31 Temmuz 2010 Cumartesi

Erik Hoftun ve Rosenborg


İskandinav kökenli defans oyuncularını hep sevmişimdir. Peki Hoftun'u hatırladınız mı?

Rosanborg'un efsane olduğu yıllardan akıllarda bıraktığı isimlerin başında gelen E. Hoftun'dan bunlardan sadece biriydi. 

1969 yılında Kyrksæterøra'da (evet okuması biraz zor) doğmuştu Hoftun ve kasabanın takımı olan KIL/Hemne'de futbol yaşantısına başlamıştı. Yıl 1987'ydi ve orada kaldığı üç sezon boyunca hemen Molde'nin dikkatini çekmişti. Oradan da zaten Norveç'in 'Ajax'ı ' olan Rosenborg tarafından transfer edilmesi çok uzun sürmedi. 1994'te geldiği Rosenborg'tan 2005 yılına kadar ayrılmadı, Şampiyonlar Ligi'nde Rosenborg ismini sık sık duyduğumuz yıllarda da aklımıza kazınan bir isim oldu. Harald Martin Brattbakk, Roar Strand ve Frode Johnsen gibi efsaneleri arasında yerini çoktan almıştı. Rosenborg'un en iyi döneminde, o da en iyi günlerini yaşadı dersek yanlış birşey söylemiş olmayız. 

Yıllar geçtikçe daha iyi oynadı Rosenborg'ta, hava toplarını kimselere bırakmadı. Evet, biraz ağırdı ama hangi iyi defans oyuncuları çok hızlıydı ki?

Harika yılların ardından herkes futbolu bırakmak üzere olduğunu düşündü faat o Bodo Glimt'e transfer oldu. 'Daha bu işte varım' dedi yani. Yaş ilerleyince eskisi gibi olamadı doğal olarak ve Bodo'da küme düşmüştü zaten. Sonrasında orada emekli oldu. Ama Futboldan kopmadı. 'Yuvası' ona kucağını tekrar açtı ve idari bir görev vermek için Hoftun'un kapısı çalan Rosenborg oldu. 

Rosenborg'da halen futbol direktörlüğü yapıyor kendisi. Norveç Futbolunun tartışmasız en iyi defanslarından biri oldu ve genç Norveçli defans oyuncularının örnek aldığı bir isim haline geldi, bizim aklımızda da 1995'te oynanan Beşiktaş - Rosenborg maçında Şampiyonlar Ligi kariyerinde ilk golünü atması ile kaldı...

Son olarak 2002 yılında son en iyi kadrosunu barındıran Rosenborg takım kadrosunu da buraya eklemeden geçmeyelim. Christer Basma, Azar Karadas, Frode Johnsen, Erik Hoftun, Tor Trondsen, Harald Martin Brattbakk ve  Hassan El Fakiri bu kadrodan kesinlikle hatırlanması gereken isimler...


Bakın Hoftun ile girdik Rosenborg ile bitiriyoruz. Bir de video verelim. 1997-1998 Şampiyonlar Ligi sezonundan. Bizim takım Real Madrid'i Norveç'te 2-0 yenmişti Rosenborg. Sanki futbol o yıllar daha güzelmiş, bunu ilk kez farketmiyorum tabii...


Def Leppard - Rock of Ages


Supernatural'in 5. Sezon finalinde Dean Winchester'ın Lucifer ve Michael'in kavgasına giderken arabasında çaldığı 'Rock of Ages' şarkısı 1970'lerde kurulan İngiliz grup 'Daf Leppard' ın 1983'te çıkarttığı Pyromania albümünden...

Çok bahtsız bir gruptur Def Leppard. Zaman içinde davulcuları Rick Allen'ın kolu bir trafik kazasında kopar, ancak grup çok vefalıdır ve bir şekilde onun grupta kalmasını sağlarlar. Bu olaydan iki yıl sonra da Gtarist Steve Clark akciğer yetmezliğinde hayatını kaybeder...

Kimileri bu grubun şarkılarının birbirine benzediğini ve sıkıcı olduğunu söyler ancak deyim yerinde ise 'gaz' amacı ile kullanılması  da muhtemeldir. Zaten sevgili Dean'de dizideki sahnesinde Rock of Ages'i aynı amaçla kullanmıştı. Pek tabii şarkı Supernatural ve Dean ile özdeşleşti. Daha önceden de bilindiği aşikar ancak bu güne kadar Supernatural dizisinin unutulmak üzere olan ya da keşfedilmeyi bekleyen müzikleri de doruğa çıkardığı kesin. Yine söylemek lazım, Def Leppard 1999'da 24 saat içinde 3 kıtada birden konser vermesiyle de hatırlanabilir. 



"Rock Of Ages"

Gunter glieben glauchen globen
All right
I got something to say
Yeah, it's better to burn out
Yeah, than fade away
All right
Ow Gonna start a fire
C'mon!
Rise up! gather round
Rock this place to the ground
Burn it up let's go for broke
Watch the night go up in smoke

Rock on! Rock on!

Drive me crazier, no serenade
No fire brigade, just Pyromania

What do you want? What do you want?
I want rock'n'roll, yes I do
Long live rock'n'roll

Oh let's go, let's strike a light
We're gonna blow like dynamite
I don't care if it takes all night
Gonna set this town alight

What do you want? What do you want?
I want rock'n'roll, Allright!
Long live rock'n'roll

Rock of ages, rock of ages
Still rollin', keep a-rollin'
Rock of ages, rock of ages
Still rollin', rock'n'rollin'

We got the power, got the glory
Just say you need it and if you need it
Say yeah!

Heh heh heh heh
Now listen to me
I'm Burnin', Burnin', I got the fever
I know for sure, there ain't no cure
So feel it, don't fight it, go with the flow
Gimme, gimme, gimme, gimme one more for the road

What do you want? What do you want?
I want rock'n'roll, You betcha
Long live rock'n'roll


Son olarak Supernatural 5. Sezon Final Bölümündeki Sahne; " Supernatural Season 5 Final, Rock of Ages Scane " (Youtube ile paylaşımı ufak bir sorun nedeniyle yapamadım)

30 Temmuz 2010 Cuma

Luis Airton Oliviera ve Maris Verpakovskis


Bu iki isim arasında kurulan tek bağlantı birinin Türk Milli Takımı’nı Fransa 98′den, diğerinin ise Euro 2004′ten etmesinden başka bir şey değil. Her ikisi de fazla piyasası olmamasına rağmen Türkiye’yi hem yakmış, hem de parlamışlardı…

Türk Milli Takımı 42 yıl aradan sonra Euro 96′da boy göstererek gözünü bu kez Fransa 98‘e dikmişti. Elemelerde ilk maç Belçika ile idi… Türkiye bu maçı 2-1 kaybeder ve gollerden biri Luis Airton Oliviera‘dan gelir. Devamında ise maçlardan Türkiye 7 puan çıkarıtr. Bunların içinde kaznılan bir Hollanda maçı da mevcuttur. Dokuz puanlı Belçika, İstanbul’da mağlup edilmesi durumunda Dünya Kupası kapıları ardına kadar açılacaktır. Hollanda zaferinden dört sonra çıkılan bu maçta Oliviera ilk yarım saatte iki kez gelir Türkiye kalesine , ikisi de gol olur. Oktay’ın muhteşem golüne rağmen devre biterken Oliviera, Rüştü’yü bir kez daha avlar ve skor 3-1 oluverir. Bu maçtan geriye İlker Yasin‘in feryadı kalır “Evet sayın seyirciler, elin zencisi, elin arabı hat trick yapıyor, bizim Hakanımız, bizim Oktayımız uyuyor…”

Peki ya Maris?

Türkiye, Euro 2004 elemelerinde İngiltere’nin gerisinde kalınca yine play off yolu görünür. Rakipler arasında Letonya kolay lokma gibi görünür ve kurada Letonya çıkar. Meşhur 'Çek bir Letonya' manşetleri  atılır. Herkes daha maçlar oynanmadan Portekiz’deki turnuva için düşüncelere dalar. İlk maçta Riga’da Letonya galip gelir. Gol Verpakovskis’ten… Rövanş maçında Türkiye 2-0 öne geçse de Letonya farkı önce bire indirir, ardından Türkiye üçüncü golü ararken yine Verpakovskis durumu 2-2′ye getiriverir. Türkiye’de neticesinde Euro 2004‘ün en sürpriz takımını Dolmabahçe’den Portekiz’e doğru uğurlar…


Oğuz Öztürk, organikfutbol.com

Eskişehirspor'da Ne Var Ne Yok ?


Eskişehirspor artık yavaş yavaş Turkcell Super Lig'in kilit takımı olma yolunda emin adımlarla ilerliyor. Önümüzdeki sezonlarda Bursaspor'un yakaladığı şampiyonluğu Eskişehirspor'dan beklemek artık çok lüks bir düşünce değil. Peki Eskişehirspor'da 2010-2011 sezonu öncesi Viyana kampınının tamamlandığı şu günlerde neler var neler yok?

Öncelikle Taraftarın beklentilerinden ve tepki çeken ufak bir durumdan bahsetmek gerek. Bu ufak ayrıntı Lig Tv'nin kampanyası. Bildiğiniz gibi Lig tv dokuz takımın maçlarını canlı olarak verecek ve bu takımların içinde Eskişehirspor'da mevcut. Benim de çevremden gördüğüm kadarıyla bu duruma ilgi büyük ve taraftarda tribünlerin bundan olumsuz etkilenmesinden korkuyor.

Taraftarın 'isimli' transfer beklentilerinin yüksek olduğu aşikar. Hatta Eskişehir'de çıkan şehir efsanelerinin dilden dile dolaşması sonucunda bu beklentiler büyük ölçüde artıp gidiyordu. Beşiktaş'tan Rodrigo Tello'nun takıma katılması ve ardından yine Zapo isminin yoğunluk kazanması ile birlikte taraftarın tatmin olduğunu söyleyebiliriz ancak bu durum Milan'la yapılan 'kardeş kulüp' anlaşması ile birlikte beklentilerin daha da büyük olmasının önüne geçmiyor. Milano kentinden en az bir transfer bekleyen taraftarlar renktaşları olan kulüpten değil ancak İnter'den Pele'nin alınması ile mutlu olmuş gözüküyorlar. Ancak unutulmaması gereken TSL'de üçüncü sezonunu geçiren Eskişehirspor'un yönetimin 'oldu' demesine rağmen halen bir kadro yapılanması içinde olduğu...

Şüphe yok ki Tello transferi kulübe ve futbolculara moral vermiş durumda. Eskişehirspor adına hem lider oyuncu, hemde duran topların ustası. En azından Eskişehirspor bu sezon Şilili oyuncunun gelmesi ile birlikte köşe atışları ve frikiklerde sıkıntı yaşamayacak. Pele ve Batuhan'ıda eklersek transferlerin olumlu olduğunu ve defans dışında diğer bölgelerde sıkıntıların olmadığını söyleyebiliriz. (Batuhan'ın tekrar Beşiktaş'a gideceği ciddi biçimde konuşuluyor). Rıza Çalımbay Ümit Karan'ın takımdan ayrılması ile birlikte forvete bir transfer daha yapabileceklerini açıklamıştı. Batuhan'ın söylentilerin aksine takımda kalması halinde onu zorlayacak bir forvet oyuncusunun alınması ve Jaycee ile beraber forvet hattının sorunsuz olacağı kanaatindeyim. 

Eskişehirspor'da az önce de söylediğim gibi en büyük sıkıntı defans bölgesinde. Şu anda görünen o ki yük Nadareviç ve Sezgin’de olacak. Geçen sezon daha lig bitmeden Rıza Çalımbay tarafından defterden silinen Vucko'nun dahi şu an için bir alternatif olmaması sebebiyle kadro da tutulması bu durumun en büyük örneği. Alınacak yeni defans oyuncuları ile beraber Vucko ile yollar kesin olarak ayrılacak. El Saka'nın yerinin de doldurulamaması düşündürücü. El Saka her ne kadar vasatın üstünde bir defans oyuncusu olsa da Eskişehirspor defansını toparlar nitelikte bir oyuncudu ve Rıza Çalımbay'ın da deyimi ile 'kötünün iyisi' idi. Önce Zapo, ardından Cezayir'de bakılan defans oyuncularının ardından bir ay geçmesine rağmen transfer gerçekleşmiş değil. Tello ve Pele'nin ardından aynı isimde ve kalitede bir defans oyuncusu lig başlamadan alınmalı. Bu uyum süreci de düşünülerek yapılmalı. Hatırlamak gerekirse zaten geçen sezonda yine aynı mevki de oynayan oyuncuların kritik maçlarda yaptığı hatalar nedeniyle büyük puan kayıpları yaşanmış ve ilk beş şansı bitmişti. Defans probleminin de çözülmesi ile beraber önümüzdeki sezon keyifli ve daha sonraki sezonlarda şampiyon olabilecek bir takımın temellerini atan bir Eskişehirspor izleyebiliriz...

29 Temmuz 2010 Perşembe

" Adı Carles. Yeterince iyi olduğunu düşünmüyoruz. Malaga’ya göndermek üzereyiz..."


İspanya Dünya Kupası'nı O'na borçlu. Peki ya o kariyerini? 

1999′da sıkıcı bir öğleden sonra…

O yıllar Barcelona teknik direktörü olan Louis Van Gaal o gün takımın neredeyse yarısından fazlasının grip salgını nedeniyle haftasonunda forma giyemeyeceğini öğrendiğinde canı çok sıkılmıştı.

Teknik ekipten gelen bir tavsiye üzerine Van Gaal, genç takım ile bir hazırlık maçı yapıp yeni isimleri A takım için keşfetmeyi amaçladı.

Maç başladığında Van Gaal, herkesi dikkatle izlerken daha önce farketmediği ve  genç takımda libero olarak oynayan oyuncuyu sordu…

” O mu? 17 yaşında altyapıya katıldı… Adı Carles. Ama yeterince iyi olduğunu düşünmüyoruz. Malaga’ya göndermek üzereyiz. ”

Van Gaal, Carles Puyol‘u hemen kanatlarının altına alarak A takıma çıkarttı. Onu çok beğenmişti. Van Gaal, Puyol’u kapıdan çıkarken yakalamıştı adeta. Peki Puyol Malaga'ya kiralansaydı?


Oğuz Öztürk, organikfutbol.com

28 Temmuz 2010 Çarşamba

Tekrar Gösterim; Raul'un Son 10 yılda attığı en güzel " 7 " Gol


7- Real Madrid - Barcelona, La Liga 2006-2007

Real Madrid'in şampiyon olarak çıktığı Santiago Barnebeu'da yine alışılagelmiş 'El Clasico' havası fazlası ile vardı. Başlama vuruşundan önce maçın favorisi gösterilen Real Madrid, otoriteleri yanıltmamış ve maçtan 2-0 galip ayrılmıştı. Organize bir atakta Guti ile başlayan akın, sağdan Ramos'un ceza sahası içine kestiği top ile devam etmiş, Raul harika yükselerek topu Valdes'in sağından ağlara göndermiş ve deyim yerinde ise top ağır ağır ağlarla kucaklaşmıştı.

6- Deportivo LC - Real Madrid, La Liga 2005-2006

Real Madrid'in en büyük rakibi Barcelona'nın hem ligi hem de Şampiyonlar Ligi'ni kazandığı sezondu. Los Galacticos efsanesinin dağıldığı bir sezondu ve sezon sonunda tüm yıldızların birer birer gitmesine rağmen neden Raul'un hala takımda kaldığını gösteren bir maçtı. O hafta Real Madrid, lider Barca ile aradaki puan farkının kapanması açısında çok önemli bir rakip olan Deportivo karşısındaydı. Fakat işler ters gitmiş, maçı Deportivo seyricisi önünde 3-1 almıştı. Akıllarda kalan ise maç 3-0 devam ederken, Raul'un ceza sahası dışında önüne düşen topu sert ve düzgün bir vuruşla kalecinin üstünden ağlara göndermesiydi.

5- Real Madrid - Rayo Vallecano, La Liga 2000-2001

O sezon Real Madrid, bir önceki yılın acısını çıkartırcasına harika bir performans göstermiş ve şampiyonluk ipini göğüslemişti. 13. haftada Barnebeu'ya gelen Vallecano'ya Raul'un attığı gol sezon sonu en güzel goller arasında gösterilmiş ve unutulmamıştı. Orta alandan gelen uzun topu kendine has tarzı ile yumuşatan Raul, önce topu kalecinin üstünden atmış, daha sonra topu boş kaleye Rayo'lu meslektaşlarının bakışları arasında 'yarım bir vole' ile ağlara göndermişti.

4- Real Madrid - Celta Vigo, La Liga 1999-2000

Real Madrid için Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu dışında kötü bir sezondu. Ligin bitiminde beşincilik koltuğunda kendine yer bulan Real Madrid'de Raul iyi bir sezon geçirmişti. Santiago Barnebeu'da gerilimi yüksek olan bir Celta Vigo maçında takımı adına serbest vuruştan attığı 'plase' gol ile üç puanı getirmişti. O sezon Real Madrid adına akıllarda kalan 'ender' güzel anlardan biriydi.

3- Barcelona - Real Madrid, La Liga 1999-2000


Sezon bittiğinde beşinci olan Real Madrid ezeli rakibi Barcelona'ya her iki maçta da kaybetmemişti. Nou Camp'ta oynanan maç 2-2 bitmiş, Raul Morientes'in ara pasında topu kaleci Hesp'in ağlara göndermişti. Raiziger top ile beraber ağlara girdiğinde Raul, koca Nou Camp'a 'sus' işareti yapmakla meşguldü...

2- Real Madrid - Bayer Leverkusen, 2002 Şampiyonlar Ligi Finali 

Los Galacticos'un rakibi sürpriz bie şekilde Leverkusen olmuştu. Roberto Carlos yine o meşhur uzun taçlarından birini sanki ayağıyla atarmışçasına Raul'a orta alandan kullanmış, Raul'de ceza sahasına girer girmez tek ve düzgün bir vuruşla kaleci Butt'u avlamıştı.

1- Real Madrid - Valencia, 2000 Şampiyonlar Ligi Finali

Üç İspanyol; Valencia, Real Madrid ve Barcelona'nın yarı finale kalmayı başardığı sezonda finalin adı Real Madrid-Valencia olmuştu. Bir pozisyonda Valencia geride sadece bir defans oyuncusunu bırakarak tüm hatları ile kornere gelmişti. Fakat bir anda bu korner Real'in kontraatağına dönüşmüş, topu tek bir pas ile önüne alan Raul kendi ceza sahası önünden, Valencia ceza sahasına kadar topu sürmüş ve Canizares'ide geçerek topu boş kaleye yuvarlamıştı. Bu gol Real'in kupayı aldığının da bir garantisiydi.


Oğuz Öztürk, goal.com

27 Temmuz 2010 Salı

“Kariyerim Boyunca Tek Bir Gol Attığımı Düşünecekler…”


Kabul edilmeli…

Gary Lineker‘ e zaman zaman sadece ‘altıpas’ içinde yırtıcı bir golcü dendi. Daha dobra olunduğunda ise acımasız bir şekilde ‘beleşçi’ bile dendi medya tarafından. Bunun nedeni Lineker’in uzak mesafeden çok fazla gol atamaması olarak gösterilmişti. Biz de o zaman Lineker’in ‘pek fazla beceremezdim’ dediği uzaktan attığı güzel golleri hatırlayalım beraber…

Tottenham forması ile ManU‘ya attığı gol en güzeli hiç şüphesiz. Normalde topu aldıktan sonra açıklardan bir arkadaşını görüp ona pas atan ve ceza sahasına hareketlenen Lineker bu golde de topu kaleye yaklaşık 23 metre mesafede almış, ancak çevresine baktığında kimseleri görememişti. Bunun sonucuysa doksana giden bir top olmuştu, işte bu kadar basit. Bu Lineker’in yegane golüydü.




Tabii hiç şüphe yok ki Lineker’i en çok tatmin eden 1990 Dünya Kupası yarı finalinde Batı Almanya’ya karşı attığı goldü. Neticesinde takımı elense de bu gol hep hafızalarda kaldı.

Peki Lineker’in hayatını hangi gol değiştirmiş olabilir? Cevabı 1986 Dünya Kupası’nda. Golü attığı takım Polonya’ydı. O maçta pek iyi oynamıyordu. Bryan Robson onu kenara da alabilirdi. Ancak o hat-trick yaparak Rabson’u haklı çıkartmıştı. Bu andan sonra Barcelona’nın yolunu tutması da bu golleri onun için daha anlamlı yapıyor.

Lineker’de bu günlerde bu gollerin hatırlanmamasından şikayetçi ve şöyle diyor; “O zamanlarda fazla televizyon yayını yoktu. Ancak Luton’a attığım aşırtma golü kayıtlarda görebiliyoruz. Şimdilerde benim hayat hikayemi izleyen gençler, neredeyse sadece kariyerim boyunca tek bir gol attığımı düşünecekler… “

Oğuz Öztürk, organikfutbol.com

26 Temmuz 2010 Pazartesi

Saygı Duruşu...

Futbolu Real Madrid'de bırakman dileğiyle...










25 Temmuz 2010 Pazar

Efsanelerim Giderken...


Raul ve Guti...

Real Madrid'i sevdim zamanında, en büyük rol hayran olduğum Raul'du, Guti ise başı çekiyordu... Vefakar oyuncuları sevmem bunda en büyük etkendi. Real Madrid'de gelen tüm yıldızlar bohçalarını toplayıp giderlerken benim yıldızlarım beyaz forma ile takımda kalmaya devam etmişlerdi hep... 

2005 yılında Real Madrid kötü giderken , '' Eğer takım düzelecekse Ayrılırım '' Diyecek kadar, doğan çocuklarına Hugo Sanchez'in, Jorge Valdano'nun, Hector Rial'ın isimlerini verecek kadar Seviyor Real i... Zidane bile '' 2 pozisyonda 3 gol atar '' deme nezaketinde bulundu Raul için... 

O kendisini , süratiyle, topla yaptığı cambazlıklarla değil, forması için döktüğü ter ile, bütün takım yürürken koşmasıyla, tilki lakabını almasını sağlayan oyun zekası, efsane aşırtmaları, bitirişleri ve takımı defalarca ipten alışıyla kanıtlamıştı.

Benim için, ister formda, ister formsuz olsun dünyanın en özel futbolcusu... Sanki abim, sanki çok yakın bir arkadaşım, hiç tanımasam da hep iyiliğini istediğim... İnanılmaz bir mental güç, oyun görüşü, saygı uyandıran bir karakter ve futbolcu kimligi, tevazu, beceri ve liderlik vasfı... Bayrak Adam... Daha ne yazabilirim El Diablo için? 

Yıllar geçti, .Bütün Real Madrid Camiasının, Futbolu bıraktıktan sonra da bir şeyler beklediği bir isim haline geldi Raul... Madrid demek Raul demekti Madridistalar için ve hala da öyle. Herkesin içinde bir burukluk var şimdi Raul takımdan giderken... Peki ya beklentiler? Marca gazetesinde Raul'un Schalke yolunda büyük bir adım attığı yolundaki haberin altında 'uzağa gitmesin' özetinde bir yorum görmüştüm. Ne istiyordu bu taraftar uzağa gitmesin derken? Benim duygularıma tercüman olan bir cümle Raul için 'uzağa gitmesin'. İçindeki futbol oynama aşkı ve belki de hala attığı gollerden sonra yüzüğünü öpüp tribündeki aşkını selamlama isteği onu Real Madrid'den koparacak. Ama 'uzağa gitmeden'. Daha önce de söylemiştim, acaba neden Getafe ya da benzer bir La Liga kulübü Raul için girişimlerde bulunmuyor? Onu ben ya La Liga'da izlemeliyim, ya da Real Madrid'in yedek kulübesinde antrenör olarak görmeliyim bu saatten sonra... Yoksa artık Raul'un Beşiktaş'a gelme ihtimalinde ne ona yöneltilen saçma sapan eleştirileri dinleyebilirim, ne de başka bir lige gidip belki de yedek kalmasını kaldırabilirim... Raul'un  Türkiye'ye gelişinde benim için bardağın tek dolu tarafı daha önce fırsatını bulamadığım ve belki de bulamayacağım onunla fotoğraf çektirme ve formasını imzalatma durumu olur ancak...

Raul'un en güzel 7 golünü yazmıştım şurada. Takımdan ayrılması kesinleştiğinde illa ki efsanemin hayat hikayesini yazarım, ama siz yine de bir göz atın...

Guti hep farklı oldu benim için, Raul gibi tıpkı...

Guti Haz. yazdı sırtında, bana da 'Haz' verdi yıllardır. Haz, kendi ismi olan Hernandez'in H'si, Oğlu Aitor'un A'sı ve kızı Zaira'nın Z'si nin birleşimi... Sırtında taşıdığı 14 numara ise 2000-2001 sezonunda forvet oyuncusu olarak attığı gol sayısına ithafen... 

Oyun zekası, topa hükmedişi, takımı yönlendirişi, attığı inanılmaz paslar, sahaya hakimiyet sağlaması onun en iyi yeteneklerinden. Hiçbirşey yapmıyor gibi görünür fakat çok şey yapar aslında Guti. 

Guti, sıradan bir ülkenin kralı olmak yerine, krallığın sevilen ama krallığa aday olmayan prensi olmayı tercih etti hep. Real Madrid aşkıyla beraber... Şimdi Real Madrid'den ayırlıyor. Raul kadar kesin olmasa da gelecek sezon çok büyük ihtimal Mourinho'nun Real Madrid'inde kendine yer bulamayacak... Yıllar yılı İspanyol medyası üstünden çok büyük ekmekler yemiştir, ancak sadece istatistikler onun Real Madrid'de bir efsane olduğunun kanıtı... 15 sezonun için tam 12 sezon boyunca 30 maçın altına düşmeyen bir futbolcu. Peki ya benim isteğim? Futbolu bıraksın Guti... Evet yaşı daha oynamaya müsait... Ama bir düşünün, yıllar yılı Real Madrid'de oynayan Guti'nin kariyerinde tek bir takımın isminin yazması nasıl bir durum olurdu? Bu Guti'yi daha efsane bir isim haline getirmez miydi? Onun Türkiye'ye gelişi? Tıpkı Raul gibi düşünüyorum bardağın dolu tarafı için... Real Madrid'de efsane olmuş ve kaptanlık yapmış Guti'nin Beşiktaş'ta forma giymesi benim Beşiktaş'a olan saygımı da kat kat arttıracaktır, evet sırf Guti nedeniyle... Marca'da bir yorum gelmişti Guti'nin Beşiktaş yolculuğu için. ' Gitsin, bakalım ona İstanbul'da ne kadar tahammül edecekler, ayrıca orada onu savunan dost gazetecileri de olmayacak. Bol bol kebap yedirirler artık...' Gerçekten böyle mi olacak? 

Tıpkı Raul gibi Guti'nin de takımdan ayrılması kesinleştikten sonra illa ki uzun uzadıya yazacağım onu da... Şimdilik  Bekleyelim...

Edit: Guti Takımdan ayrıldı.

¡Gracias, Guti!


13 Temmuz 2010 Salı

Ara



12 Temmuz 2010 Pazartesi

Futbol Dindi, biz de otuz gündür oruç tutuyorduk... Benim İçin En Özel '2.' Turnuva; 2010 Dünya Kupası bitti...



Kore ve Japonya'da düzenlenen 2002 Dünya Kupası'nı unutmak mümkün değil pek tabii... 2002 öncesinde ilk hatırladığım kupa 1998'di ve Brezilya'ya şu anda hiç sevmememe rağmen sempati duymuştum. 2002'de bizim üçüncülüğümüz bir yana yine Ronaldo (şimdi dişlek ve şişman olan) beni büyülemişti... Ronaldinho'nun o zamanlarını, Seamen'ın üzerinden attığı golü, hırsını hala özlerim... 2006'da Fransızların çok şanslı olmaları canımı sıksa da Angola'nın Portekiz'i yenebilmesi gibi ihtimaller beni kupaya kitlemişti. Ama ya 2010? İşte benim (şimdilik) kupam bu turnuva...

Hayalimin finali demiştim maçtan önce. Kupa başlamamıştı daha, ben aylar öncesinden 'Şampiyon Kim olsun?' sorusuna İspanya, 'Peki final ne olur?' sorusuna 'belki zor' diyordum ama hiç çekinmeden 'İspanya - Hollanda'yı istiyorum' diyordum... Aklım ve duygularım bir arada işlemeyi başarıyordu. Euro 2008'den sonra gelecek bir Dünya Şampiyonluğu ne kadar tatlı bir duygu olurdu... Bana Franco lakabını uygun görenlere rağmen desteğimi de hiç esirgemedim. Benim görmek istediğim sahada olacak olan iki ruhtu. Yılların acısını çıkartmak isteyen İspanyol ruhu ile 1974 ve 1978'de büyük acılar yaşayan Hollandalıların ruhu... Ve yeni bir şampiyona 'Merhaba' demekti tüm amacım. Futbol Dindi, biz dört yılda bir otuz gün boyunca oruç tutuyorduk ve Afirka'da en güzel finalimi yaşayacaktım... Hayalimin finali gerçekleştiğinde ne Ömer Üründül kaldı benim için, ne vuvuzela, ne de Jabulani. Turnuvanın başındaki kötü oyunu, Fransa'nın tüm Dünya'ya rezil olması ve elenmesininin, Güney Afrika'nın her golünde İrlandalı kardeşlerimin pizza yiyip tadını çıkartmalarının verdiği zevk bile uçup gitti final öncesi... Ramos'un bindirmelerine, Villa'nın yoklamalarına, Xavi'nin akıl almaz sihirbazlıklarına hazırdım... 

Çok fazla taktik analizden anlamam... Benim için futbol hayattır... Dostlarımla buluşup güzel futblu çok fazla takmadan hayalimi izlemek istedim sadece. Ne Xabi Alonso'ya tekme atanlar bozabildi moralimi ne de Total Futbolun adının Total Rezalet olması... (Evet Total futbol öleli zaten yıllar oldu biliyorum). Çok büyük bir şölen beklentisi içinde değildim. İspanya atkımı doladım boynuma ve izledim maçımı... İspanya'yı görmek istiyordum şampiyon olarak ancak Hollanda'nın sert, antipatik ve J. Cryuff'u oturduğu yerde ağlatan futboluna rağmen kazanması halinde de üzülmeyeceltim gerçek anlamda... (Uzatılan elleri geri çeviren Van Bommel'e de selam olsun...) Robben'in, değişik bir isim olan 'Köyt' ün, Sneijder'in ve arkadaşlarının gözlerinin 'evet! Hollanda artık şanssız değil!' der gibi bakmaları buruk ta olsa sevindirecekti beni... Ancak Robben'in İker'e takılması kırılma anıydı. Hollanda şampiyonluğu veriyordu böylece...


Kavga, vurdu, kırdı ile geçen ilk yarının arasında maçın uzatmaya ve penaltılara gideceğini hissetmiştim. Hollanda zaten bunu istiyordu. Fakat benim hesap etmediğim İniesta'nın Chelsea'yi yıktığı gibi Hollanda'yı da yıkacak oluşuydu... Busquets'in bir türlü oyundan çıkmamasına isyan ederken, golün gelmediğine üzülürken, tam atkımı bırakacakken İniesta çıktı sahneye ve önce attığı golü Cennetteki arkadaşına gönderdi, sonra şampiyonluk kutlamalarına ön ayak oldu... Madrid'i sokaklara döktü, benim de ülkemden yoksun izlediğim bu turnuvayı güzel bitirmemi sağladı... 

Sneijder'in gözlerindeki buğuyu görünce üzüldüm, sonra aklıma tekrar sahada bir kaç isim dışında berbat olan Hollanda milli takımı geldi ve İker'e, Puyol'a, Ramos'a odaklandım kupayı kaldırırlarken. Avrupa Şampiyonluğu'ndan sonra Casillas'ın elindeki kupa değişmişti, sevinenler aynıydı, fotoğraf kareleri aynıydı, Madrid'de sokağa dökülenler aynıydı... Saniyeler içinde bir an daha dört yıl olduğunu düşünüp üzüldüm önce, Daha turnuvanın ilk maçı olan Güney Afrika - Meksika karşılaşmasında tekme tokat girişmiştik bu kupaya. Bunlardan biri de bendim fakat kupa Casillas'ın ellerinde yükselirken üzülüyordum bir yandan. Sonra aynı duyguları 2006'da Cannavaro kupayı kaldırırken de yaşadığımı hatırladım ve teselli buldum. Zaman çabuk geçiyordu...

Kupa töreninde tek yıldızlı formalarını giyen İspanyollar şampiyon oldular, maceracı romantik bir adamım ben... Hala en güzel ikincim olan Hollanda'nın 2014'te Brezilya'da kupayı kaldırmasını çok istiyorum. İspanya kırdı şeytanın bacağını, artık sıra Hollanda'da...


Son olarak Van Bronckhorst'a, Müller'e, Özil'e, madenci Löw'e, tek sevdiğim Brezilyalı Kaka'ya,  Forlan'a, Gyan'a, Tüm Şili'ye, Maradona'ya, Ravshan İrmatov'a, Hollandalı Elia'nın 10 dakikaya sığdırdığı çalımlarına,   hatta Eskişehir Los Amigos'a, hatta kasadaki hatuna dahi (abartma!) selam olsun... Benim için İspanya'nın şampiyonluğu dışında diğer güzellikler de onlardı çünkü...

Viva laN Espana!...

 

8 Temmuz 2010 Perşembe

Fenerbahçe'de Tek Forvetli Sistemde Kanatların Etkisi #2


2006 - 2007

Fenerbahçe'nin en büyük rakibi her zaman kendisi olmuştur.2005-2006'da ilk devrede 14 galibiyet 3 beraberlik alan ve 'Appiah etkisi' ile inanılmaz bir orta sahaya sahip olan takım sene sonunda Türk futbol tarihinin en dramatik finalini yaşayıp şampiyonluğu Galatasaray'a verdi elleriyle.Bu dramatik ve her açıdan trajik finalin en iç acıtıcı tarafı Fenerbahçe'nin yine 'kendine kaybetmesi'dir.

Oluşan kaos ortamında Aziz Yıldırım'ın istifası,Dünya Kupası'nın transfer piyasasına etkisi,Scolari ile anlaşılmasına rağmen bu anlaşmanın gerçekleşememesi gibi etkenler takımı uzun süre teknik direktörsüz bıraktı,bunun en kötü tarafı ise transferlerin gecikmesi oldu.Zira Daum'un ilk senesinden itibaren başarılı bir şekilde yapılan planlı ve taraftarı tatmin edici transferlerin yerini menajerler aracılığıyla gerçekleşen Brezilya 'aktarmalı' transferler almıştı.Deivid,Kezman ve Edu'nun Ağustosun sonunda geldiğini hatırlatmaya gerek var mı?

Daum'un oluşturduğu sistemin ardından Zico'nun gelişi ve onun oyun mentalitesinin çok farklı frekansları içermesi Fenerbahçe'ye o dönemde deplasmanda yaşanan puan kayıpları ve Şampiyonlar Ligi ön elemesini geçememe olarak geri dönmüştü.4-3-1-2 gibi bir taktik deneyen ve yabancı transferleri yapılana dek Tuncay-Semih'i ileri uçta görevlendiren Zico arkalarına Alex'i yerleştirmiş;orta üçlüyü ise Aurelio-Appiah-Tümer şeklinde oluşturmuştu.Türk futbolunu ve ligin genel oyun mentalitesini kavrayan bir insanın bu taktikle başarı gelmeyeceğini tahmin etmesi uzun sürmez.Keza Aziz Yıldırım da yukarıda bahsettiğim olguyu kavramış bir insandı ve ilk 10-12 haftalık periyodun ardından takıma müdahale ihtiyacı hissetti,onun müdahalesiyle çıkılan ilk maçta 'Daum orijinli' takım Newcastle deplasmanında omurgalı bir duruş ortaya koydu.

Bu senenin 100.yıl olması nedeniyle,kadroya baktığımızda aslında beklentilerin uzağında bir takım oluştuğunu görüyoruz.Sol kanatta yıllardır kanıksanan Ümit-Tuncay birlikteliği devam ederken,sağ kanatta değişik bir rotasyon uygulandığını görmekteyiz.Sağ kanattan Fenerbahçe'nin 100.yıldaki kanat rotasyonu analizine başlayalım.Sezon başlarken Kerim Zengin formayı kapmış ve aslında vasat üstü bir performans sergilemişti.Özellikle Dinamo Kiev serisinde gösterdiği hırslı mücadele nedeniyle taraftarın da beğenisini toplayan Kerim,Aziz Yıldırım'ın sisteme enjekte ettiği 'Azizsilin' nedeniyle geri plana düştü.Çünkü yeni oyun şablonunda beklerin daha çok Ümit Özat,Önder Turacı ya da güncel örnekle Hakan Balta,İbrahim Toraman tarzı,kanat savunmasını ve önünde oynayan oyuncunun kademe açığını kapatmayı iyi bilen,hücum organizasyonlarında katkısı sınırlı düzeyde olan oyuncuların oynaması gerekliydi.Ümit'in bu özellikleri taşıdığına şüphe yok ancak o dönemde yapılan Önder Turacı tercihi sorgulanabilir.Kerim'in 10 maçta 1 gol 2 asistle,Önder'in ise 35 maçta 3 golle oynadığını görüyoruz.

2006-2007 sezonunda sağ ön pozisyonu açıkçası incelerken ve sayısal katkıyı çözümlemeye çalışırken en sıkıntı çektiğim pozisyon bu seri boyunca.Çünkü Newcastle maçına kadar safkan bi sağ kanat oyuncusu yoktu,daha sonra Mehmet Yozgatlı-Serkan Balcı-Appiah üçlüsü kullanılmıştı,yeni transfer Deivid zaman zaman o bölgede değerlendirilmişti.Ben Appiah ilk haftalarda orta üçlünün sağında kullanıldığında görevinin ve şablon içindeki esas pozisyonunun sağ açık olmadığı kanaatindeyim,bu nedenle sadece Yozgatlı-Serkan Balcı ikilisini değerlendirmeye almaya karar verdim.Aslında Serkan Balcı'nın da orta sahada oynadığında Appiah'a benzer bir pozisyonda olduğunu görmemek imkansız ancak Appiah'a göre kanata daha yatkın ve yakın olduğunu biliyoruz.Serkan Balcı'nın bu sezonda 17 maçı ve 4 asisti var.Genelde sonradan oyuna giren ve 21 maça çıkan Yozgatlı ise bir kulübe oyuncusunun,yedekleyicinin takıma sağlayabileceği fayda konusunda önemli bir örnek sergilemiş,6 gol ve 4 asistlik bir katkı sağlamış.

Geride kalan 3 sezonda kazanılan 2 şampiyonlukta belki de aslan payına sahip olan sol kanada gelirsek uzun zamandır aynı oyuncularla devam eden rotasyona bu sezon Uğur Boral'ın da katıldığını görüyoruz.Özellikle sezonun başlarında oldukça fazla forma şansı bulan Uğur,şimdiki dağınık görüntüsünden farksız maçlar çıkarmıştı.Yine de sayısal olarak bir bekten beklenen katkıyı vermiş Uğur ve 3 gol 3 asist kazandırmış takıma.Solun vazgeçilmez isimleri Ümit ve Tuncay ise yine çok değerli performanslar sergileyip takımın hem 'ruh' hem gol yükünü çekmişlerdi.Ruh yükünü çekecek olan adamı 3 sezondur bulamadık bundan daha da acısı bulunması diğerine göre çok daha kolay olan 'gol' yükünü çekecek olan adam da yok takımda bu ikili gitti gideli.Ümit'in,100.yılın kaptanının,şampiyonluk kutlamasında 50 bin kişinin ayakta alkışlayarak uğurlaması şerefine erişen ama kendisi için hiç bir önemi olmayan bir maçta Fenerbahçe düşmanı gibi davranan 'adam'ın Fenerbahçe'deki son sezonunda 31 maç oynayıp 1 gol ve 7 asist gibi önemli bir sayısal katkı yaptığını görüyoruz.Tuncay ise 39 maçta 10 gol atıp 12 asist yapmış.O gollerin en önemlisi İzmir'de Trabzon maçında attığı goldü.

Fenerbahçe geriye dönüp baktığımızda her yönüyle çok güzel ve duygusal anılar bırakmış olan bir yılı,100.yılı şampiyon olarak tamamlarken bir bölümünü tek forvetli sistemde oynayarak geçirdiği bu sezonda kanatlarından 24 gol 38 asistlik bir sayısal katkı elde etti.Tüm gollerin bu asistlerden geldiğini varsayarsak,65 gol attığımız bu yılda kanat oyuncularımızdan %50 civarı bir sayısal katkı almışız,oranın bu kadar yüksek olmasında forvet elemanlarımızın etkisizliğinin büyük payı var.



2007-2008

Masal gibi geçen 100.yılın ardından Zico,belki de taraftarın kendisine aşık olmasını sağlayacak seneye takıma direkt ilk 11'de oynayacak sadece R.Carlos'u aldırarak ve transferde daha çok genç isimlere yönelerek başlamıştı.Ortaya çıkan tablo takımın forvet ve kanat-forvet mevkilerinde ihtiyacı olduğu yönündeydi ancak iki bölgeye de beklentiler doğrultusunda bir transfer yapılmadı.

Fenerbahçe aslında Tuncay'ı kaybetmesiyle meydana gelen kaybının yanında Kezman'ı ikame edecek daha doğrusu Kezman'ı yedeğe gönderecek,Semih kadar oyun zekasına sahip,dribbling özelliği Tuncay seviyesine yakın,bitiriciliği ise nispeten Kezman'dan daha iyi bir forvet de almayarak sezona bana göre 2 yanlışla başlamıştı.Nitekim bu yanlışların karşılığını daha ileriye gitmeyi hak ettiği Şampiyonlar Ligi'nden çeyrek finalde elenerek;ligde ise oynadığı futbolun karşılığını bazı kritik maçlarda alamayıp şampiyonluğu kaybederek aldı.

Sağ kanatta bu yıl hiç birimizin beklemediği bir adam çıkıp geldi takıma ve bir süre sonra formayı kapıp şu ana kadar da bir daha bırakmadı.Her şeyden önce hırsı,kaybetmeye karşı direnci,formaya olan saygısı ve kupa rövanş maçında Sami Yen'de tek başına verdiği mücadele bize onu sevdiren etkenler oldu.Gökhan Gönül bu sene hem bu saydığım şeyler hem de Deivid'le olan mükemmel uyumu ile takımın en önemli parçası oldu.28 maçta oynayan Gökhan 1 gol ve 6 asist gibi bir bek için Türkiye şartlarında iyi sayılabilecek bir katkı verdi.Onun yedekleyicisi Önder ise 16 maça çıkıp 2 asist yaptı,bir önceki sezonda bahsettiğim özelliklere yeterince sahip olmayan Önder yine bu özelliklere tam anlamıyla sahip olmayan ancak ekstra özellikleri ve mücadelesiyle eksiklerini örtmeyi başaran Gökhan'a karşı direnemedi.

Sağ açık pozisyonu bu sezon en verimli olduğumuz bölgelerden birisi.Hatta bunu genele yayıp sağ kanat için de bunu söyleyebiliriz.Deivid ve Kazım Kazım'ı kullandığımız bu bölgede bir önceki sene forvette istenen verimi alamadığımız Deivid şu ana kadar 4 sezon süren Fenerbahçe macerasının en güzel senesini yaşadı.36 maça çıkan Deivid bir kanat-forvetten alabileceğiniz sayısal katkı açısından en üst seviyede katkı vermiş ve 17 gol atıp 9 asist yapmış.Yedekleyen Kazım Kazım ise 32 maça çıkmış,çoğunda sonradan girdiği bu 32 maçta 1 gol atıp 4 asist yapmış.Kazım'ın ve Deivid'in aynı maçta gol attıkları çok güzel bir gece yaşamıştık,Zico döneminin en gurur verici anlarından birisiydi o gece,herkes emek vermişti tabii ki ama mimarları bu iki sağ kanat oyuncusuydu.

Sol kanatta yaşanan köklü bir değişiklik var bu sezon,serinin başından beri değişmeyen ikili Ümit-Tuncay ikilisi kendi istekleri/yönetimin istekleri doğrultusunda takımdan ayrılıp Avrupa'ya gittiler.Ümit'in yerine bir dünya yıldızı geldi;Roberto Carlos.Beklenti neydi,ne elde ettik bunlar upuzun bir yazı konusu olur ama o hem tecrübesi hem rakiplerin ona duyduğu saygı ile Fenerbahçe'ye hatırı sayılır bir tanınırlık kazandırdı,sayısal katkısı ise 25 maçta 1 gol 2 asist.Ama bu sayıların benim için bir değeri yok,Carlos deyince aklıma Kadıköy'de Galatasaray maçında yaptığı yengeç dansı ve yine Kadıköy'de Sevilla maçında rakibin kontraatağında tek başına verdiği inanılmaz savaş gelecek hep.Sezon boyu onu sol bekte yedekleyen ya da sol açıkta oynayan ve Sevilla serisinde sakatlanmasıyla yerini alan Wederson kendi seviyesinde vasat bir performans sergileyip 33 maçta 3 gol 4 asistlik bir katkı vermiş,onun Carlos oynarken önünde ve arkasında kayda değer bir performans sergilediğini unutmamak lazım.Carlos'un sakatlanmasıyla sol kanatı Wederson'la paylaşan Uğur 18 maçta 2 gol atıp 3 asist yapmış.Uğur her ne kadar canla başla çalışan bir futbolcu olsa da kendisi benim futbol anlayışıma uygun bir adam değil,senelerdir verdiği mücadeleye saygı duyuyorum ama Fenerbahçe'nin futbolcusu olduğunu düşünmüyorum.

Senelerdir gelmeyen 'Avrupa'da başarı' bu sene masal gibi geçen bir macera ile geldi.Yazının başında dediğim gibi daha da devam etmemek için hiç bir neden yoktu eğer sene başında Tuncay'ın boşluğu doldurulup Kezman'ın yerine iyi bir forvet alınsaydı.Sonuç olarak 72 gol atan bir takım kanat oyuncularından 26 gol 29 asist gibi bir sayısal katkı aldı,minimum doğrudan katkı %40 civarında ancak bu sene de oranın yüksek olma sebebi forvet konusunda yaşadığımız yetersizlikti bence.Fenerbahçe tarihinin belki en başarılı futbol oynayan ve taraftarına son senelerdeki takımlar arasında en fazla güven veren takımı maalesef sezonu kupasız kapattı.Fatura en son kesilmesi gereken kişiye,Zico'ya kesildi.



2008-2009

2007-2008 sezonu belki 2005-2006'da olduğu kadar büyük bir yıkıma yol açmamıştı ancak götürdükleri ve getirecekleri açısından verdiği zarar çok büyüktü.Bu takımın başında senelerce kalması gereken Zico gitmişti,tüm transfer planları alt üst olmuştu,en önemlisi ise oluşan kaos ortamında sağlıklı kararlar alınamamış ve Aragones-Guiza hamleleri yapılmıştı.Bu ikilinin verdiği maddi zararı ölçmek zor değil ama bence daha da önemlisi kaybedilen şampiyonlukların yarattığı özgüven hasarı,bu takıma göünl verenlerin hak etmedikleri halde yaşadıkları son 2 sezon travması gibi soyut kayıplardı.

Ben 2008-2009 sezonu hazırlık döneminde yapılan teknik direktör ve oyuncu hamlelerinin 2009-2010'da yapılanlarla ilintili olduğunu düşünüyorum.Eğer 2 sezon önce Aragones-Guiza hamlesi yerine 'Zico ile devam-başka bir forvet transferi' hamlesi yapılmış olsaydı şampiyonluk sayımızın 19 olmaması için bir neden göremiyorum.2008-2009 sezonu seri boyunca incelediğimiz sezonlar arasında en verimsiz olanı.Bu sadece kanat oyuncuları için değil takımın genel olarak kimyası bozulmuş durumda bu sezonda.Biz serinin gerektirdiği gibi kanat oyuncuları analizine başlayalım.

Öncelikle şunu söylemek lazım ki yapılan yanlış hamleler yeni yanlış hamleleri de getirdi bu dönemde;takımın bazı bölgelerinde yaşanan bolluk bazı bölgelerde senelerdir yaşanan eksiklikler akla gelince daha bir mantıksızlaşıyor.Sağ kanat rotasyonuna baktığımızda Gökhan Gönül-Önder-Deivid-Kazım-G.Emreciksin'den oluştuğunu görüyoruz,sol kanada döndüğümüzde ise sezon boyu rotasyona giremeyen Gürhan'ı çıkardığımızda Uğur Boral-Wederson-R.Carlos üçlüsü var.Orta sahadaki opsiyonsuzluk ve eldeki kısıtlı opsiyonların da kalitesizliği cabası.Gökhan Gönül bu sezonun başında yaşadığı ciddi sakatlık nedeniyle tam randıman veremedi,aslında en büyük suç da kendisindeydi,formayı kaybetmemek için sakat sakat devam etmişti,bunun sonucunda sezonu 36 maçla tamamlamasına rağmen takıma yaptığı sayısal katkı 3 asistte kaldı.Önder ise giderek daha da vasatlaşan ve G.Gönül'ü zorlayan değil yedekleyen bir isim olarak anılmaya başlanmıştı.Çoğu Aragones'in garip hamleleri sonucu sonradan girdiği 22 maça çıkan Önder 1 gol atıp 1 de asist yaptı.

Sağ kanat-forvet pozisyonunda geçen sezon harikalar yaratan Deivid sezonun ilk antremanında sakatlandı.Yaklaşık 2-3 ay takımdan uzak kalan Deivid'in sakatlık sürecinde annesinin ölmesi,aldığı kilolar,döndükten sonraki ürkekliği ve zayıflayamaması gibi psikolojik ve fizyolojik etkenler 35 maça çıkmasına rağmen sadece 9 golde kalmasına yol açtı,yaptığı asist sayısı ise 2'ydi.Aragones'in Deivid yokken ilk 11'de düşündüğü Kazım,Deivid döndükten sonra da onun yedekleyicisi olarak oynadı,toplam 27 maça çıkan Kazım takıma 3 gol 1 asistlik katkı verdi.Devre arasında gelen ve beklenen patlamayı İstanbul gecelerinde yapan Gökhan Emreciksin ise sadece 1 asist yapabildi.

Sol kanatta yukarıda da söylediğim gibi Roberto Carlos-Wederson-Uğur üçlüsü sol ön ve bek pozisyonlarında gerek maç içi gerek sezon genelinde değişimli oynadılar.Carlos geçen sezon veremediği sayısal katkıyı(6 gol 3 asist) bu sezon vermesine karşın gerek onun heyecanını kaybetmesi gerekse takımın hedefsizliği geçen seneki kadar keyif vermesini engelledi,o da sanıyorum keyif almadı oynarken.Wederson'un 23 maçta 2 asisti,Uğur'un ise 36 maçta 5 gol 5 asisti var ki bu sayılar Uğur'un zirvesi bence.Bu kadar şuursuz oynayan bir insandan alabileceğiniz en üst seviye katkı budur.Bizim bu katkıyı en başarısız sezonumuzda almamız ne büyük ironidir.

Sonuç olarak sezon toplamında 76 gole ulaşan Fenerbahçe kanat oyuncularından 24 gol 18 asist gibi vasat bir katkı aldı.Minimum doğrudan katkının oranı %28 civarında ki bu rakam çok düşük,hele ki geçen senelerde gördüğümüz %40'ın üstündeki oranlarla kıyaslarsak.Benim hatırladığım 'Fenerbahçe'ler içindeki en karaktersiz,en başı boş,en rahat teslim olan Fenerbahçe'ydi Aragones'in takımı;onun izlerinden yavaş yavaş kurtuluyor olmak güzel ancak kaybedilen seneler ve duraksayan hatta gerileyen devrim insanın içini acıtıyor.


Fenerbahçe'de Tek Forvetli Sistemde Kanatların Etkisi #1 (2003-2004 | 2004-2005 | 2005-2006)


Yusuf Polat

Trequartiste Blog


7 Temmuz 2010 Çarşamba

Boyalı Kuşlar Ülkesine Turuncu fırça darbesi, Puyol'un altın kafası ve Hayalimin finali...



Tuhaf bir futbol ülkesi aslında Uruguay. Geçmiş Dünya Kupaları'nda iki kez şampiyonluğu yakalamış olmalarına rağmen bir türlü bir Arjantin ya da Brezilya olmayı başaramamışlardır ne yazık ki. İki Dünya Şampiyonluklarına rağmen çoğu turnuvada onlardan çok bir şey beklenmedi bugüne kadar. Kupa tarihinde bu başarıyı sadece bir kez elde etmiş olan İngilizlerin, hiç elde edememiş olan İspanyolların ya da Hollandalıların her turnuva da favori olmalarının yanında Uruguay'ın isminin dahi geçmemesi biraz düşünülmesi gereken bir durum...

Uruguay kupa ilerledikçe sempatikleşen bir ülke oldu bu turnuvada. Haziran ayının başında turnuva başlamadan önce kime sorarsanız sorun ortak kanı Uruguay'ın ikinci turu, belki çok küçük bir ihtimal ile çeyrek finali göreceği yönündeydi. Fakat Oscar Tabarez ve futbolcuları 2002'nin Türkiye'sine çok benzerlik taşıyan takımlarını yarı finale getirmeyi başardılar. Kimileri bu durumu şans dese de arka planda görmek için çok çaba sarf edilmesi gerekmeyen bir takım oyunu ve kenetlenme mevcut. Uruguay'da yıllar sonra nihayet geçmişinden esintiler görme olanağına sahip olduk... Turnuvanın beğeni kazanan ve içinde Forlan gibi hayatı roman olacak bir futbolcu barındırdıkları için onlara teşekkür etmek gerek. Devlet başkanları Jose Mujica'nın tek mal varlığının 1987 model “kaplumbağa” olarak bilinen Volkswagen aracı olması ve başkan olmasına rağmen çok mütevazi bir hayat sürmesi gibi gibi onlarda yıllar önceki kupaların varlığına rağmen mütevazi olarak boy göstermeye devam edecekler. Ancak ne var ki sempatimizi kazanan bu 'Boyalı Kuşlar Ülkesi' ne 'Turuncu' renkte atılan bir fırça darbesi onları finalden etse de destekleyenlerin gözünde klasik tabir ile 'Gönüllerin şampiyonu' olmayı başardı... Eklenmesi gereken ise bu fırça darbesi yapan ülkenin de Gönüllerin takımı Hollanda oluşu...

Büyük futbolcu Forlan... Ülkesi için yapması gereken ne varsa yaptı...


Uruguay'ın yıllar önce şampiyon olan ruhu ile kupaya odaklanması ile Hollanda'nın 1974 ve 1978'deki şanssızlıkları kırma isteği maçı itekleyen iki faktördü, üstün gelen taraf Hollanda'nın 32 yıl sonra finale çıkma isteği oldu. Aslında Hollanda'nın turnuva başından beri oynadığı oyun renkleri ve taraftarları kadar sempatik gelmese de bir şekilde finale kadar gelmeyi başarmaları yarım kalan bir işin tamamlanmasından önceki son adım... En son Euro 2008'de izleme şansını bulduğumuz hızlı ve tempolu futboldan çok uzak kalsalar da onları finale kadar getiren oyun tarzları oldu, kimse beğenmese de. Burada en güzel kelimeyi sevgili Ali Ece 'Total Futbol' yerine 'Total Kontrol' olarak söyledi... Doğal olarak Hollanda'yı destekleyenlerin Euro 2008'deki güzel oyun artı elenmeyi çok güzel olmayan oyunun yerine çok güzel olmayan ama final ya da şampiyonluk getirebilecek oyunu tercih etmeleri de doğal. Hayalimin finaline giden yolda ilk adımda Hollanda bir şekilde gerekeni yaptı, İspanya'da Puyol ülkesine altın kafası ile finali getirerek 1 ay önce istediğim finali getirdi. 


Tam 60 yıl sonra...

Katalan, İspanyol, Real Madrid, Barcelona ayırt etmeden, sadece İspanya olduğu için ve tıpkı Hollanda gibi şanssızlıklarını kırmalarını için desteklediğim İspanya Puyol'un ülkesi adına attığı kafa golü ile tarihinde ilk kez finale yürüdü...

İspanya, İsviçre ile oynadığı ilk maçın ardından Euro 2008'de alıştığımız oyundan uzak bir görüntü sergilemesine rağmen toparlandı ve finale kadar geldi. Turnuvanın başında, son 16'da rezil futbol oynayan İngiltere karşısında ve kötü futbol oynayan Arjantin karşısında harikalar yaratan Almanya İspanya karşısında alınabilecek en iyi sonucu aldı aslında... İspanya'nın futbol tarzının Almanlara ters geleceği belliydi esasında. Aşırı pas trafiği Almanya'yı çok fazla yordu. Maç içinde ortaya çıkan kadro kalitesi farkından da söz edebiliriz. Turnuvanın başından bu yana futbol şansı çok fazla yanında olan Müller'in olmayışı Almanya'yı çok fazla etikiledi demek ne kadar doğru olur bilmiyorum ancak iki takım kadrolarından karma yapmaya giriştiğimiz de Almanya'dan sadece Busquets'in yerine (gereksiz adam) Bastian'ı alabileceğimizi söyleyebilirim. 




Tabii beni en çok sevindiren İspanya'nın yıllar sonra nihayet hem finale çıkması hem de kupaya bu kadar yaklaşması oldu. Maradona'dan kaynaklı Arjantin sempatizanlığının (zaman zaman benimde bulaştığım!) fazla olması, İngiltere'nin 66 ruhunun çok tartışılması arasında son Avrupa Şampiyonu favoriler arasında gösterilse de zaman zaman unutuluyordu adeta. Kupayı kaldırdıkları gün farkına varılacak bir yapıya bürünmüştü İspanya ancak 1-0 kazanılan Almanya maçından sonra farkına varmış oldu herkes. Şimdi harika bir takımın ülkenin en büyük ikinci hedefi olan Avrupa Şampiyonluğu'nun hemen ardından birinci en büyük hedefi olan Dünya Şaampiyonluğu'na doğru yürüdüğünü görüyoruz. Bunun yanında 1974 ve 1978'in yaralarını sarmak isteyen Hollanda'nın finalin diğer bir ismi olması bu Dünya Kupası'nı benim için daha anlamlı kılan etkenlerden biri oluyor. Yaşanan olumsuzluklara (vuvuzela, hakemler, Jabulani) rağmen turnuvayı hayalimin finali ile bitirecek olmanın verdiği keyif harika...




Şimdi finalden önce gereken planların ardından, önce kahin ahtapot Paul'un tahmini ile bahis yapıp ardından ilk kez Dünya Şampiyonu olmak için oynayacak iki ülkenin finalini elimde biram zevkle izleyeceğim. Hollanda için her ne kadar geçmişi nedeniyle sempatik yaklaşsam da malum nedenler benim ibremi fazlasıyla İspanya'dan yana çeviriyor. Turnuva başında desteklediğim diğer bir takım olan Cezayir'in elenmesi ve beni hayal kırıklığına uğratmasından sonra (!) bu final benim için ayrı bir güzel geçecek... Bunun yanında ilk maçlarındaki iğrenç futbolun ve gol kısırlığının ardından fazlasıyla kızdığımız bu turnuvanın güzel bitmesi ancak bitmesiyle de bizi üzmesi muhtemel... 2006'dan sonra da büründüğüm 'daha 4 yıl var...' psikolojisi beni yine alıp götürecek olsa da sayılı yıl çabuk geçer mantığı ile teselli bulmaya çalışacağım... Şimdiden final maçına bu kadar girmek olmaz. Son olarak bencil ve adi Pedro'ya selam olsun buradan... Tebrikler İspanya ve Hollanda!

Olayı özetleyen resim

3 Temmuz 2010 Cumartesi

Kupa Tarihinin en antipatik Brezilya'sının, Afrika Ruhunun, Bir fantezinin vedası ve 50 Yıl Sonra İspanya'nın yürüyüşü...


Yılların geleneğini bir kenara bırakıp 'Avrupai' tarzda oyun oynama derdinde olan Brezilya'da Arjantin ile beraber elenmiş oldu çeyrek finalde. Sanıyorum Brezilya'yı en son sempatik göreli 10 yıldan fazla oluyor. 2002 Dünya Kupası gerçek Brezilya futbolundan 'ufak' belirtilerin olduğu son kupaydı. 2006'da Fransa'ya elenen Brezilya ile 2010'da Hollanda'ya elenen Brezilya arasında çok fark yok görünürde. Ancak 2010 Brezilya'sının kupa tarihinin en antipatik takımı olduğu bir gerçek. Robben'in dizine kasıtlı basan Melo'dan mı, eksi elektiriğin babası Dunga'dan mı (futbolcuğu dışında), yoksa önde oldukları anlarda sevimli olan ancak geriye düştüklerinde birden çirkinleşen ve yılların ruhuna aykırı davranan tüm oyunculardan mı bu antipatik olma durumu? (Kaka'yı kesinlikle dışarıda tutuyorum) Geçmişte çok alıştık, Romario'ya, büyük özlem duyduğumuz dişlek Ronaldo'ya, (izlediğim dönem içindekiler) şimdi ise 'Saffet Sancaklı' tarzında bir L. Fabiano'nun bile forvet hattında olması itici geliyor bana. Yine Brezilya'da futbol zekasını bünyesinde çok fazla barındırmayan oyuncuların bir araya gelmesi Hollanda karşısında alınan mağlubiyetin diğer bir faktörü oldu bana göre. 

Hollanda - Brezilya maçından önce elbette 'hepimiz portakal' dık ve sloganımız da 'Hup Hollanda Hup' tu. Turnuva başından beri hayalini kurduğum İspanya - Hollanda finali de gerçekleşmek üzere, umarım ki gerçekleşir. Çünkü Dünya Kupası başlamadan önce bu iki takımın final oynamasını istemem de iki neden vardı, Hollanda'nın şanssızlığını kırması, İspanya'nın da artık kötü sonuçlara bir dur demesi. Ayrıca bu iki takımın finalinde kazanan kim olursa olsun kupa tarihinde bir ilk yaşanacak olması da çekiyor beni fazalsıyla. 

Hollanda - Brezilya maçına   Fever Pitch   bakışı;

"Dunga'nın Brezilyası Parreira'nın Brezilyasının günümüz için geliştirilmiş versiyonu. Kontrol Brezilyası biz futbol romantiklerince kabul görmez; hele ki arşivlerden 82 takımını seyretmişseniz ve inandığınız isimler size o takımın dünyanın gördüğü en iyi takım olduğunu söylediyse. Öte yandan Michels'in Hollanda Takımı da eşdeğer örnektir; Total Futbol rüyası ile tanışan dünyayı Almanlar uyandırmıştır. Kısacası genleri ile sahada yaptıkları tamamen zıt iki takımın yarı final için çarpıştığı bir maçta, golden daha çok taktik disiplin ve mücadelenin keyif verdiğini yazmak nasıl bir ironidir?

Yılın Bidonu Felipe Melo'nun Xavi vari attığı pas sonrası gelen gol ve o dakikaya kadar Brezilya'nın Hollanda orta sahasını çabuk ve rahat geçişi, Hollanda'nın ilk yarı boyunca yokları oynaması, Brezilya'nın nispeten işini kolaylaştırmıştı. Alves'in çok içeri girerek orta sahaya üstünlük getirmesi, sağda boşalan koridorda Maicon'u fazla kullanmayışları ile pasifize oldu; burada Kuyt'un defansif etkisi göz ardı edilmemeli. Açıkçası her anlamda tıkanmış bir oyun vardı sahada Hollanda için ve eskiye göre daha yavaş oynayan takımın bunu kırması için mutlak suretle oyun temposunu arttırması gerekiyordu.

Aslında ikinci yarının başında da ortada pek bir numara yoktu Hollanda adına. İlk yarı gereksiz bir sarı kart gören Bastos'un atılmayışı ve o pozisyonda, ilk 45'te sezonun en iyi oyununu oynayan Melo'nun kalecisini bozması sonrası gelen gol. Dünya Kupalarında bu tarz dramalara çok kez şahit olduk. Tansiyonu yüksek Brezilya'nın bu dakikadan sonra dağılması olasıydı; çok geçmeden yedikleri ikinci golde Sneijder Sambacıları uçurumdan aşağı itti. Melo neden yılın bidonu olduğunu en atılmaması gereken anda Robben'e basarak kanıtladı ve sonrasında, gergin takımın rakibini itiş kakışını izledik.


Luis Fabiano'nun son derece vasat iki stoper karşısında bu kadar ezilmesi ve Dunga'nın buna uzunca bir süre sabretmesi, Bastos'un ikinci yarıya başlaması ve ilk devre takımın vites küçültmesi Dunga'nın önemli hataları. Dahası kenardaki görüntüsü takımınınkinden farksızdı ve teknik adamın moral motivasyonunun, duruşunun takımı üzerindeki etkisine bir kez daha şahit olduk. Bert Van Marwijk'in herhangi bir taktik hamle ile maçı çevirdiğini söylemek zor bana göre. Takım bildiği oyuna devam etti ve şans onlara döndü. 10 kişi yüklenmeye çalışan Brezilya'ya verilen oldukça amatörce pozisyonlar da cabası. Hollanda'nın bu tarz tehlike anlarında tempo yapması, hızlanması yeterli olacaktır; bu takım o oyunu da biliyor nitekim.

16 senelik bir hesabı kapattı Portakallar. 94'te şampiyon olan, 98'de final oynayan Brezilya'ya iyi oynayarak elenmişlerdi. Bu sefer bir şey yapmalarına gerek kalmadı; onlar yeni dünya modasına uydular, bildiklerini bir kenara bıraktılar, rakipleri fişi kendi kendine çekti..."

2002'deki Türkiye ile büyük benzerlikler taşıyan Uruguay ile Gana'nın yarı finale çıkma savaşı sanıyorum kupanın en zevkli mücadeleleri arasında zirveye oynamaya aday... Bu maç içinse karışık duygular ile izlediğimi söylemeliyim. Bir tarafta Lugano ve turnuvanın başından beri sempatimi kazanan Uruguay, diğer tarafta ise Fildişi Sahili'nden, Kamerun'dan, Nijerya'dan bekleneni yapan ve Afrika ruhunun kupadaki temsilcisi olan Gana... 

Turnuva öncesi Uruguay milli takımından umutlu olsak ta beklentiler sadece gruptan çıkacakları yönündeydi. Ancak şimdi gelinen nokta da penaltılarla olsa da Gana'yı eleyip yarı finale kalan Uruguay, Arjantin, Brezilya ve Paraguay'ında kupaya veda etmesiyle Güney Amerika'nın bayrağını taşıyan tek ülke olarak kalmış durumda. 

L. Suarez... Tanrı'nın eli artık onda mı?


Gana-Uruguay maçının kırılma anı şüphe yok ki Suarez'in topu eliyle çizgiden çıkarması ve devamında Gyan'ın penaltı vuruşunu direğe nişanlamasıydı. Şimdi bu durumu İrlanda-Fransa maçında T. Henry'nin el hareketi ile derecelendirip 'Henry'ye sahtekar diyenler Suarez'i neden savunuyor' deniliyor. Şöyle bakmak gerek bu olaya. Suarez yaptığı el hareketi sonrasında 'oyun kurallarının' en uç noktasını kullandı, sonucunda kırmızı kartı görerek oyundan ihraç edildi ve cezasını aldı. Gana'ya ise kendi kaderini kendi çizmek kaldı penaltı atışı ile. Suarez'in yaptığı elbette yanlış ancak bu yönüyle bile sahtekar Henry'den ayrılıyor. Burada futbolun üzücü ama bir o kadar da onu sevmemizi sağlayan kuralları işledi. Henry ise yaptığı hareketin cezasını almayı bir kenara bırakın koskoca bir ulusun hayallerinin yıkılmasına neden oldu.  Gana'nın son anda penaltıyı değerlendirememesinden sonra moralmen çökmesi ve penaltı atışlarında klas bir vuruş yapan Abreu'nun son atışı ile yarı finale yürüdü Uruguay... Büyük takımlar tek tek elenmişti ve Gana'yı diğer turda bekleyen nispeten daha az zorlanacağı bir Hollanda idi. Vuvuzelalar her zamankinden daha kuvvetli üflendi, büyüler de yapıldı ancak olmadı... Hollanda'dın 2000 Avrupa Şampiyonası'nda İtalya karşısında maç içinde iki penaltı kaçırıp seri penaltı atışlarında elenmesi gibi bir şok yaşadı Gana. Eğer Gyan seri penaltı atışlarında yaptığı harika plase vuruşu 120. dakika da abanmadan 'çoşturma içgüdüsünden' uzak olarak yapsaydı şimdi Gana'nın Afrika'nın öncüsü olduğunu konuşuyor olurduk. 


Uruguay'ın başarısında teknik direktör Oscar Tabarez'den de bahsetmeden geçmek kesinlikle olmaz. Tabarez yıllar sonra Nacional ve Penarol oyuncularını bir araya getirmeyi ve bunlarla birlikle yurt dışında oynayan oyuncular ile takım ruhunu oluşturması başarıyı getiren en önemli faktörlerden bir tanesi oldu. Muslera'nın harika yeteneklerini keşfeden ve onu en önemli yere monte eden de yine kendisi oldu. Gana turnuva da özel bir takım olsa da Uruguay bana daha özel bir takım olarak geliyor yukarıda ki nedenlerden dolayı. Şimdi yarı final de Uruguay - Hollanda maçını karmaşık duygularla beklesem de bir ilk yolunda ilerlenmesi için ibrem Hollanda'dan yana pek tabii...

Almanya'nın kazanma alışkanlıklarından daha önce biraz bahsetmiştim. İngiltere'den sonra Arjantin'e de 4 gol atmak nereden bakılırsa bakılsın eğer Almanya yarı finalde favorim İspanya'ya elense dahi büyük bir olay. Löw'ün 'Messi'yi ve tüm Arjantin'i sahadan sildik' açıklamaları ise herşeyi özetliyor gibi.  'Turnuvaları yıldız oyuncular kazandırmaz' önermesinin en büyük kanıtı belki de şimdiki Alman milli takımı... İhtiyaç olan sadece dengeli bir takım ve turnuva boyunca çok büyük önem taşıyan konstantre ve iyi bir atmosfer. Takımı yöneten teknik direktöründe aynı şekilde takım ruhuna ve oyununa önem veren, bireylerden çok bütüne önem veren adam olması da çok önemli bu başarıda. Daha önceki Dünya Kupaları'nda da Almanların buna fazlasyıla önem verdiğini rahatlıkla görebiliriz. Meksika 86 öncesi Beckenbauer'in takımın huzurunu ve dengesini bozduğu için Uli Stein'i takımdan yollaması geçmişten bir örnek sadece. Almanya'nın katıldığı Dünya Kupaları'nda baktığımızda zaten ortak paydanın başarı olduğunu görüyoruz. Sadece bekletiler ve tahminler değişkenlik göstermiştir Almanlar için. 2006'daki takım beklentilerin üstündeydi, yarı finale kadar geldi. 1994 ve 1998'de kimse onlardan bir şey beklemiyordu ancak yine çeyrek finale kadar gelmeyi başardılar. 1982'de çok eleştirildiler, sevilmediler ama yine alışıldığı gibi başarılı olup final oynadılar. 2002'de Uzak Doğu'da bir araya gelen ekip te 1982 ile beznerlikler gösterdi ancak yine finale kadar gitti. Sonuç olarak takım nasıl anılırsa anılsın, nasıl yazılırsa yazılsın onların her turnuvada bir şekilde bir yerlere gelmeyi başardıkları bir gerçek...

Müller çok mu şanslı yoksa her zaman olması gereken yerde mi?


G. Müller'i geçip Ronaldo'nun 15 gollük rekoruna bir adım daha yaklaşan Miroslav Klose'den de biraz bahsetmek gerek. Öncelikle ligde ve hazırlık maçlarında onun kötü performansına rağmen Löw'ün, Klose'nin Dünya Kupaları'nda büründüğü inanılmaz ateşi görmesi ve ona güvenmesi ilk söylenecek söz. Klose'nin şu anki yeri hak etmediği dahi söyleniyor. Ben olaya biraz romantik yaklaşanlardanım. Sırf Dünya Kupaları'nın en çok gol atan oyuncusu olmaya bu kadar yakın olan bir oyuncunun tabii ki destekçisiyim. Artık kim ne derse desin Klose bir Dünya Kupası efsanesidir. Dünya'nın en iyi forveti ve golcüsü hiçbir zaman olamadı belki ama bu durum böyle. Ekşi Sözlük'te biri yazmıştı. Heading + anticipation + off the ball + teamwork. Bunların hepsini topladığınızda Klose'yi elde ediyorsunuz ve bu da zaten gol demek. FM yalan söylemez!




Son olarak Arjantin ve Maradona ile ilgili okumanız için tavsiye; http://gueneslipazartesiler.blogspot.com/2010/07/hersey-mumkun-diego.html

Gelelim İspanya-Paraguay maçına. Daha önce kullandığım bir cümle vardı. 'Futbolu sevmeyen insanlara güzel maçlar izlettirin ki aşık olsunlar'. diye. İşte bu maçta içinde yaşanan hikayesi ile böyle bir maçtı benim için. Ömer Üründül'ün 'futbol enteresan' sözünün cuk oturduğu bir maç varsa Dünya Kupası'nda bu o maçtır. Cardozo'nun kaçan penaltısı, ardından Xabi'nin önce attığı, tekrarında kaçırdığı penaltı, Villa'nın galibiyet golündeki patlaması ve maç sonunda Cardozo'nun göz yaşları 'işte futbol böyle bir şey' demek için yeterli. 2004'te Yunanistan'ın sergilediği oyuna fazlasıyla benzettiğim bir oyun anlayışına sahip olan Paraguay'un bir de favorim olan İspanya karşısında kaybetmesi üzmedi beni doğal olarak. Katalan, Barca'lı, Madrid'li ayırt etmeden desteklediğim bir takımın böyle dramatik bir şekilde yarı finale yürümesi de beni çoşturdu haliyle. Yukarı da bahsettiğim Almanya karşısında İspanya'nın işi çok zor olsa da Dünya Kupası tarihinde elle tutulur, hatta abartalım gözle görülür başarısı olmayan İspanya'nın Dünya Kupası'nı Madrid hava alanına indirmesi en büyük isteğim... Villa o golü 'yeter ulan' der gibi atarken İspanya Ulusal kanalında yorumculuk yapan Jose Camacho'nun haykırışı koca bir İspanya'yı özetler nitelikte. Şimdi herkes kupaya giden yolda son iki maçında kazanılıp rüyalarının gerçekleşmesini bekliyor...  Herkeslerin ağzında sakız olan Paraguay'lı güzel 'L. Riquelme' nin de Paraguay şampiyon olursa soyunma vaadide boşa gitmiş oldu. Ben ne kendisini ne de kocaman göğüslerine sıkıştırdığı telefonunu hiç beğenmiyorum orası ayrı. 

Yazılar birikince okunması zor bir yazı çıkmış ortaya arkaya dönüp bakınca... Okumayanlara da anlayış gösterdiğimi belirteyim son cümlemde...




Blog Widget by LinkWithin
 
Copyright 2009 Barbarossa. Powered by Blogger Blogger Templates create by Deluxe Templates. WP by Masterplan