu rekabetin kaynağından biraz bahsetmek istedim.

***

Aslında bu rekabetin ne kadar büyük bir çekişme olduğunu 29 Kasım 2009 'da oynanan olan maç öncesinde yaşanan bir olay çok net bir biçimde açıklıyor. Normalde maçın başlama saati 19:00... Fakat maç Panathinaikos otobüsünün stada 1.5 km kala Olympiakos taraftarları tarafından saldırıya uğraması nedeni ile ancak 1.5 saat sonra başlayabildi. Dün rekabetin bir ayağı da basketbol arenasındaydı ve o karşılaşmanın da saati 22:00'dı.

***

Peki rekabetin kaynağı sadece iki 'Atina' takımı olmaları mı? Panathinaikos ve Olympiakos kulüpleri arasındaki "ezeli" rekabet, 90 yıldır her geçen gün artarak devam ediyor. Atina'da bu iki takım arasında oynanan maçlarda ortalık karışıyor, sporun ana unsurları olan dostluk ve centilmenliğin yerini şiddet ve küfür alıyor, kan gövdeyi götürüyor. Yaşanan olayları, akdeniz insanının sıcakkanlılığıyla, çabuk öfkelenmesiyle bile açıklamak mümkün olmuyor aslına bakarsanız... Ana neden tahmin edebileceğiniz gibi sosyal farklılık.

***

Panathinaikos 1908 yılında bir tıp öğrencisi tarafından kurulmuş. Olympiakos ise 1925 yılında Atina'nın 15 kilometre uzağında bulunan liman bölgesi Pire'de kurulmuş. İşte 'sosyal farklılık' kavramı da tam buradan çıkıyor. Olympiakos'lulara göre Panathinaikos'lular tam bir züppe, Panathinaikos'lulara göre ise ezeli rakipleri hayat kadınları ile yatıp kalkan fakir denizciler... 

***

İki takım arasında oynanan her maç olaylı oluyor fakat ilk olayların yaşandığı tarih 1949... Bu maçta Olympiakos'lu taraftarlar, oyuncularının kasıtlı bir şekilde sakatlanmasına rağmen hakemin oyunu devam ettirdiğini savunarak, hakemin kararlarına tepki gösterdiler. Doksan dakika tamamlandığında, iki takımın taraftarları ve futbolcuları birbirine girdi ve iki oyuncu hastaneye kaldırıldı. İki kulüp taraftarlarına göre iki takımın 'ezeli' bir rakip olduğu an bu karşılaşma...

***

Bir de 1962 yılında oynanan bir kupa finali var ki, sanıyorum iki kulüp arasında oynanan maçlarda en dikkat çekici olanı. Ya da şöyle diyeyim; Bu rekabeti en iyi anlatan bir maç 1962 yılındaki kupa finali. O maçta ilk beş dakika içerisinde iki Olympiakoslu oyuncu kırmızı kart görerek oyun dışı kaldı. Taraftarların bu kararı protesto etmek için hakeme yabancı maddeler atmaları yüzünden, maç iki kez durduruldu. İlk yarı ancak 66 dakikada tamamlanabildi. Verilen 35 dakikalık aradan sonra, taraftarlar ve futbolcular yatışınca maça devam edildi. Yaşanan bu duraklama nedeniyle, maç 45 dakika uzadı. Stadyumdaki ışıklandırma sistemi çalışmadığından, havanın kararmasıyla birlikte maç tatil edildi. Bu sırada her iki takımın futbolcuları ve taraftarları kıyasıya bir kavgaya tutuştular. Yaşanan olaylar yüzünden, 1962 yılında Yunanistan kupası iptal edildi ve o yıl herhangi bir takıma kupa verilmedi.

***

Herkesin tahmin edebileceği ve iki kulüp arasında gerçekleşen 'olaylı' bir tarnsferde var halihazırda. Yunanistan'ın gelmiş geçmiş en büyük kalecilerinden biri olan Antonios Nikopolidis, 15 sezon boyunca Panathinaikos forması giydikten sonra, aralık 2003'te yapılan transfer görüşmelerinde sözleşmesini uzatmak için yıllık 600 bin avro istedi. Yönetim bu isteğe olumsuz cevap vererek, futbolcunun geri adım atması için kadro dışı bırakılmasına karar verdi. Bu tavır üzerine sözleşmesini uzatmayan Nikopolidis, 2004 yazında Olympiakos'un teklifini kabul etti. Nikopolidis bir profosyonel olsa da Pao taraftarları Nikopolidis'in Olympiakos forması ile Apostolos Nikolaidis çimlerine ayak basar basmaz küfürlü 'şaheserlerini' Niko'ya ithaf etmeyi unutmamışlardı.

***

Panathinaikos tarihinin en önemli olayı 1971 yılında, Wembley'de Ajax'a karşı oynanan Şampiyon Kulüpler kupası finalidir... Maçı Pana 2-0 kaybetse de bu olay büyük bir başarı hikayesidir ve 'Wembley'e giden yol' olarak Panathinaikoslular tarafından anlatılıp durululur. Buna karşı Olympiakoslularda en çok lig şampiyonu olduklarından bahsedip kavgayı devam ettirirler. Aslında bu yönü ile Galatasaray - Fenerbahçe rekabetine de benzer...

***

Dünya'da oynanan tüm derbiler içinde bana göre 'en olaylı' olanlarından biri olan bu rekabet Balkan Futbolunu 'Balkan Futbolu'yapan bir hadise...

Kobe Bryant


Onun için ne demeli bilmiyorum. Jordan'dan sonra gelen en iyi basketbolcu o sanırım. Yani aktif basketbolcular arasında en iyisi o. Eskiden ona bu kadar hayran değildim. Onu izlerken, bu kadar zevk almıyordum. Kobe Bryant çok farklı bir basketbolcu. Eğer takımınızda onun gibi bir oyuncu varsa, hiç bir maçtan korkmayın. Yalnız şu da var. Bu adam bir sakatlansa, sanırım Lakers'ın hali içler acısı olur. Hele o 81 sayı attığı, Toronto maçı. Bu adam başka bir adam. Onu hiç Jordan ile kıyaslamadım. Ama böyle giderse bizlere Jordan'ı unutturacak. NBA Ligi başladığından beri Kobe ve Lakers çok iyi gidiyor. Onları izlemekten büyük keyif alıyorum. Umarım böyle devam ederler.

FourFourTwo Aralık 09 Sayısındayım


İsviçre'de düzenlenen Fifa U-17 Dünya Kupası'nda 5 gol ile gol kralı olan Nijeryalı forvet 'Sani Emmanuel' ile ilgili yazım Four Four Two Aralık sayısının 'altıpas' bölümünde...

''Eşsiz'' Cole

Başlık kötü bir espri gibi görünse de aslında Chelsea için Ashley Cole hakikaten 'Eşsiz Cole'... Dün (EPL 14. Hafta, 29.11.2009, 0-3) Emirates'te oynanan Arsenal - Chelsea maçında yine bunu görmüş olduk. Cole, maç boyunca eski takımının taraftarları tarafından bazı protestolara maruz kalsa da 'ben işimi yaparım' diyerek en iyi oyunlarından birini oynadı. Hatta Arsenal taraftarı ıslıklarını arttırdığında, Ashley'de oyununu aynı derecede arttırdı. Maç boyunca hem defansta çok sağlam bir görüntü çizmeyi başardı, hem de hücüm için sol kanadı çok iyi kullandı. Aslında galibiyetin 'sırrı' Chelsea'nin kanatlarında, özellikle Cole'un olduğu kanatta demek sanırım yanlış olmaz. Maçın yıldızı bana göre Ashley Cole'dur... Bir 'Altın Karma' yapsam Cole'u banko yazarım...

90 dakika boyunca yaptığı olumlu pasları bu grafikten görmek mümkün. 16 olumlu pas, 1 asist, sadece 2 olumsuz pas...

29 Kasım 2009 Pazar

Atamayana... Barcelona 1-0 Real Madrid

Pes'te 'editöre' girilip, bütün superstarları iki takıma yayıp, ardından exhibition modunda oynanan bir maçtı sanki... Benzema giriyor CR9 çıkıyor, Henry çıkıyor İbra giriyor... Aslında beklendiği kadar büyük bir maç olmadı orası ayrı. Yani beklentiler en azından '1-0' dan biraz daha fazlaydı.

***

İbrahimovic'in golüne kadar '3' net pozisyonu harcadı Madrid... Bu ne demekti? Tabii ki yenilgiye davetiye... Hazır İbrahimovic'i de anmışken onu kadrolar açıklandığında Barca'nın ilk onbirinde görmeyince 'galiba ''alt'' biter bu maç' demiştim kendi kendime. Öyle de oldu. 

***

Puyol... Bence Barcelona'nın kalecisi Victor değil, Carles Puyol. Yaşayan efsane klasik bir cümle olsa da onu şimdilik anlatan bu... Sorumluluk hissini her maç taşıyor, hiç bir zaman yorulduğunu görmemiştim, az önce biten maçta da görmedim.

***

Real Madrid kazanmalıydı bu maçı, son yarım saatte kazanmya da çok yakındı aslında. Fakat Pellegrini benim hala anlamadığım bir şekilde Ronaldo'yu oyundan alarak 10 kişilik Barca ile kendi takımını adeta eşitledi. Aslında İspanyol basını Ronaldo'nun her ihtimale karşı, yani ne olursa olsun zaten en fazla 55-60 dk oynayacağını yazıyordu. Yani bu da ihtimaller içinde... 

***

Real'in yediği gole gelelim. Pepe'nin yapmaması gereken bir hata var golde. İbrahimovic'i arkada unutmak! Nefes'teki gibi 'Uyursan ölürsünüz!' 'Unutursan golü yersin!'...

***

'Real'de Kaka mı daha iyi transfer yoksa Ronaldo mu?'. Yazın transferler yapılırken Ronaldo'nun arkasında kaldığını söylemek yanlış olmaz ama bu maçta gösterdi ki Real Madrid'in en iyi transferi Kaka...

***

Sonuç olarak Real Madrid geçen sezondan sonra Barca'ya karşı artık daha 'diri' bir takım gibi durmayı başardı aslında bu maçta. Yenilgiye rağmen... Barca liderliği aldı götürdü fakat bence Santiago Barnebeu'da oynanacak maçta liderlik yeniden Real Madrid'e geçecektir...

29 Kasım 2009, La Liga

BARCELONA [1 - 0] REAL MADRID 
56' [1 - 0] Z. Ibrahimovic 
63' S. Busquets (Kırmızı kart, Barcelona) 
90' L. Diarra (Kırmızı kart, Real Madrid)

Barcelona: Victor Valdes, Dani Alves, Puyol, Pique, Abidal, Busquets, Xavi, Keita (Dk. 66 Toure), Messi, Iniesta, Henry (Dk. 51 Ibrahimovic) 

Teknik direktör: Josep Guardiola 

Real Madrid: Casillas, Sergio Ramos, Pepe, Albiol, Arbeloa (Dk. 74 Raul), Lassana Diarra, Xabi Alonso, Cristiano Ronaldo (Dk. 66 Benzema), Kaka, Marcelo, Higuain 

Teknik direktör: Manuel Pellegrini

1960'taki Gibi Bir Maç Olsun!

1960-61 sezonu. La Liga'nın 2. yarısında Barcelona ve Real Madrid kozlarını Camp Nou'da paylaşacaklar. Real Madrid zaten şampiyonluğa koşuyor ve mükemmel kadrosu ile de bu maçın favorisi. (Dominguez, Marquitos, Santamaria, Pachin, Vidal, Zarraga, Canario, Luis Del Sol, Di Stefano, Puskas, Paco Gento.) 

***

Maç Katalunya'da değil sanki ve galip gelen taraf 3-5 ile Real Madrid... Ne maç olmuş ama! Tam 8 gol... Şimdi yine o tarihteki gibi bir maç olsun istiyorum gerçekten... Böyle 2-4, 3-5 gibi bir skorla bitsin. Bol gol olsun ama sonucunda Real Madrid kazansın tabii... 

Yukarıdaki fotoğraf ise o günleri yaşayanların şimdiki halleri. Sansebastian, Santamaria ve Vicente... İhtiyar delikanlılar...

1 Şubat 2004, Fenerbahçe - Trabzonspor

Hazır Kurban Bayramı'nın içindeyiz, daha önce 2000'li yıllarda yine Kurban Bayramı'nda oynanan bir lig maçından bahsetmek istedim.

***

2004 yılındaki Kurban Bayramı'nın 2. gününde karşılaşmıştı iki takım. Bu maçtan önce Trabzonspor önceki 5 lig maçında Kadıköy'de galibiyet yüzü görememişti. Maçtan galip ayrılan yine 3-1 ile Fenerbahçe olmuş, Daum şampiyonluk yolunda önemli bir engeli daha geçmeyi başarmıştı. 

***

Fenerbahçe'de Nobre ve Van Hooijdonk'un ilk sezonları olmasına rağmen Nobre'nin hırslı oyunu dikkatleri çekiyor, Hooijdonk ise her geçen gün kendine hayran bıraktırıyordu. Zira o maçında en iyi oyuncusu Hooijdonk'tu. Topsuz oyunu harikulade, topla beraber her takımın korkacağı bir oyuncu gibiydi o maçta Hooijdonk. Aslında Ümit Özat'ın dediği gibi; Fenerbahçe o maçta Hooijdonk'a o maçta biraz daha ısınsa 4. ve 5. gollerin gelmemesi için hiçbir neden yoktu. Aurelio ise bu maçta yıllar sonra 'alternatifi' olmayan oyun olarak lanse edilen oyununu oynamaya başlamıştı. Kalede Volkan tecrübesiz olmasına rağmen yavaş yavaş ısınıyordu. 

***

Daha önce oynanan Fenerbahçe-Trabzonspor maçlarına nazaran daha sakin ve güzel bir maç olmuştu 1 Şubat 2004'teki bu maç... Belki de nedeni bayram olmasıydı...

26 Kasım 2009 Perşembe

Futbolun Güzellikleri #32 (İyi Bayramlar)


Hung

Bir arkadaşımn bana tavsiyesi ile izlemeye başladığım bir HBO dizisi Hung. Dizi normalde geçtiğimiz haziran ayında başladı. Haftalık olarak devam etti ve şu ana kadar 10 bölüm yayınlanmış durumda.

***

Konuya gelecek olursak... Efendim tuhaf aslında biraz. Konu ile ilgili ana cümle şu : 'Küçük hazlardan sıkılan kadınlar, büyük mutluluklar buradan geçiyor'... Evet sizde ne çağrıştırdığını tahmin ettim ama bu olayında diziye göre bir hikayesi var tabii.

***

Ray Drecker (Thomas Jane) esas adamımız. 40 yaşlarına merdiven dayamış, atletik ve çekici bir basketbol koçu. Karısı tarafından terkedildikten sonra hayatı zaten alt üst olan Ray'in bir de aile yadigarı evinde yangın çıkar ve işler iyice kötüleşir... Para sıkıntısı başlar ve eski karısından bile borç istemek zorunda kalır ama avcunu yalar. Çocuklar ise yangından sonra annelerine dönerler. (çocuklar akıllara zarar, özellikle kız psikolojinizi bozabilir). Yangında mahvolan evini satmamakta kararlı olan Ray evinin önüne tamir edilene dek bir çadır koyar ve orada yaşamaya başlar...

***

Ray'in durumu iyice kötüye giderken bir derginin arkasında 'nasıl milyoner olunur?' adlı ilanı görür ve kursa katılmaya karar verir. Fakat bu kursta onu bekleyen bir sürpirz vardır. Geçmişte tek gecelik bir ilişki yaşadığı Tanya (Jane Adams)'da bu kurstadır. Ve hemen yine birlikte olurlar. Ancak Tanya Ray'in umursamazlığı nedeni ile o gece onu evden kovar ve Ray'in büyük 'organı' dışında hiçbir işe yaramadığını söyler. Tanya'nın bu sözü Ray'e bir fikir verir. Aklına gelen dünyanın en eski mesleğidir. Ray bu fikrini onunla barışmak için tekrar gelen Tanya'ya aktarır ve Tanya belirli bir yüzde alırsa ona zengin bayan müşteriler bulacağını söyler...

***

Efendim olaylar bundan ibaret ve gerisi Ray'in bir yandan basketbol koçluğuna devam etmesi ve bir yandan da Tanya'nın bulduğu zengin ve 'büyük' şeylerle mutlu olmaya çalışan kadınlarla uğraşması ile devam ediyor. Seneryo bu yüzden ilgi çekici, zaman zaman yaşananlarda sizi güldürmeye yetiyor. Yan karakterlerinde kendi hayatları anlatılıyor ve bir şekilde Ray'in hayatı ile kesiştiriliyor...

***

Her bölüm ortalama 25'er dakika... Şuan e2'den de yayınlanıyor. E tabi haliyle sevişme sahneleri falan sansürlenmiş... Ben sansür sevmem diyorsanız Zamunda torrentleri sizin için doğru adres. Eğer basketbol koçu olan bir adamın ek iş olarak yaptığı 'jigololuk' ve akabinde yaşanan değişik olaylar ilginizi çekerse bir göz atın derim... Sürekli Supernatural izleyen benim gibi birine değişik geldi doğrusu.

***

Buradan IMDb sayfasına, şuradan e2 tarafından hazırlanan resmi internet sitesine, ve buradan da HBO sayfasına ulaşabilirsiniz...

EE Futbol Bu...


25 Kasım 2009 Çarşamba

Anfield'da Kasvet Havası...

R. Benitez'in 'Tez' i Şampiyonlar Ligi'ydi, şimdi o da gitti. Liverpool 9-10 sezonunda yoluna UEFA Avrupa Ligi'nde devam edecek. Artık Benitez'i ve Liverpool taraftarlarını besleyen bir Şampiyonlar Ligi yok. Bu ligde 04-05'te İstanbul'da gelen şampiyonluk, 06-07'de gelen finalden sonra 'doymuş' olan taraftarlar artık bir lig şampiyonluğu beklentisi içerisine girmişlerdi, fakat bu sezonda çok büyük ihtimal ile 'uçtu'...

***

Şimdi elde kalan Avrupa Ligi. Peki 2000'li yıllarda Liverpool sürekli Şampiyonlar Ligi'nde mi oynadı? Tabii ki hayır, bu yüzden 'o kadar' üzülmeye gerek yok... 2000-2001'de meşhur Alaves finalinde gelen bir şampiyonluk, ardından 2002-2003'te Celtic'e kaybedilen bir çeyrek final, Gençlerbirliği'nin çeyrek finalin kapısından döndüğü 2003-2004'te de Marsilya'ya kaybedilen bir 4. tur var geçmişte.

***

Liverpool'un yoluna Avrupa Ligi'nde devam edecek olması bir kabus değil yani. Son olarak Benitez'e de yüklenmek yanlış. Rafa'nın yerine George Gillett ve Tom Hicks'e yüklenmek daha doğru olacaktır... Yönetim ve transfer politikası nedeniyle...

Guardian'dan Henry'ye sevgilerle...


    Çalışmalar çok başarılı...

24 Kasım 2009 Salı

Lan Krkic!

Dışarıdan gelmişim, almışım kolamı elime, Barca-İnter maçını izliyorum uslu uslu... Bir yandan da arada bir tweetliyorum... Rahatım beyde yok yani. Yanımda da sevgili 'babam'... Pek bir sever Henry'yi. 'Hala seviyor musun bu sahtekarı?' diye sordum. Sormaz olaydım. O ara Krkic ısınıyor saha kenardında, kameralar Krkic'te... Babamda Henry'ye söylediklerimden sonra intikam alacak ya benden 'Bak' dedi, 'Krkic senden bir yaş küçük, ama Nou Camp'ta... Sen burda tivitle dur!'... Haydaaa... Ulan Krkic akşam akşam ne yaptığını gördün mü?... Tipe bak... Püh...

Blog Söyleşileri #5, Sabri Ugan - 2. Bölüm



11) En beğendiğiniz futbolcu ve teknik adam kim?

Sir Alex Ferguson, 20 küsur yıldır Manchester United'ın başında başarıdan başarıya koşuyorsa, başka bir isim söylemek futbol ihaneti olur.. En beğendiğim futbolcu geçmişte Bergkamp. O'nun gibi yetenek dünyaya çok az gelir. Bir de uçuş korkusu olmayıp deplasmanlara da gidebilseydi, adı çok daha bilinir olurdu. Yine de benim efsanelerimden biridir.. Aktif olanlar arasında ise kuşkusuz Xavi. O'nu Barcelona'da ilk forma giydiği günlerden bu yana anlatıyorum ve müthiş istikrarına şapka çıkarıyorum.

12) Turkcell super Lig şampiyonluk adayınız?

İstanbul'un 3 büyüklerinin dışına çıkacağını sanmıyorum.

13) Lig maçlarını sunmak ister miydiniz?

Şu da olsa, bu da olsa diye hırsları olan biri değilim. Eskiden Bernabeu'da bir maç anlatmayı çok isterdim. Sanırım 4 kez gittim Madrid'e. Şimdiki hayalim, çocukluğumun efsanesi olan Wembley'de bir maç anlatmak.

14) Kendinizi meslek hayatınızın zirvesinde görüyor musunuz yoksa hala yapmanız gerekenler var mı?

Hepimiz için söz konusu bu. Gidecek daha çok yol var...

15) Keşke bu maçı ben anlatsaydım dediğiniz maçlar var mı ?

Galatasaray ile Arszenal arasındaki UEFA Kupası finalini, bir Türk takımının zaferini aktarabilmeyi isterdim elbet..

16) Ne okuyorsunuz? Müzikle aranız nasıl?
Duygusal ve dahası romantik bir insanım. Murathan Mungan, Cemal Süreya, Özdemir Asaf başta olmak üzere Travanian, İhsan Oktay Anar, Dan Brown, John Grisham aklıma ilk gelen yazarlar. İlhan İrem ve Feridun Düzağaç başta olmak üzere, Türk Rock'ını dinlemeyi de çok seviyorum.

17) Sosyal hayatınızda neler yaparsınız?

Spor , sinema ve oğluşla ilgilenmek dolduruyor tüm hayatımı... Kış aylarında kayak özel tutkum.

18) Futbol Blogları hakkında neler düşünüyorsunuz?

İçlerinde kendi egolarını tatmin eden yazarları bir kenarda tutarsak, futbol blogları kesinlikle benim için yol gösterici. Çok zeki ve okumaktan keyif aldığım yazarlar var.

19) Sizde bir blog açtınız bu nasıl oldu? Takip ettikleriniz var mı?

Takip ettiklerim bende kalsın... Evet ben de bir blog açtım ama benimki çok sporsal bir şey değil.. Günlük gevezeliklerim sırasında dilimin ucundan düşen ne varsa bloga atıyorum. Yaşam arşivim gibi oldu blogum :)

20) Keyifli söyleşi için çok teşekkür ediyorum... 

Öfkemizin kontrol edilmez boyuta gelmemesi ve birbirimize olan saygımızı yitirmememiz dileklerimle… Sevgiler.

Haftanın Yıldızı; İbrahim Üzülmez


Oğuz'dan böyle bir teklif gelince önce ilginç olacağını düşündüm. Ne yazacağımı şaşırdım. Sonra artık klasikleşen "Haftanın Panoraması"nın kısa bir kesitini burada yapmaya karar verdim. Kısa kesitten kastım şu, "Haftanın Oyuncusu" olarak nitelediğim futbolcuyu neden seçtiğimi sizlere özetle anlatmaya çalışacağım.
***
Barbarossa-Mutlak Gol Pozisyonu'ndaki ilk yazımın konuğu İbrahim Üzülmez. Yazılarımı takip edenler "emekçi ekolü"ne ayrı bir sempati duyduğumu bilirler. Peki, bu ekolün temsilcileri kimlerdir? İbrahim Üzülmez, Sabri Sarıoğlu, Selçuk Şahin, Hüseyin Çimşir vs. vs.
***
Emekçi ekolünün temsilcisi olmak için öncelikle "günah keçisi" olması gerekiyor futbolcunun. Hani Fight Club'ın giriş şartları var ya, bu da onun gibi birşey. Sonra, ciğer paralamak konusunda uzman olması gerekiyor ve en son, kısmî anlamda "yeteneksiz" olması gerekiyor.
***
Severim bu tür futbolcuları. Ekolün kurucu 4'lüsü hakkında savunma anlamında en az 1 yazı yazmışımdır bugüne kadar. Yazmaya da devam ederim, hiç üşenmem! Örneğin, Galatasaray Sabri'den iyisini bulabiliyor mu bugün? Selçuk'un Baroni'den ne eksiği var? Hani Trabzonspor'daki dertlerin tek kaynağı Hüseyin'di? Uzar, gider...
***
İbrahim Üzülmez, cumartesi akşamı muhteşem bir performans ortaya koydu. Jesus Almeyda'ya göre içine Giggs kaçmıştı; Aceto'ya göre Evra. Ne kaçmışsa kaçmıştı ama muhteşem oynamıştı ve unutmamamız gereken birşey var; bu adam 35 yaşında ve 36'sına girmesine yalnızca 4 ay var.
***
Belki hiçbir zaman süper yıldız olamayacak ama kalplerde her zaman büyük oyuncu olarak anılacak İbrahim Üzülmez. Tıpkı Rıza Çalımbay gibi, Müjdat Yetkiner gibi ya da Suat Kaya gibi.
***
Türk futbolu vefasızdır. Birkaç örnek dışında, güzel uğurlayamayız yıldızlarımızı. Bunlara bazen yıldızlar sebep olur, bazen kulüpler. Ama akıllarda kalan buruk tat, hiçbir zaman hafızadan silinmez. Kemalettin, jübilesini Fenerbahçe'de yapsa ve öyle veda etse hoş olmaz mıydı ya da Hakan Şükür Galatasaray'da?
***
İbrahim Üzülmez bari futbolu sürgünde bırakan yıldızlar familyasına girmesin. 37'sine, 38'ine kadar oynasın ve dilediği zaman bıraksın. Çok mu para alıyor sanki! Tebrikler İbo, senin nezdinde tüm hak ettiğini bulamamış yıldızlara gidiyor bu alkışlar.

24 Kasım


Bir Öğretmen çocuğu olarak yıllardır 24 Kasımlarım çok renkli ve güzel geçmiştir hep...

***

Geçen yıl 24 Kasım'da çok sevdiğim ilk okul öğretmenimi arayamamış ve kutlayamamıştım... Dün gece rüyamda onu görmem beni etkilemedi değil, arayacaksın değil mi diye soruyordu çünkü!

*** 

Efendim son olarak, Kartal Tibet'in yönettiği bir Kemal Sunal filmi olan 'Öğretmen' i mutlaka izlemişsinizdir. İzlemeyenleriniz varsa da 1988 yapımı bu filmi mutlaka izlesin. Öğretmenlerin sorunlarını anlamak için bu filme bakmak yeterlidir. Göreceksiniz ki 1988'den günümüze hiçbirşey değişmemiş...

***

Tüm öğretmenlerin 24 Kasımını kutluyorum...

23 Kasım 2009 Pazartesi

Blog Söyleşileri #5, Sabri Ugan - 1. Bölüm


Söyleşilerde yeni konuğumuz Sabri Ugan... Zaten tanıyorsunuz kendisini. Söyleşide emeği geçen Desportivo yazarı Murat Türker'e ve soruları yanıtlayan Sabri Ugan'a buradan tekrar teşekkür ediyorum.
1) Sabri Ugan kimdir, geçmişinizden bahseder misiniz?

1963 yılında Adapazarı’nda doğdum. İlk, orta ve liseyi İskenderun Demir Çelik’te bitirdim. 1980 yılında zamanın adıyla Gazi Üniversitesi’ne girdim. 1985 - 1991 yılları arasında SARKARYA Gazetesi Spor Müdürlüğü yaptım. 1992 - 1994 yılları arasında Adapazarı ART Radyosu’nda çalıştım. 1994 - 1996 yılları arasında Kanal 6’da görev yaptım. 1996 yılından bu yana STAR TV’de Sunucu ve Anlatıcı’yım...

2) Spiker olmaya ne zaman karar verdiniz?

Gazete yolculuğunda attığım adımlar beni son noktaya getirdi. Ötesi olmalıydı. İstanbul'a gelip ya gazeteciliğe yeniden başlayacaktım, ya da televizyona geçecektim... Denedim.. Magic Box, Kanalmarket, Star... Biraz daha zamana ihtiyacım vardı. Deneyimsizdim. O yüzden Adapazarı'nda yeni kurulan belediye radyosunda çalışmayı doğru buldum. Orada edindiğim deneyim, İstanbul'da istediğim yere gelmemde önemli faktördü.

3) Spiker olmasaydınız ne olurdunuz?

Şunu öncelikle söylemeliyim. Yaptığım işi çok seviyorum. Bazen düşünüyorum, sunucu olmasaydım ne yapardım acaba diye. Cevabı bulamadığımda endişeleniyorum. Bununla birlikte mesleğin getirdikleriyle yaşayan bir insan da değilim. Bu mesleğin bir forsu varsa, bunu kullandığımı hatırlamıyorum. Avantaj denebiliyorsa eğer, insanlarla iletişimde bir adım önde olmak derim. Tanınıyor olmak, zamandan tasarruf sağlıyor. Sevdiğim bir işi yapıyorum. Seyahat ediyorum, dünyanın en üst düzey futbol karşılaşmalarını izliyorum, bir çok insanla tanışıyorum ve bunlar için para alıyorum. Derler ki; “bir insan sevdiği bir işi yapıyorsa, hiç çalışmıyor” demektir…

4) Örnek aldığınız isimler kimlerdi?

Örnek almak demeyelim ama gençliği daha çok radyo başında geçen biz futbol tutkunları için Halit Kıvanç başta olmak üzere İlker Yasin, Ümit Aktan, Aydın Köker gibi ağabeylerimizle büyüdük. Mutlaka her birinden bir parça kalmıştır.

5) İlk anlattığınız maç hangisiydi? o anı bizimle paylaşır mısınız ?

İlk yalnız seyahatim... İlk tribünden maç anlatışım. Nasıl unutabilirim? Hollanda Rotterdam'da De Kuip Stadı.. 1997 Avrupa Kupa Galipleri Kupası Finali.. Barcelona - Paris Sn. Germain maçı... Nasıl başladı nasıl bitti hiç hatırlamıyorum... Elim ayağım birbirine karışmış, dilim damağım kurumuştu. Ama çok yansıtmadan, kazasız belasız tamamladım.

6) Bizimle paylaşmak istediğiniz ilginç deplasman anıları veya komik hadiseler var mı?

Paylaşmak isteyebileceğim en önemli deplasman anısını Brugge'de yaşadım. Türk ve Belçikalı taraftarlar meydanda karşılaştılar ve kızılca kıyamet gözlerimin önünde koptu.. Galatasaraylı bir taraftarı 15-20 kişilik bir grup linç etmek üzereydi. Olay tam 2 metre önümde oluyordu. Ya saklanacaktım ya da o 20 kişilik grubun arasına dalacaktım. Hiç tereddüt etmedim ve 20 kişilik grubun arasına girdim. O sırada önümdeki bir şeye takılıp düştüm. Düşer düşmaz kalktım. O sırada sırt çantama bir iki darbe almadım değil. Ama kurtardım o adamı... Fakat sonrasında "Sabri bir de dayak yedi" şeklinde forum postları okuyunca kan beynime sıçradı... Bu ülkede iyi insan olmanın bir ödülü yok... Sadece insan içsel olarak mutlu oluyor o kadar. O olay, bana bunu anlattı. Şimdi olsa "Kılımı kıpırdatmam"diyorum ama, bilirim can çıkar huş çıkmaz... Yine kurtarmak için elimden geleni yap sonra yine kendime küfrederim.

7) Şampiyonlar Ligi'ni anlatmak hoş bir duygu ve tecrübe olsa gerek..

Şimdi hemen herkes dilediği platformda maç anlatabiliyor. Çünkü çok ama çok maç var...

8) Maçlardan önce ne gibi hazırlıklarınız oluyor?

Günümüz teknolojisi bilgi dağarcığını dilediğiniz kadar genişletebiliyor. Bununla tecrübeyi birleştirip, aktüaliteyi harmanladığınızda, anlatacağınız maça hazır hale geliyorsunuz. Son adım ise, anlatım günü ruh halinizi olabildiğince pozitif kutupta tutabilmek. Durum 3 kelimeyle özetlenebilir… Bilgi , Birikim, Motivasyon… Motivasyon için "maç öncesi" olumsuz gelişmeleri yansıtıcak tüm araçların bana ulaşma yolunu kapatırım. Buna kız arkadaşımın telefon ve mesajları dahil...

9) Klasik soru: Hangi takımı tutuyorsunuz?

Klasik cevap.. O kadar uzun zaman önceydi ki, unuttum :)

10) Hangi ligi izlerken zevk alıyorsunuz? neden ?

Elbette İngiltere Premier Lig... Futbol adına benim sevdiğim her şey orada var. Fizik güç, teknik, yardımlaşma, hırs, heyecan , sürpriz... Ve elbette yıldızlar... Ve tabi ki tribünler...

2. Bölüm yarın...

Transfer


Daha önce 'My Life is Basketball' blogunun yazarı 'Jordan' artık NBA maçları ile ilgili yorumlarıyla bu blogda oluğunu açıklamıştı. Dar Alanda Uzun Paslar Blogunun yazarı (uzunpaslar.com) Göksel Sert'te her hafta lig maçlarından sonra 'haftanın futbolcusu' yazıları ile burada olacak... Hayırlı olsun diyoruz. :)

21 Kasım 2009 Cumartesi

Balkan Futbolu #17



10 Mayıs 1997. S.Bükreş-D. Bükreş maçından...

11 Aralık 1993, Beşiktaş-Fenerbahçe

Efendim heryerlerde doğal olarak derbi ile ilgili şeyler yazılıp çizilirken, bende geçmişten bir o kadar önemli olan ve  bir 'serinin' bozulduğu Beşiktaş-Fenerbahçe maçı ile rekabeti anmak istedim... Unutmadan, bu maç İnönü Stadı'nda her iki takıkımında seyircisinin eşit sayıda olduğu son maçtı...

***

93-94 sezonunun 14. haftası oynanmıştı maç. Fenerbahçe oynanacak olan bu maçtan önce Beşiktaş'ı en son 5 yıl evvel 18 Mart 1989'da Kadıköy'de yenebilmişti. Tıpkı Beşiktaş'ın 21 Kasım 2009'da (bugün) oynanacak olan maçtan önce en son galibiyetini (Ligde) Nisan 2005'te 4-3 biten maçta aldığı gibi... 

***

Beşiktaş maçta Nartallo ile 1-0 öne geçmiş, Fenerbahçe İlker Yağcıoğlu ile 1-1 yakalamış ve Uche'nin 90. dakikada attığı jeneriklik gol ile maçtan 1-2 galip ayrılmıştı. Bu gol aynı zamanda ligdeki 5 yıllık hasreti de sona erdirmişti. 

11 Aralık 1993'te oynanan maçta Uche'nin attığı gol ise ağıdaki linkte...

Beşiktaş 1 Fenerbahçe 2

***

Son olarak hatırlatılması gereken karşılaşma 22 yıl önce yine 21 Kasım'da (1987) oynanan ve Beşiktaş'ın Kadıköy'de Fenerbahçe'yi 4-0 yendiği maçtır...

***

Ve tabii bazı istatistikler:

Fenerbahçe'nin en farklı galibiyeti : 7-0 (6 Aralık 1918), Beşiktaş'ın en farklı galibiyeti: 7-1 (23 Mart 1941)

En gollü maç ise 11 Aralık 1974'te İnönü'de oynanan TSYD Kupası'nda Beşiktaş'ın 4-5 kazandığı maç...

Beşiktaş'ta Fenerbahçe'ye en çok gol atan Cemil Turan (19), Fenerbahçe'de ise Beşiktaş'a en çok gol atan Hakkı Yeten (32)

20 Kasım 2009 Cuma

21 Haziran 1982, Fransa - Kuveyt

18 Kasımda oynanan Fransa İrlanda maçında yaşananlardan sonra Fransa'nın bundan 28 yıl önce de böyle bir 'çakallık' girişiminde bulunduğu fakat bu kez hiç beklenmedik olayların yaşandığı bir maç geldi aklıma... 

***

Fransa - Kuveyt maçında yaşananlar sanıyorum futbol tarihinde bir ilkti ve bir daha da yaşanmadı. Valladolid'de oynanan maçta Fransa Genghini, Platini ve Six'in attığı gollerle 3-1 öndeyken yaşanmıştı olaylar. Oyun normal seyrinde devam ederken taraftarlar ve televizyon başındaki izleyiciler bir düdük sesi duyarlar. Ortada da hiçbirşey yokken çalınan bu düdük herkesi şaşırtmış, hatta Kuveyt'li oyunculara maçı bıraktırmıştır. Fakat Fransız futbolcu Alain Giresse oyuna devam edip topu sürer ve Fransa'yı 4-1 öne geçirir. Kuveytli futbolcular ise bu düdüğün hakemden gelmediğini anlarlar ve topu üzüntülü bir şekilde santra noktasına doğru götürürler. Ancak tribünden bir talimat gelir ve yaşanılan bu yanlış anlaşılmanın akabinde olan haksızlık nedeni ile Kuveyt'li futbolcuların derhal sahadan çekilmesi emri gelir. Bu emri veren Kuveyt Futbol Federasyonu Başkanı Şeyh Fahid El Ahmed El Sabah'tır... Hatta bununla da yetinmeyen şeyh sahaya girerek maçın Sovyet hakemi Strupar'la konuşarak onu ikna eder ve golü iptal ettirir. Böylece Kuveyt bir yanılgı sonucu haksız bir gol yemekten kurtulur. Maç daha sonra tekrar 4-1 olur ama Şeyh Fahid El Ahmed El Sabah'ın yaptıkları yıllarca unutulmaz... 

***

Peki sizce Henry'nin eliyle kesitiği topta Gallas golü yaptıktan sonra İrlanda takımı sahadan çekilmeye kalksaydı ve maç esnasında gol hemen orada televizyon görüntüleri izlendikten sonra iptal edilseydi nasıl olurdu? 

19 Kasım 2009 Perşembe

Günün NBA Maçları


Bu gece 3 maç var NBA'de. New Orleans Hornets - Phoenix Suns, San Antonio Spurs - Utah Jazz ve Los Angeles Lakers - Chicago Bulls maçları.


Bildiğiniz gibi New Orleans da Chris Paul sakatlandı. New Orleans'ın işi Chris Paul'un sakatlanması ile çok zorlandı. Çünkü Chris takımın bir nevi komutanıydı. Her ne kadar evlerinde de oyanayacak olsalar işleri cidden çok zor bu gece. Phoenix Suns da ise Steve Nash gibi büyük bir etken var. Deplasmanda'da oynayacak olsalar, eksik olan Orleans'a karşı işleri çok zor olmayacaktır. Nash'in büyük katkısıyla Phoenix deplasmandan galibiyetle dönecektir mutlaka.


San Antonio ve Utah Jazz ikisi de dün gece maç yaptı ve yorgunlar. Utah evinde Toronto'yu yenmesini bildi. Ki Memo'nun da olmadığı bir maçta yendiler. Bu onlar için iyi oldu. Çünkü bir çıkış yapmaları gerekiyordu. San Antonio ise, Utah'a göre daha yorgun. Çünkü Dallas ile oynadıkları maç uzatmaya gitti. Daha yorgunlar. San Antonio'nun da kazanması lazım. Zira onlar için de işler pek iyi gitmiyor. Ayrıca kendi evlerinde oynayacak Spurs. O yüzden seyirci avantajıyla yenerler diye düşünüyorum. :)


Gelelim gecenin en merak ettiğim maça. Bilen bilir 12 yaşımdan beri Jordan hayranıyım yaklaşık 20 yıldır. O yüzden Chicago'ya bir sempatim var. Lakers da ise, bana göre ligin en yetenekli oyuncusu Kobe Bryant oynuyor. Lakers bundan 2 maç önce kaybetse de kendi evinde kazanır. Karşılarında Chicago gibi bir ekip var. Chicago aslında, kolay yenilecek bir takım değil. Büyük bir fark atmaları çok zor Chicago'ya. Maç büyük bir ihtimalle başa baş gider. Çok büyük bir fark olmadan Lakers yener.


Keşke nba tv, Spurs maçının yerine bu maçı verseydi. Neyse ne diyoruz sağlık olsun.

Stoichkov vs Hierro

Karar verildi: Sanığın gözümden düşmesine...

Herşeyi Lizirazu açıkladı zaten: "Dürüst olalım, dünya kupası biletini resmen çaldık irlandalılardan, gururlanacak birşey yok..."

*** 

Franszılara sempati ile baktığımı zaten söyleyemem ama artık en sevmediklerimden biri olmayı başardıkları kesin. Emeklerin boşa gitmesi de cabası. 70'lik Trapattoni enerjisini müthiş aşılaşmış İrlandalılara. Ama gel gör ki 'çakma' Tanrı'nın eli nedeniyle hepsi boşa gitti. 

***

Ancak unutmamak gereken bazı şeyler var. Henry hala geçmişiyle, yaptıklarıyla ve oyun tarzıyla iyi bir oyuncudur. İnkar edemem. Kimse edemez. O anda Henry'nin yaptığı takımının kazanmasını isteyerek uyguladığı bir sahtekarlıktır. Tıpkı Maradona gibi...  Fakat bu hareket nedeniyle Henry'nin tipiyle, ahlakıyla falan dalga geçilmez. Bu şekilde abartanlar var.  Bu futbol dünyasında son olmayacaktır. Yapılması gerekenler bu tip hareketleri yeni kurallar ile engellemeye çalışmaktır. Ama tabii Henry artık gözümden düştü o ayrı...

***

Mardona ile Henry'nin olayları benim gözümde aynıdır. Ne demişti Pele : ''Maradına en iyisi değil, zaten en iyi golünü de eliyle attı'' Bu sözün bir benzeri de Henry için geçerli artık...

***

Ve son olarak UEFA'nın 'kale arkası' hakemleri uygulamasında ne kadar da haklı olduğunu gördüm şahsım adına dün gece. Kale arkası hakemi olsaydı dünkü Fransa-İrlanda maçında belki de Henry'nin 'el pası' ile oluşan Gallas'ın golü iptal edilecek, finallere İrlanda gidecekti...

18 Kasım 2009 Çarşamba

1992 U-19 Avrupa Şampiyonası, Yitik Yıldızlar

O yıl İsrail'de düzenlenen ve Türk milli takımının ilk kez uluslararası bir ortamda şampiyon olduğu turnuvaydı. Türkiye gruptan 8 puanlı İsrail'in 1 puan önünde lider olarak çıkmıştı. Türkiye çeyrek final maçında 50'lerdeki Macaristan milli takımı gibi fırtınalar estiren Macaristan takımını 3-0 ile geçmeyi başarmıştı. Yarı finalde turnuvanın Türkiye ile bilrikte bir diğer sürprizi olan Norveç milli takımımızın rakibi olmuştu ve 2-1 galip gelen Türkiye olmuştu. Fianlde rakip Portekiz'di. Önce Bülent Yılmaz ile öne geçmiştik ancak cevap Victor Cardoso'dan gelmişti. Uzatmaya giden maçı altın gol ile Tarkan Alkan bitirmişti. Bu maçta millilerimiz  Yetkin Akman , Bülent Tarık Kapıcı , Emre Aşık , İlhami Arslan , Yakup Can , Seyfettin Kurtulmuş , Turan İlciktay , Mustafa Kocabey , Sinan Demircioğlu , Oktay Derelioğlu , Bülent yılmaz onbiriyle çıkmıştı. Okan Buruk , Hayati Köse , Serkan Reçber ve Hasan Özer'de kadroda yer almışlardı. 2000'li yıllarda bu takımdan gelen gençlerin büyük bir yükseliş yaşaması beklenirken birkaç isim dışında hepsi unutuldu gitti. Final maçında ilk golü atan Bülent Yılmaz buna en büyük örnek. Kariyeri boyunca hiç 1. lig takımında forma giyemedi Bülent Yılmaz. 13 takımda oynadı, hepsi 2. ligden... Sonra yanına 92 hatırasını da alarak 2003 yılında amatör futbola geri döndü. Final maçında Portekiz'e altın golü atıp şampiyonluğu getiren Tarkan Alkan'ında hikayesi Bülent Yılmaz'dan farklı değil. Karagümrük'te oynuyordu, 1. lige transfer olması gerekirken o 3. lige düştü. Büyük bir takımda oynayamadan harcanıp giden bir yetenek olarak kaldı Tarkan. Şimdi ise Giresunspor'da oynamaya çalışıyor... İlhami Arslan ise o takımın kaptanıydı. 92'de İskenderunspor'da oynamıştı, Kocaelispor'a transfer olduktan sonra futbol hayatını derinden etkileyen bir sakatlık yaşadı. Sonra memleketine dönen İlhami Arslan sanırım en son Hatay Köy Hizmetleri Spor'da oynamış... O kadrodan Oktay, Emre Aşık, Okan gibi isimler yükselirken, Bülent Yılmaz, Tarkan Alkan ve İlhami Arslan'da tam tersine bir düşüş yaşayarak unutulup gittiler...

17 Kasım 2009 Salı

Futbolun Güzellikleri #30


Genoa 1924


Serie A'da son şampiyonluğunu yaşayan Genoa kadrosu. En sağda 1913-1933 yılları arasında tam 350 maçta Genoa kalesini koruyan Giovanni De Prà, Elinde topu tutan ve 1919-1932 yılları arasında 301 maçta oynayıp 16 gol atan defans Ottavio Barbieri, sağ altta 1921-1931 arası orta sahada oynayan Luigi Burlando, soldan ikinci sırada sağ kanat Renzo De Vecchi... Genoalıların 9. şampiyonluğunu alan kutsal kadrosu. Şimdi Genoa 'tek' yıldızı alacak 10. şampiyon kadroyu bekliyor... 

16 Kasım 2009 Pazartesi

Balkan Futbolu #16: Makedonya - 2. Bölüm


Makedonya'nın hikayesini 1. Bölümde yazmıştım. Şimdi ise Makedon futboluna damga vuran isimler ile yazımızı bitireceğiz.

Makedonya futbol tarihinin en yetenekli ve ünlü futbolcusu şüphesiz ki Goran Pandev. Pandev ozamanlar Yugoslavya'da Makedonya bölgesinde Strumica'da çalkantılı dönemin başlarında dünyaya geldi. 90'lı yıllara gelindiğinde işler Yugoslavya'da çok karışıktı. Bölge ateş içindeydi. Durum böyle iken genç Pandev Strumica şehrinin takımı FK Belasica'da top koşturmaya başlamıştı. Profosyonel olduğunda ise 2000 yılına gelinmişti. Makedonya artık bağımsız bir devletti ve Pandev doğduğu ülke adına oynamak için sabırsızlanıyordu. Milli olmak için biraz beklemesi gerekti. O yıllar Makedonya teknik direktörü olan  Gjore Jovanovski genç Pandev'e çok güveniyordu. İlk milli maçı ise Alpay Özalan'ın 3 gol attığı Türkiye maçı olmuştu. Pandev Makedon Ligi'nde Fk Belasica adına 24 maçta 12 gol atınca ve bu süre içinde milli takım da da oynamaya başlayınca bu yeteneğinin keşfedilmesi çok uzun sürmedi. Onunla sözleşme imzalayan kulüp şaşırtıcı bir biçimde İnter olmuştu 2001 yılında. İnter'in planları henüz 19 yaşında olan Pandev için bir hayal kırıklığı olmuştu. 2002 yılından 2004 yılına kadar önce Spezia, arından Ancona'ya kiralık olarak gitti. Her ne kadar İnter'in onu kiralık vermesi Pandev'in hoşuna gitmese de İtalyan futboluna alışması için çok büyük faydaları olmutşu. Pandev 2 yıllık arada sadece 12 gol atmasına rağmen ona kapılarını aralayan kulüp Lazio olmuştu. 2004 yılında İnter Pandev'in bonservisini Lazio'ya vermişti. Pandev aradığı formayı Roma şehrinde bulmuştu ve Lazio adına da ilk golünü Juve'ye karşı atmıştı. 2004 yılında transfer olduğu Lazio'da vazgeçilmez bir isim haline gelmeyi başarmıştı yıllar içinde. 2007-2008 Şampiyonlar Ligi'nde Real Madrid'e attığı 2 gol dikkatlerin artık tamamiyle onun üzerinde toplanmasını sağladı. O dönemlerde çıkan transfer haberlerinde Bayern Münih, Liverpool, Chelsea ve Tottenham Hotspur gibi kulüplerin Pandev ile ilgilendiği yazılıp çizildi. Aynı zamanda 2009'da Lazio ile sözleşmesi bitecek olan Pandev büyük takımların iştahını kabartıyordu. Fakat Pandev kimsenin beklemediği bir şekilde Lazio ile sözleşme yenileyip herkesi şaşırttı ve bunu Lazio sevgisine bağladı... Bakalım Pandev daha kaç kez attığı golden sonra ellerini kulaklarına götürüp 'duyamıyorum' diyecek. Şimdi Pandev'in ihtiyacı olan Makedonya forması ile bir uluslararası şampiyonaya katılmak...

Makedonya milli futbol takımı tarihihin Pandev'den sonra en golcü futbolcusu 17 gol ile G. Hristov. 1976 yılında Yugoslavya'nın Makedonya bölgesinde olan Bitola'da doğan Hristov'un futbol yaşamı 1994 yılında Partizan'dan, günümüzde Finlandiya ekibi Jyväskylän Jalkapalloklubi'ye kadar uzanıyor. (Farkındayım kulübün adını bende zor okudum). Partizan için Hristov'u keşfetmek hiçte zor olmadı. Zira Partizan ülkede bir futbolcu avcısıydı o yıllar (halen de öyle) ve Hristov'uda kendi bünyesine katarak profosyonel yaptı. İlk kulübü de artık klişe olmuş bir şekilde 'kendi kasabasının' takımı olan Pelister'di. Partizan'a geçtikten sonra 1994-1997 yılları arasında 61 maçta 31 gol attı Hristov. Avrupa piyasası da hemen ellerini ovuşturmaya başladı tabii. Avrupa'da gittiği ilk kulüp öyle ahım şahım bir takım olmasa da kendini Ada'da gösterme şansını bulduğu Barnsley oldu. Alışılagelmişin dışında İngiltere'de forvet değil de oyun kurucu tarzında oynaması 46 maçta sadece 8 gol atması ile sonuçlandı. 2000 yılında adres Hollanda'ydı. Nec Nijmegen'de geçirdiği 3 yıl aslında kariyerinin son güzel yıllarıydı. 54 maçta 21 gol attı Hollanda'da. Aynı yıllarda milli takımında vazgeçilmeziydi. (2005 yılında milli takımı bıraktı) Fakat Nec Nijmegen'den sonra bir türlü dikiş tutturamadı. Yaşadığı sakatlığın bunda etkisi büyüktü. 2003-2007 yılları arasında sadece 36 maça çıkabildi. Bu yıllar arasında formasını giydiği kulüpler Zwolle, Dunfermline, Debreceni, Hapoel Nazareth, Niki Volos, Olympiakos Nicosia oldu. Sakatlıklarla geçen 5 yılın ardından yine Hollanda onun çıkış yapması için kollarını Hristov'a açmışıtı. 2007-2008 sezonunda sakatlık döneminde 5 yılda çıktığı maç sayısına bir sezonda Den Bosch'da çıktı Hristov. Attığı 23 gol de onun geri dönüşünün göstergesi oldu. Sonrasında bir sezon Bakü... Ve şimdilerde yazının başında da yazdığım Finlandiya kulübünde oynamaya devam ediyor. 33 yaşında ve bir çıkış daha arıyor Hristov...

Makedon futbolundan bahsederken Artim Şakiri (Artim Shaqiri) 'yi es geçmek olmaz tabii. Pandev ve Hristov'dan sonra milli takımın en golcüsü Şakiri... Bir dönem Malatyaspor'da da oynayan Şakiri'nin ilk takımı FK Karaorman (evet ismi türkçe olan bir takım), parladığı ve isim yaptığı takım ise Vardar ovasından FK Vardar... 1995-2000 yılları arasında FK Vardar forması ile gösterdiği 'hırslı' performans sayesinde Halmstad'a kiralık olarak gitti. Bu kendisini göstermek için bir fırsattı. Şakiri'nin kariyeri boyunca en güzel yılları şüphesiz ki 2001-2005 yılları arasında oynadığı Malatyaspor, PFC CSKA Sofia, West Bromwich Albion yıllarıydı... Bunun dışında Şakiri'nin kariyeri bir 'Marco Polo' gezintisi gibi... Hepsinde birer yıl arayla olmak üzere AaB Aalborg, FC Inter Turku, FC Vaduz, FK Shkendija 79, KS Besa Kavajë, FK Karabakh'ta oynadı Şakiri. Şöyle kariyerine baktığımıza gezdiği ülkeleri sıralarsak; Makedonya, İsveç, Almanya, Slovenya, Türkiye, Bulgaristan, İngiltere, Danimarka, Finlandiya ve İsviçre... Şakiri'nin bizlerde bıraktığı iz Türkiye milli maçlarıdır hiç şüphesiz. Bir de unutmadan, kendisinin İngiltere'ye kornerden attığı bir gol bulunmaktadır... Şakiri'nin kullandığı kornerde top toplamda 2 kere hem dışa hem de içe falso almış, uzak köşede ki yan ağlar ile buluşmuştu. Gelmiş geçmiş en iyi korner gollerinden biridir. O İngiltere - Makedonya maçı 2-2 berabere bitmişti unutmadan.

Makedonya milli takımının en çok forma giyen oyuncusu (96 kez) Goce Sedloski'yi de unutmamak gerek. Sedloski Makedon futbol tarihinin en iyi defans oyuncusudur halihazırda. Halen milli takımda oynuyor ve büyük ihtimal milli olma sayısı 100'ün üstüne çıkacak. Sedloski Diyarbakır'a uğramadan önce Hajduk Split, Sheffield Wednesday, Dinamo Zagreb, VegaltaSendai ve tekar Dinamo Zagreb'de oynadı. Türkiye'de iyi ve sert bir defans oyuncusu olarak aklımda kaldı. Diyarbakırspor'da tam bir sezonu doldurmadan şimdi oynadığı kulübe (Mattersburg) geçiş yaptı.  Şimdilerde ise futbolu bıraktıktan sonra Makedonya milli takımının teknik direkötürlüğü için en büyük aday olarak gösteriliyor kaptan Sedloski. Kim bilir, belki de Makedonya bir Avrupa Şampiyonası'na ve ya bir Dünya Kupası'na onun döneminde gitmeyi başarabilir... Ayrıca unutmadan söyleyeyim; 1998'de Hırvatistan'ın, 2008'den beri Bosna'nın yaptığı çıkıştan sonra benim sıradaki adayım kesinlikle Makedonya...


Dzeko Milan'a gider benden söylemesi...

'' Büyük bir Milan hayranı ve taraftarıyım. Bir gün mutlaka orada oynayacağım.'' 

E. Dzeko, Fifa.com Röportajından.

Ne Oluyor!


Bir isyan değil başlıktaki, kendime sorduğum soru bu... Yeryüzünde günde kaç kişi hayatını kaybediyor kimbilir ama gözünün önündeki futbolcuların hayatlarının sona ermesi derinden etkiliyor insanı... Maskeli De Nigris'i bizden alan kalp krizi oldu... Huzur içinde yatsın...

15 Kasım 2009 Pazar

Agüero'lar

O değilde, giyinmeyi hiç bilmiyorlar...

Nadam se Bosna i Herzegovina shkoj !*


Bosna dün Portekiz'e 1-0 mağlup olsa da halen 2010 Afrika için umutlarını kaybetmiş değil. Zira dün oynadıkları oyun bunu gösterdi. Dzeko ve arkadaşları güzel oyunun yanında belki biraz daha becerikli olabilselerdi deplasmandan en azından bir beraberlik alıp 18 Kasımda Sarajevo'da oynanacak rövanş için büyük bir avantaj sağlanırdı. Portekiz sene başından beri ruhsuz bir takım görünümünde zaten ve Bosna Herkes'in Sarajevo'da iki farklı bir galibiyet alması en büyük isteğim. Bosna'nın Dünya Kupası'na katılması halinde 1998'de Hırvatların yaptıklarını Bosna Hersek'in yapmaması için hiçbir neden yok. Yıllar içinde savaşlar ile mahvolmuş genç bir balkan ülkesi olan Bosna'nın ihtiyacı 2010... 

*Umarım Bosna Hersek gidecektir!

14 Kasım 2009 Cumartesi

NBA


İlk yazımı NBA'i biraz anlatarak yazmak istedim. İlerleyen günlerde maçlar hakkında'da konuşuruz. Seveni için NBA vazgeçilmezdir. Bana bu sevda 11-12 yaşlarımda Jordan'dan dolayı bulaştı. Onun basketbolculuğuna duyduğum müthiş hayranlık, Chicago fan'ı olmak ve maçlarını izlemek, çocuk aklıyla sıraya 23 numarayı kazımak... Sonra bir anda kendimi basketbol okulunda buldum. Müthiş bir adamdı Jordan. Ona eminim benim gibi hayran olan bir çok insan vardır. 98 finalleri idi. Utah deplasmanına 39 derece ateş ile çıkıp, 38 sayı atıp maçı takımına kazandırmıştı. Maça dair kısa video'yu aşağıya ekliyorum. O bıraktıktan sonra kimse onun yerini tutamadı. Her ne kadar Kobe'yi veliahtı gösterseler de majesteleri ile kıyaslanması çok yanlış. Asla bir Jordan olamaz. Ama Kobe'de şu anda aktif NBA oyuncularının içinde belki de en iyisi. Toronto potasına tam 81 sayı göndermişti inanılmazdı. O video'yu da koydum. Aslında NBA'i gerçekten sevenler için yıllar içinde şöyle bir sorun oluşuyor. Ne yazık ki TBL'yi izlerken zevk alamamaya başlıyorsunuz.


Ülkemizde'de 1 yıldır NBA, TBL, Avrupa Basketbolu İddaa'ya girdi. Ancak ne yazık ki futbol gibi kolay olmuyor. Bir nevi matematik hesabına giriyor insanlar. Düşünün ev sahibi aleyhine 16.5 handikap verilmiş. Önce şunu diyorsunuz. Tamam ev sahibi yener ama 17 sayı farkla yenebilir mi? Düşünün 16 sayı fark ile bile yense rakip yenmiş oluyor. Umarım sizlere de burada NBA'i bir nevi sevdirebilirim. İlerleyen günlerde maçları da yorumlayacağım. Şimdilik bu kadar.







Blog Söyleşileri #4 Ali Okancı 2. Bölüm


15) Blog alemine geçelim. Pannearabiata'nın açılma hikayesi nasıl oldu?
Blogun yaklaşık 14-15 aylık bir geçmişi var. Aslında eşim bana 3 yıl önce blog tutmamı tavsiye etmişti. O bu konuları iyi biliyor internet sektöründe çalıştığı için. Ama o dönem NTV'de çalışıyordum ve açıkçası başımı kaşıyacak vaktim yoktu. Milliyet gazetesinin blog bölümünde birkaç yazı yazdım. NTVSpor.net'te de zaman zaman yazıyordum. Bunlar beni tatmin ediyordu o dönemde. Sonra Habertürk zamanı Bülent Timurlenk'le ve blogu ile tanıştım. Aklıma bir blog programı yapmak geldi. Ama dedim ki kendi kendime eğer blog programı yapacaksan, blog yazarı olman, o alemin dilinden anlaman lazım. O yüzden ben de olayın içine girdim. Sonra yazdıkça yazmaya başladım. Çekirdek yemek gibi oldu. Başlayınca bırakamıyorsunuz. Ama hiçbir zaman blogum okunsun gibi bir düşünceye, arzuya sahip olmadım. Her zaman 1 kişi de okusa bana yeter dedim. Amaç olarak da eğlenmek ve eğlendirmeyi benimsedim.

16) Blogun ismi nereden geliyor?
Geçen yıl Avrupa Futbol Şampiyonası sırasında yurtdışındayken 40 gün boyunca genelde makarna yedim ve çoğunlukla da bu makarna "pennearabiata" oldu. Okay Karacan da bana penneci diye takılırdı. Ordan aklıma geldi ve koydum.

17) Futbloglar ve Blog İdman Yurdu ile ilgili düşünceleriniz nelerdir?
Üyeyim işte ikisine de, takılıyorum öyle. Pek bir düşüncem yok. Doğruyu söylemek gerekise ikisine de pek fazla girip bakmam açıkçası.

18) Bloglar, özellikle futbol blogları büyük bir çıkış içerisinde. Siz ne düşünüyorsunuz?
Artsın daha çok olsun. Herkes yazsın, okusun, paylaşsın ama kimse kimseye saygısızlık etmesin. Eğlenmeye baksınlar. Bu ortamı kavga, ağız dalaşı, kıskançlık, çekişme gibi çirkin şeylerle bozmasınlar.

19) Blogların alternatif medya olarak adlandırılması sizce ne kadar doğru?
Gazetelerdeki gereksiz haber ve yorumları okumaktan sıkılanlar için gerekli diye düşünüyorum. Benim için alternatif olmadı ama, sebebi de pek fazla bizim gazeteleri okumamam sanırım.

20) Zevkle okuduğunuz bloglar hangileri?
Blogumda Blog 11'i diye bir bölüm var, oradakileri okumaya çalışıyorum. Ama bunu çok fazla yaptığımı söyleyemem. Zamanım çok fazla olmuyor.

21) Blog yazmaya yeni başlayanlar için tavsiyeleriniz neler?

Bol bol okusunlar ve olayların farklı yanlarını görmeye çalışsınlar. Yenilikçi olma gayreti içinde olsunlar. Herşeyden önemlisi de benim blogum okunmuyor, bana yorum gelmiyor gibi sığ düşüncelere kapılmasınlar. Sabırla yazmaya devam etsinler.

22) FM ya da CM oynuyor musunuz?

CM oynuyorum.

23) EA Sports'un Fifa 2010 ile beraber Pes'i artık geçtiğini düşünenlerdenim. Sizin fikriniz nedir bununla ilgili?
Fifa 2010'un sadece demosunu oynadım. Birşey söyleyemeyeceğim. Ama ben PES'i severim.

24) Türkiye'nin en güzel kadını? :)
Eşim :)

25) Son olarak Mutlak Gol Pozisyonu'nu soralım. Blogu nasıl buldunuz?
Öncelikle böyle bir söyleşi yapmayı düşündüğün ve kafa yorduğun için bloguna gerçekten önem verdiğini ve gelişmesini istediğini düşünüyorum. Şablonun ve yazı karakterlerin de insanda okuma hissi uyandırıyor. İçi dolu şeyler yazmaya çalışıyorsun. Blog boş değil yani. Başarılarının devamını dilerim.


26) Çok teşekkür ediyorum söyleşi için...
Rica ederim.

Artık Bende Buradayım


İyi günler bundan böyle hafta'da bir gün siz mutlak gol pozisyonu okurları için NBA yazıları yazacağım. Kendime ait bir blogum olup, 2. domainli sitemin yakında açılacak olmasından dolayı şimdilik hafta'da 1 gün yazacağım. Tabii eğer daha çok zamanım olursa, hafta'da 2-3 günde yazabilirim. Umarım beğenirsiniz yazılarımı. Şimdilik hoşçakalın.

2012

Herkes biliyor tabii artık 2012'nin hikayesini. Maya takvimine göre kıyametin koptuğu yıl. (2012'de Dünya'nın sonunun geleceğini hesaplayan Maya uygarlığı neden kendi sonunun geldiğini hesaplayamamış o ayrı). Bir de bunu konu alan filmin adı ayrıca. Bugün vizyona girdi(13 Kasım) izledim bende... Modern Nuh'un gemisi... Yönetmeni Roland Emmerich. Sevgili Roland'ın nerede ne zaman bir kıyamet kopacaksa orada olduğu aşikar. Bundan önce yönetmiş olduğu The Day After Tomorrow'daki gibi. O filmde Özgürlük anıtının sular altında kalışını görünce 'vay be' demiştik, şimdi Roland abimiz Vatikan'ı falan yerlebir ediyor...

Eğer paldır küldür devrilen tırlar, havada uçan gemiler, gemi tarafından ezilen otobüsler, birbirinin üstüne devrilen gökdelenler görmekten orgazmik bir zevk alıyorsanız hemen gidin bu filme. Filmde birçok dünya devletinin felaket yaşanırken gösterilmesinden ve konu edilmesinden sonra, hatta İngiliz kraliçesinin köpeklerinin bile gösterilmesinden sonra 'hani Türkiye' diyenler var. Boşverin olmasın... Son saniyedeki Dünya haritasına bakın göreceksiniz...

Filmdeki görsel efektlere diyecek sözüm yok. Adamlar basmışlar parayı yapmışlar arakadaş. Yıkılan gökdelenlerden demirlere tutunup kurtulmaya çalışan minik minik insanları bile farkediyorsunuz. Ancak bu binalar yıkılırken, yer yarılırken, efendim kullanılan uçağın önünden bir tren uçup giderken bir insan hiç mi ağlamaz, bağırmaz çağırmaz bu kadar az tepki verir? Evet sözüm filmde Jackson Curtis'i oynayan John Cusack'a ve Kate Curtis'i oynayan Amanda Peet'e... Bir insan günde kaç kez dünyanın yıkıldığını görür?! Biraz bağırın çağırın hatta ağlayın... En azından çocuklar ağladı...

Filmde klasik, artık klişe haline gelmiş birçok sahne var. (Ayrılmış anne baba, köpek sevgisi, son anda bir yerlere tutunup kurtulma). Ama tabi film etkilemedi demek te yanlış olur. Zira bir an kendimi o felaketin içinde düşününce anladım. Bu arada filmi orjinal dilinde izlemeyi çok istedim ama olmadı. Nedeni de Yuri Karpov rolünü oynayan Zlatko Buric'in o Amerikan-Slav karşımı aksanını duyamayışım oldu.!

Gidin izleyin. Sırf görsel efektler için izlemeye değer bence...

Peki bana göre gerçekte 2012'de ne mi olacak? İnsanlar yine kalkıp kahvaltı yapacaklar, işlerine gidecekler, Günlük zevklere dalacaklar, herkes yine 'ne biçim bir hayatım var' diyecek, paranın peşinden gidecekler, öğrenciler için sınav derdi devam edecek, mezun olunca iş derdi hala olacak, Fenerbahçe - Galatasaray'ı rekabeti devam edecek, ha bir de Karşıyaka'nın 100. yılı ( O gece o sene) 2012'nin 2009'dan pek bir farkı olmayacak yani... Jetgiller'de zamanında 2000'de uzayda uçan arabalarla turluyorladı... Sahi 2000'de kıyamet kopuyordu hani?

Blog Widget by LinkWithin
 
Copyright 2009 Barbarossa. Powered by Blogger Blogger Templates create by Deluxe Templates. WP by Masterplan