27 Nisan 2011 Çarşamba

Nisan 2002...


---> El Clasico'nun rakamları (2010-2011)

---> Guardiola'nın rötuşa ihtiyacı var

---> Ronaldo ve Messi arasında üçüncü maç: Bu sefer kim nakavt olacak?

---> Barça ve Real, önümüzdeki yılları da domine etmeye devam edecekler

---> Terazinin iki kefesi; R. Madrid - Barca

---> Real Madrid'i sevmek

---> Di Stefano, Maradona, Schuster, Cruyff ve diğerleri ile El Clasico

---> Jose Mourinho'nun yeni silahi Pepe






Fotoğraf: Zinedine Zidane, yine bir Şampiyonlar Ligi yarı finalinde Camp Nou'da Barcelona'nın umutlarını bitirirken... 01/02 @AS

25 Nisan 2011 Pazartesi

Bu tip hikâyeleri sadece futbol yazar...

Dün günlerden Pazardı...

Aynı zamanda dün günlerden Fenerbahçe'ydi.

Ne kadar şanslıyız, İzmir'deki bu maça şahit olan bizler, yıllar sonra ömürümüz yeterse eğer çocuklarımıza ve torunlarımıza anlatacağımız bir ana şahitlik ettik...Gelin şimdi biraz önceyi, yine İzmir'i hatırlayalım.

2006-2007 sezonu...

Rakip Trabzonspor. Maç yine İzmir'de, yine kordonda biralar içilmiş, sonra tribünlerde yerler alnımış... Şampiyonluk şarkıları söyleniyor ve Fenerbahçe, o akşam İzmir'de Trabzonspor'u yenerse şampiyon olacak. Ancak işler iyi başlamıyor. Bu akşam tıpkı Bucaspor gibi Trabzonspor'da ilk önce üzüyor Fenerbahçe'yi. Alex penaltı kaçırıyor, ancak takım yılmıyor...

Son 15 dakikada Deivid de Souza çıkıyor sahneye. Trabzonspor ağlarına ikinci golü atan Deivid, şampiyon yapıyor Fenerbahçe'yi. Zico'nun ilk sezonunda, yine onun isteği ile geldiği takımda istenmeyen adamdı, gol attığı bu Trabzonspor maçına kadar. Bunun ardından takımdan gitmesine kesin gözle bakılan Deivid, Fenerbahçe'de kaldı ve hepimiz 2007-2008 sezonunda neler yaptığını hatırlıyoruz.

Ve yine İzmir, yine şampiyonluk yarışı ve yine önemli bir maç. Dört yıl önce yine aynı stadyumda şampiyonluk kutlayan Fenerbahçe, Bucaspor karşısında bir anda 3-1 yenik duruma düştü ve panik başladı.

Bir maçı 3-1'den 3-5'e çevirmek için, tek bir kahraman yetmez... Bu tam bir 'Winner' karakterli takım göstergesidir ve Fenerbahçe, 14 maçtır yenilmediği bu ligde artık bu özelliğini de kanıtlamış durumda. Emre göz paslarını sildi, sonra Abdülkadir Bucaspor adına sahneye çıktı... Ancak Alex attığı iki gol ile beraberliği getirdi, ardından hiç beklenilmeyen bir adam çıkıp, belki de Fenerbahçe'nin şampiyonluk golünü attı.

Daniel Gonzales Güiza, tıpkı 2006-2007 sezonunda Deivid gibi belki de hiç beklenilmeyen bir anda galibiyet golünü atan adam oldu, büyük bir boşalma yaşadı ve sevinçten de göz yaşlarını tutamadı. (Golün ardından sevincini de engelli bir vatandaşımızla kutlaması ayrı bir güzellikti...)

Yalan söylemenin anlamı yok...

Zamanında Güiza'nın kaçırdığı gollere, özellikle geçen sezon ne kadar sitem ettiğimi bir Allah biliyor. Ancak Güiza'ya gülen kader, belki de ona bu sezonun şampiyonluk golünü attırıyor. Empati kurun, işiniz gol atmak ve bunu yapamıyorsunuz, yapamayınca da eziliyorsunuz... Ve gün geliyor, çok önemli bir maçı kurtaran adam oluyorsunuz. Güiza'nın da maçın ardından akıttığı göz yaşlarının da sebebi, bugüne kadar çok fazla dolmasıydı.

Rüzgarın dahi Fenerbahçe'nin kazanmasını istediği Bucaspor karşılaşmasının ardından artık kalan dört haftaya odaklanmak gerek. Bu maçtan daha zorlu karşılaşmaların olduğu kesin.

Fenerbahçeli'nin yılların getirdiği bir gelenekle rahat maç izlemesinin 'haram' olduğunu anladığımız bu Bucaspor maçından sonra da ufak hatalarla kaybedilecek bir şampiyonlukta bu maçın ardından yaşanacak sevinç kadar büyüklükte bir hâyâl kırıklığı doğurabilir, dikkat etmek gerekiyor.

Bu yazımda maça dair, taktiği, teknik konuları boşverdim. Bu sefer de böyle olsun. Eski hakem Markus Merk'in de az önce dediği gibi; "Bu tip hikayeleri sadece futbol yazar..."

Son olarak hatırlatmakta fayda var; 31. hafta F.Bahçe, Trabzonspor ve Bursaspor'un maçları aynı saatte oynanacak.

24.4.2011

Bucaspor 3-5 Fenerbahçe

Goal.com

23 Nisan 2011 Cumartesi

"Manchester United'ı yenmeyi hâyâl ediyorum..."

1999-2000, Real Madrid 3-2 Manchester United

2002-2003, Real Madrid 3-1 Manchester United

Real Madrid forması altında Manchester United'ın canını iki kez yakmayı başaran Raul, The Guardian'a verdiği röportajda bu mutluluğu tekrar yaşamayı istediğini söylemiş.

"Lige iyi başlayamadık Ancak bu yıl Şampiyonlar Ligi'nde çok iyi gidiyoruz. Herkes bizim hakkımızda 'Bu kez elenecekler' dedi ama biz bir şekilde turları geçmeyi başardık..."

"Biz belki de Manchester United düzeyinde değiliz ancak yarı final için şansımız en az onlar kadar var..."

"Giggs'te de, bende de olan şey, futbol ve meslek aşkı... Bu yüzden uzun yıllar oynayabiliyorsunuz..."

"Birçok stadyumda gol attım ancak Wembley'de atmadım. Neden olmasın ?"

Ve işte can alıcı soru: Finalde rakibiniz Real Madrid olursa?...

"Bunun için şimdi söyleyecek bir söz bulamıyorum... Çok garip. Bilmiyorum. Turu geçersek Barça ile final oynamak belki de daha iyi olurdu. Ancak Real Madrid'in de turu geçmesini istiyorum... Şimdi hiçbirşey söyleyemiyorum. Kader..."

22 Nisan 2011 Cuma

Futbolda tez vardır, ve bu teze karşılık anti tez vardır. Jose Mourinho, anti tez üretti...

Rüya görmeye gerek yok. Daha önceki yazılarımda da birçok kez belirttiğim gibi La Liga şampiyonluğunu yüzde 90 garantileyen bir Barcelona var. Ancak dün gece oynanan Kral Kupası (Copa del Rey) Real Madrid'in bu sezonu iyi hatıralar ile kapatmasını sağlayacak ayaklardan ilkiydi. (Diğeri Şampiyonlar Ligi). Ve sonucunda bu iki amaçtan ilki, gerçekleşmiş oldu. Her ne kadar Sergio Ramos, maçı ardından kutlamalarda kupayı düşürüp kırsa da...

Şampiyon takımın Teknik Direktörü Jose Mourinho'nun son iki Barcelona maçındaki futbol anlayışına korkak yorumlarının yapılması çok ilginç. Onun Real Madrid kariyerinden bağımsız olarak ele aldığımızda dikkatlerin 8 Mart 2005 günün oynanan Chelsea-Barcelona maçına yönlenmesini istiyorum. O dönem Jose Mourinho'nun çalıştırdığı Chelsea, hiç kimse anlamadan Barcelona karşısıda 3-0 öne geçmişti... Yine çok uzağa gitmeye gerek yok, geçen sezon Inter'in başındaki Jose Mourino, Şampiyonlar Ligi yarı final ilk maçında Barcelona karşısında 3-1'lik net bir skorla kazanmış, rövanşta ise 'korkak' değil, oynaması gerektiği gibi oynamıştı.

İşte yine aynı Jose Mourinho, mevcut Barcelona takımı karşısında kendi takımını oynaması gerektiği gibi oynatıyor. Sık sık Alfredo Di Stefano'nun bahsettiği 'Real Madrid'in bol hücum' geleneklerini bir kenrara bırakan Mourinho, kendi gelenekleri ile Real Madrid'i İspanya'nın ikinci kupasında şampiyon yapıyor...

Barcelona bir üst limit olması sebebiyle oynadığı futbol, her daim örnek gösteriliyor. Ve bu anormal bir durum. Geçen yılı hatırlayalım, 96 puan alan Real Madrid'in şampiyon olamadığı bir La Liga'da Barcelona, 99 puanla şampiyon olmuştu. Barcelona'nın bu mükkemmel durumunu göz önüne alan futbol severler ise kullandıkları bu üst limitten sonra Barça bir şekilde durdurulduğunda karşılarındaki rakibi korkak ilan ediyorlar. Real Madrid'in Barcelona'nın oyun tarzına benzer bir yapıda sahada olmasına imkan yok. Barça adına 10 yaşından beri birbirlerini tanıyan ve bir arada oynayan insanlardan bahsediyoruz. İşte bu noktada Katalanlar karşısında onları durdurabilecek yeni bir sistemin üretilmesi gerekiyor ve Jose Mourinho, son iki El Clasico'da bunu yapmayı başardı...

Jose Mourinho, La Liga'nın ilk yarısında Camp Nou'da oynanan karşılaşmada biraz Real Madrid taraftarının, birazda 'takım geleneklerinin' etkisi ile atak ve Barcelona'ya 'benzemeye çalışan' oyun tarzı ile son olarak sahaya çıktığında maç sonunda skor tabelasında 'Barcelona 5-0 Real Madrid' yazıyordu. Ve bu sonucun ardından hiç kimse çıkıp 'Jose Mourinho'ya helal olsun, yenildi ama ezilmedi' demedi. Diyemezdi...

Ne kadar çok tartışılrsa tartışılsın futbol, her daim bir skor oyunu olarak kalacak. Hiç kimse, Copa del Rey finalinde Barcelona'nın müthiş pas yüzdesini hatırlamayacak. Hatırlanacak olan Real Madrid'in şampiyonluğu olacak. Jose Mourinho'da kazananın hatırlandığını ve kaybedenin her daim unutulacağını çok iyi biliyor. Galibiyete gitmek için tek bir yol izlemek, maalesef ki büyük bir hata olurdu ve Jose Mourinho ile futbolcuları birden fazla sonuç yolları arayarak Barcelona'yı durdurabilmenin başarısını gösterdiler. Futbolda tez vardır, ve bu teze karşılık anti tez vardır. Barcelona ve Pep Guardiola, ortaya yıllardır sundukları oyunu sunarlar, Jose Mourinho ve Real Madrid'in ise görevi buna karşı bir oyun tarzı oluşturmaktır. Ve bunu başarmanın sonucu da kazanmaktır. Kaldı ki dün gece Real Madrid, çoğu izleyici de oluşan yanlış bir düşünce ile kalesinin önüne etten duvar örmedi, rakibi kadar pozisyon buldu...

Sonuç olarak Real Madrid, uzatmalara giden kupa finalinde, El Clasico'ların 'Final Four'unun ikinci ayağında, Cristiano Ronaldo'nun altın kafası ile şampiyon olmayı başardı...

Maç yazısı için fikrinden yararlandığım ekşi sözlük yazarı 'Anotherrbursa' ya teşekkür ediyorum.

20.4.2011

Copa Del Rey Finali, Barcelona 0-1 Real Madrid

Goal.com

19 Nisan 2011 Salı

Cumartesi günü Santiago Bernabeu'da oynanan El Clasico'da yeni bir silah ortaya çıktı...

Cristiano Ronaldo, Barcelona karşısında beraberlik golünü atıp Real Madrid'in yeniden yenilmesini engellemiş olabilir, ama cumartesi günü Bernabeu'da oynanan El Clasico'da yeni bir kahraman ortaya çıktı. O adam Brezilya doğumlu Portekiz milli futbolcu Pepe'ydi.

28 yaşındaki oyuncu en çok defansın ortasındaki performansı ile biliniyor, ama o akşam daha çok milli takımdaki gibi orta sahanın merkezinde oynayarak Madrid'de öne çıktı.

Jose Mourinho rakibi tutmak için defansif gücü yüksek olan Mesut Özil'i kenara çekip Pepe, Xabi Alonso ve Sami Khedira'dan oluşan daha pragmatik bir orta saha üçlüsünü tercih etti. Madrid oyunun ilerki aşamalarına kadar pek hücum gücü gösteremedi, ama rakibi etkileyici bir biçimde tuttu ve Pepe orta sahadaki en aktif ve yıkıcı isimdi.

Pepe, Mourinho'nun kendisini joker olarak oyuna sürmesinden çok sanki o mevkide yıllardır oynuyormuş gibiydi. Madrid defansında kendine boşluk arayan Messi'nin önünü kestiği gibi pozisyona girdiğinde atletik yeteneklerini de sergiledi.

Çabuk sinirlenmesiyle bilinen savunma oyuncusu, topu orta sahada kapmak için belli bir derece özgürlüğe sahipken hırsını da yansıtma olanağı buldu ve bu görevi memnuniyet verecek biçimde yerine getirdi.

Pepe'nin etkinliği, beş faulü ile öne çıkarılabilir. Kritik bir biçimde bunlardan hiçbiri kartla cezalandırılmadı, ama busayede Barcelona'nın maçta ofansif ivme kazanmasını engelledi.

Raul Albiol'ün kırmızı kartından sonra Portekizli oyuncunun defansa geçtiği kısa bir sürede orta sahadaki kıvılcım eksildi, ama beraberinde Arvalo Arbeloa'nın sahneye çıkmasını ve sonrasında Pepe'nin orta sahaya yeniden çıkmasını getirdi.

Bu performansın Pepe için uzun dönemde etkisi olacağını düşünebiliriz. Defansif dengeye çok önem veren Mourinho yaklaşan üç El Clasico'da Pepe'yi benzer mevkide kullanabilir.

Pepe'yi orta sahanın ortasında kullanmak Portekizli teknik adam tarafından yapılmış akıllıca bir hamleydi ve kalan El Clasico maşlarındaki yaklaşımını da gösteriyor.

Pepe eğer son İspanya şampiyonları karşısında oynayacakları maçlarda bu büyüleyici performansını devam ettirirse sadece kendini dünya futbolunda bir süper star konumuna itmekle kalmayacak, aynı zamanda Madrid taraftarının da kalbinde taht kuracak.

Goal.com

17 Nisan 2011 Pazar

El Clasico 'Final Four' unun ilk buluşmasında kazanan olmadı. Peki üzülen oldu mu?

Final Four'un ilk buluşmasında kazanan olmadı. Peki üzülen oldu mu? Hayır. Ligi daha önce de söylediğim gibi Barcelona'ya 5-0 yenildiği karşılaşmada veren Real Madrid, 1-1 biten dün geceki karşılaşmanın ardından hanesine artı olarak 'Barça'yı durdurabiliriz' cümlesini eklemiş oldu.

Dörtlemenin ilk ayağı belki bana göre ancak kesinlikle en önemsiz olanıydı. Halihazırda ligde 8 puan öne geçmiş olan Barcelona, umursamaz bir tavırla sahada yer alırken, ilk maçtaki hırsından da bir o kadar yoksundu. Tabii ki bunda, Real Madrid'in maçı çok istemesi ve bu maç ile beraber yeni büründüğü oyun sistemininde etkisi oldukça fazlaydı.

Maçtan önce fikirlerimizi yine burada telkin ederken Jose Mourinho'nun Inter günlerindeki oyun anlayışı biraz olsun Real Madrid üzerinde uygulamaya çalışmasının, belki de Barça karşısında takımın ilacı olabileceğinden sıkça bahsetmiştim. Jose Mourinho'dabu durumun farkında olacak ki, ilk maçta beklentilerin getirdiği yanlışı yapmadı ve Mesut Özil'i maçın başında kenarda oturtarak takımın direncini kesinlikle daha da arttırdı.

Ligin ilk yarısında Camp Nou'da oynanan maçta Jose Mourinho'nun önem verdiği şey Real Madrid'in gelenekleri ve taraftarın beklentileri olmuştu. Ancak bu durum, oyun anlayışını değiştirmeden yüklenme çabası içinde olan Real Madrid için son düdük çaldığında pahalıya mâl olmuştu. Buradan bazı derlser çıkartmışa benzeyen Jose Mourinho, kulüp geleneklerini bir kenara bırakıp, atak oyun tarzını değil, hayati bir düşünce olarak Pepe'yi orta alana, Sami Khedira ve Xabi Alonso'nun yanına monte etmeyi seçti. Oyun anlayışı sert olan Pepe'de kendisine düşen görevi çok iyi yerine getirdi ve Barcelona'nın orta alandaki üstünlüğünün azalmasına vesile oldu.

Barcelona ise Real Madrid için özel bir oyun tarzı belirlemesine gerek duymadan kendi oyununu sahaya yansıtan bir takım görüntüsü çizdi. Ancak Raul Albiol'un büyük bir dikkatsizlik ile David Villa'yı kaçırıp, penaltıya sebebiyet vermesi ve oyundan atılması, Barça açısından bir piyango niteliğinde oldu. Bu anın ardından Lionel Messi ile penaltıdan golü bulan Barça (Messi Mourinho'nun takımlarına karşı şanssızlığını kırmış oldu) 1-0 öne geçtiğinde Real Madrid'in de tüm emekleri boşa gitti havası oluştu. Ancak Raul Albiol'ün kırmızı kart görmesi Barcelona açısından maçın kaderini değiştirdiği kadar, Real Madrid açısından da değiştirdi. Şaşırılacak şekilde bu andan sonra daha atak ve daha pozitif bir oyun tarzına bürünen Real Madrid, Mesut Özil'in de oyuna girmesiyle yaratıcılıkta da rakibinden daha iyi olduğu anlarda bir penaltı kazandı ve bu kez Cristiano Ronaldo fileleri havalandırdı. (Bu da Ronaldo'nun ManU günlerinden bu yana Barcelona'ya attığı ilk gol oldu).

Maçın son bölümünde Jose Mourinho'nun takitksel hamleleri belki de maı Real Madrid'e getirebilirdi ancak olmadı. Jose, Arbeloa'yı oyuna alarak Sergio Ramos'u savunmanın ortasına çekti. Çok istekli bir görüntü çizmesine rağmen ilk maçta da bekleneni veremeyen Di Maria'yı kenara aldı. Kötü oynayan Karim Benzema'yı ve bu maçta bekleneni veremeyen Xabi Alonso'yu çıkartarak Mesut ve Adebayor'u oyuna aldı. Tam da burada yaptığı bu hamleler maçı Real Madrid'e getirebilecek düzeyde oldu. Eksik olmasına rağmen Katalanlar üzerinde baskı kuran Real Madrid, Sami Khedira ile galibiyet sayısına da çok yaklaştı ancak başaramadı. Son anlarda Lionel Messi'nin Real Madrid tribünlerine yaptığı çirkinlik ise akıllarda kalan son ayrıntı oldu.

Bu karşılaşma 'Final Four' un ikinci ayağı olan ve Valencia'da oynanacak olan Copa del Rey'de Real Madrid'in nasıl bir oyun yapısında olacağını az çok göstermiş oldu. Ancak Çarşamba günkü finalde, Mestella'da Barça bu denli sekin olabilir mi, bilemiyorum...

16.4.2011

Real Madrid 1-1 Barcelona

Goal.com

Andre Santos'un sayısı, şampiyonluk golü müydü?

100 dakika sürdü maç ve 100 dakika boyunca stres, sinir harbi ve hakemin her daim ön planda olduğu bir Fenerbahçe-Gaziantepspor karşılaşması izledik. Son anına kadar stresin tavan yaptığı bu maçın ardından ise Aykut Kocaman'ın kritik hamlesi ile oyuna giren Miroslav Stoch'un direkten dönen şutunu tamamlayan Andre Santos, belki de şampiyonluk golünü kaydetti, taraftar da defalarca Brezilyalının ismini haykırdı...

Daha maçın başında Alex'in içinde bulunduğu ve penaltı beklediği pozisyondan sonra (48.saniye) maçın haliyle böyle geçmesi beni şaşırtmadı. Sık sık duran oyunca ise ilk yarı boyunca gol için umut vermeyen Fenerbahçe'nin gol bulamadıkça artan gerginliği ve bunun taraftara da sabırsızlık olarak yansıması, son anda gelen golün boşalımını da bir denli büyük yaptı.

Maçın son anlarında tribünler ve Gaziantepspor yedek kulübesi arasında yaşanan olayları bu stresli karşılaşmanın dışında tutarsak saha içinde yaşanan mücadelenin Premier Lig vari üst düzey olması da aslında futbolun içinde olan güzelliklerinden bir tanesiydi.

İlk yarı boyunca rakibini açamayan ve gol atamadıkça strese giren Fenerbahçe, Mamadou Niang'ın sakatlanıp yerine Semih Şentürk'ün girmesinden sonra ileride fiziken biraz güç kaybetse de, Aykut Kocaman'ın Issiar Dia ve Miroslav Stoch'u aynı anda oyuna alması maçı getiren diğer iki faktörden biri oldu. Müthiş yetenekleri ve kondisyonu ile rakip defansını yoran Dia ile beraber son dakikalarda çektiği şutun ardından golü getirmeye pozitif katkı yapan Stoch'un oyuna girmesinin de çok doğru hamleler olduğu anlaşılmış oldu.

Fenerbahçe'nin 2000'li yıllardan bu yana mazi olarak büyük çekişme içinde olduğu ve akıllara hemen 4-3'lük maçı getiren Gaziantepspor'da ise az ve öz gelen hücum oyuncularının Fenerbahçe üzerinde tedirginlik yaratmasının yanında eski bir Fenerbahçeli olan Olcan Adın'ın şutunun direkten döndüğü an, kırılma anlarından birisiydi.

Emre Güngör ve Diego Lugano'nun da maç boyunca bir türlü bitmek bilmeyen mücadeleleri ise tirajıkomik bir hadise oluverdi. Bir pozisyonun ardından forması çıkan Diego Lugano'nun hareketleri zaman zaman yüzlerde gülümseme yaratırken, zaman zaman bu ifade yine şahsi hareketleri sebebiyle kızgınlığa dönüştü.

Geçtiğimiz hafta Bursaspor maçının getirdiği gerinliğinde etkisi ile 0-0 devamn ettikçe stresli bir ruh haline dönüşen Fenerbahçe, şampiyonluk yolunda çok önemli bir 3 puan alarak Trabzonspor-Bursaspor maçının sonucunu da beklemeye başladı. Ve yavaş yavaş iki takımın maçlarının aynı saatte oynatılmasının da zamanı geliyor gibi...

Son olarak, Gaziantepspor kadrosunu önümüzdeki sezon korumayı daha büyük işler başarabilir...

16.4.2011

Fenerbahçe 1-0 Gaziantepspor

Goal.com

16 Nisan 2011 Cumartesi

'Final Four' un ilk ayağından önce, bir yudum 'daha' R.Madrid-Barça...


Real Madrid ve Barcelona...

Onlarınki birbirlerini tamamlayan ezeli bir rekabet. Her iki takımda biri olmadan diğerinin olamayacağının farkında. Her iki takımda birbirinin çok güçlü olmasını diliyor. Çünkü taraflardan biri kötü olursa rekabetten söz edilemiyor. Bizim topraklarımızda da derbilere şahitlik ediyoruz ancak inanın bana örneğin Fenerbahçe ve Galatasaray'ı birbirinden ayıran sadece renkleri... El Clasico ise 109 yıldır büyük bir hikaye ile şekillenen bambaşka bir rekabet içeriyor.

Söz konusu olan bu maçın sadece bir futbol maçı ya da kazanıp kaybetmekten ibaret olmadığını şimdi anlatacaklarım ile bir kez daha anlamış olacağız. İşler öyle bir boyut aldı ki, koca La Liga sadece 'El Clasico' lardan ibaret olmuş gibi...

Dünya futbolunun görüp görebileceği en güzel 'final four' una şahit olmak üzereyiz. Çok şanslıyız çünkü bu durum 1916 yılından beri ilk kez yaşanıyor. Daha lig heyecanı bitmeden Copa Del Rey'e gideceğiz, onun hevesi bitmeden Şampiyonlar Ligi'nde sahaya kilitleneceğiz. Tabii ki bu maçları bir çatı altında değerlendirmek, heyecanlanmak kadar kolay bir durum değil. Halihazırda şampiyonluk ipini bana göre ligin ilk yarısındaki maçta Camp Nou'da Real Madrid'i 5-0 yenerek göğüslemiş olan Barça, bu maçı da kazanırsa zaten 'bira cilası' atmış olacak zaferine. Bunun yanında Real Madrid'in kazanması demek, kalan haftalar için ego tatmini dışında sadece 'minik' bir umut ışığı anlamına gelecek. Bunu bir Real Madrid sempatizanı olarak rahatlıkta söyleyebiliyorum. Copa del Rey'in ne getireceğini kestirmek güç ancak, Şampiyonlar Ligi'nde mutlak suretle Real Madrid'in adını finale yazdırması gerek. Tıpkı 2002 yılında olduğu gibi...

Önce işin 'tarihsel' kısmından ufak ufak bahsedip, güncel maç için iki kelam ettikten sonra yazımızı tamamlayalım.

Barcelona ve Real Madrid, her biri yüzbinlerce üyesi olan ve her konuda birbirlerini alt etmeye çalışan devler. O kadar büyük ki, iki kulüp İspanya Futbolunun son 50 yılına damga vurmayı başardı. Bu iki takım son 23 şampiyonluğun 21'inin sahibi oldular ve bu durum gelecekte de değişeceğe benzemiyor. Tıpkı Real Madrid'in eski başkanı Ramon Calderon'un da söylediği gibi, Barcelona ve Real Madrid hata yaptıklarında yeni bir şampiyon bizlere merhaba diyecektir. Fakat bu şampiyon çıksa dahi 2000 yılındaki Deportivo La Coruna örneğindeki gibi arka planda kalacaktır. O sezon Deportivo'nun şampiyonluğu yerine Real Madrid ve Barça'nın neden şampiyon olamadığının konuşulması da tam da bu yüzdendi..

Söylemek gerek, Dünya üzerinde hiçbir maç bir ülkenin bir bölgeye karşı geldiği gibi politik bir anlam kazanamadı. Bunun yanında öncelikle Barça açısından rekabeti kavrayabilmek adına Katalan meselesini ucundan da olsa biraz anlamak gerekiyor. Bu durumu en iyi açıklayan ik söz, Bobby Robson'a ait. Efsane isim Robson, "Katalunya bir ülkedir. Barca da onun ordusu..." diyerek herşeyi özetlemişti...

Barcelona'nın teknik direktörü Pep Guardiola ise yapılan bir hakem hatasının ardından hakemi "Bir ülkenin onuru ile oynamak" ile suçlamıştı. Elbette bu ülke İspanya değildi...

Real Madrid'in kimlği Barcelona'dan çok farklı. Madrid ekibi için en önemli şey kesinlikle sayılar. Santiago Bernabeu'nun girişinde yazan "Kupaların sayısı kimin büyük olduğunu anlatır" yazısı Real Madridi için Barcelona ile olan rekabetin bir özeti. Barcelona'nın Şampiyonlar Ligi'nde son yıllarda yakaladığı başarılara misilleme olarak kazanılan 9 kupanın gösterilmesi gayet doğal bir durum. Barcelona ise bu duruma alınan 9 kupanın 6'sının siyah beyaz yıllarda geldiğini söyleyerek hemen misilleme yapıyor. Katalunya'da bazı kesimler işi abartarak Real Madrid'in başarısız olmasını Barcelona'nın kazanmasına dahi yeğliyor.

Geçmişte yaşanan ne varsa her maçtan önce nefretin daha da artmasına neden oluyor. Bu nefret elbette sahaya atılan bir domuz kafasından ibaret değil. Aslında bu rekabeti 'savaş' olarak nitelendirmekte hiç yanlış olmayacaktır. En doğru cümle ise belki de Real Madrid ve Barcelona'nın bir terazinin iki tarafı olduğu...

Birbirlerini dengeleyen iki takım... Burada iki takımın birbirlerinin başarılarına ihtiyaç duydukları sonucu rahatlıkla ortaya çıkıyor. Barcelona'nın kendini kanıtlaması için güçlü bir Real Madrid'e, Real Madrid'in kendini kanıtlaması için güçlü bir Barcelona'ya ihtiyacı var. Real Madrid cephesi geçmiş yıllarca Barcelona'nın kötü günler geçirdiği dönemde rekabetin kötüye gittiğini dahi savunmuştu. Her iki tarafın kazandığı başarılar birbirlerini teşvik ediyor. Burada en güzel sözü, Real Madrid başkanı Florentino Perez dile getiriyor;

"Eğer Barcelona olmasaydı, onları biz yaratırdık..."


Johan Cruyff Barcelona'ya ayağını attığında ise kulüp 14 yılın ardından 1973 yılında şampiyon olmuştu. Bu şampiyonluk 15 yıl sonra Teknik Direktör olarak başarı olarak değil ancak ideoloji olarak takıma çok şey verecek olan Cruyff'un efsane olmasını sağlamıştı. Ardından şampiyonluk yaşanmadan geçen 8 yıla Arjantinli yıldız Maradona'nın bir son vermesi tüm takım tarafından beklendi ancak bu hasret Venables ve Archibald tarafından sona erdirildi. Sonrası ise malum; Ronaldinho, Messi...

1986 ve 1990 yılları arasında Butregueno ve arkadaşları Real Madrid'e altın dönemlerinden birini yaşattılar. Bu dönemlerde 5 şampiyonluk yaşandı. Ardından Cruyff'un teknik direktör olduğu dönemdeki başarılar geldi ve Real Madrid bu dönemde Barca'dan Laudrup'u alarak büyük sükse yarattı. Bir önceki sezon Barcelona'ya 5-0 kaybeden Real Madrid, 1995'teki derbiyi 5-0 kazanarak böylece rövanşıda almış oluyordu.

İki takımında birbirinden fazlasıyla çekindikleri kesin. Real Madrid'in Barcelona'ya göre daha rahat bir konumda olduğunu söyleyebiliriz. Bunun nedeni Barcelona'nın üzerinde oluşan siyasi baskı. Tüm bunlara rağman Barcelona'nın Real Madrid'e göre daha sistemli olduğu apaçık ortada. Barcelona'da güzel bir sistem varken bu Real Madrid'de biraz farklı. Bu konuyla ilgili bir atışmada eski Barca başkanı Laporta, kendilerinin Ballon d'Or kazanan oyuncuları yetiştirdiklerini, Real Madrid'in ise Ballın d'Or kazanan oyuncuları satın aldığını söylemesi bir yandan haklı bir yaklaşım. Yine Barcelona bir zamanlar en iyisi olan Real Madrid alt yapısını da geride bırakmış durumda. Yıllardır kaleyi koruyan Iker Casillas dışında elle tutulur bir isim şuan alt yapıdan gelerek beyaz formayı giymiş değil. Efsane oyuncu Raul'ü Raul yapanın Real Madrid olduğu gerçek ancak onun dahi Atletico Madrid alt yapısından transfer edildiği bir gerçek.

Şimdi gelin maç öncesine bir bakalım. Lafı fazla uzatmadan konuyu bitirelim. 20. yüzyılın takımı Real Madrid, yukarıda da dediğim gibi 'ego' tatmini açısından 21. yüzyılın takımı Barcelona'yı bu gece yenmeli...

Real Madrid bu maçı nasıl kazanabilir? En büyük avantaj, orta sahada üstünlüğü yakalayan tarafta olacak. Burası açık. Barcelona'ya karşı oynayan takımlar, bir adım geriye atmak ve oyunu kendi sahasında kabul etmek zorunda kalıyor. Real Madrid gibi üst düzey bir kulüp için orta sahada konsantrasyonu yüksek seviyede tutma gibi bir sorunun olacağını düşünmek elbette yanlış olacaktır. Ancak Barcelona gibi bir rakip karşısında özelikle orta sahada 90 dakika sakin ve zinde kalmak Real Madrid gibi bir kulüp için bile zor. Orta alandaki en ufak hata bile, telafisi mümkün olmayacak sonuçlar doğurabilir. Saha Santiago Bernabeu olsa dahi...

Dani Alves için Barcelona'nın etkili hücum silahı demek ne kadar doğru olur, tartışılır. Ancak geleneksel bir savunma oyuncusu olmadığını ve aslında önemli de bir oyuncu olduğu da bir gerçek. Alves, Xavi ve Iniesta gibi iki maestroyla oynamanı faydalarından sonuna kadar faydalanıyor. Fİziksel üstünlüğünü çok iyi kullanan Brezilyalı oyuncu, bu iki ustadan aldığı paslarla önemli tehlikeler yaratmaya devam ediyor. Savunmanın solunda oynayacak ismin, tek başına bu kulvarı kontrol etmesi biraz zor gibi ve bu yüzden Alves'in kanadı için ikinci bir önlemin yaratılması şart.

Sanıyorum Barça savunmasının ortası Real Madrid'in keşfedeceği zayıf bir nokta eğiliminde. Laptan Carles Puyol'un durumu henüz belli değil ve maça yetişmeye çalışıyor. Puyol'dan iyi haber gelmemesi halinde, Gerard Pique'ye büyük ihtimalle Sergio Busquet eşlik edecek. İşte bu durum Real Madrid için bir avantaj olabilir.

Son olarak Real Madrid hücumundan bahsedelim. Doğal olarak Real Madrid'in kazanması, tüm mevkiilerin performansının iyi olmasınının yanında hücum hattınında gününde ve becerikli hareket etmesi ile doğru orantılı olacaktır. Cristiano Ronaldo, yine Real Madrid'İn yaratıcı ayağı olacak. Ancak zorlanacağı bazı durumlarda var. Bunlardan ilki, sezonun ilk yarısında oynanan 5-0'lık maçta saklı. İleride çok yalnız kalmak, onun yeterince katkı yapmasını engelleyebilir. Madrid'in hücum kurgusunu Ronaldo'nun üstüne kurması gerektiğini görmek için Jose Mourinho olmaya gerek yok. Madrid ekibi, bu kritik maçtan galibiyetle ayrılmak istiyorsa, Ronaldo'nun etkinliğini arttırmak zorunda. Bunun gerçekleşmesi için hücumun diğer elemanlarına çok büyük işler düşecek.

Peki Jose Mourinho oynaması kesin olan Ronaldo'nun biraz önünde, forvetin ikinci elemanı olarak kimi tercih etmeli?

Adaylar belli, ufak sakatlığın ardından yine oynamaya devam eden Karim Benzema, uzun soluklu bir sakatlık döneminden daha yeni çıkan Gonzalo Higuain ve Emmanuel Adebayor. Real Madrid'in futbol oyun tarzına adapte olan Benzema, bu güveni ile belki de iyi bir tercih olabilir. Ancak Benzema'nın Barça karşısında form düzeyinin nasıl olacağı bilinmiyor. Gonzalo Higuain, Mourinho'nun istediklerini Barcelona karşısında daha iyi verebilir. Kaldı ki onun yokluğunda hücumda zaman zaman etkisiz kalındığı da oldu. Ancka tabii ki onun dezavantajı da çok uzun bir sakatlıktan dönmesi. Emmanuel Adebayor, Şampiyonlar Ligi'nde 4-0 kazanılan Tottenham Hotspur maçında iki gol atarak güvenini oldukça yerine getirdi. Onun fiziksel ve yırtıcı özellikleri, Barcelona savunması için ciddi anlamda problemlere de sebep olabilecek nitelikte. Bu yüzden bana göre tercih Emmanuel Adebayor'dan yana olmalı.

Bir Real Madrid sempatizanı olarak elbette Real Madrid'in kazanmasını istiyorum. Kaldı ki Jose Mourinho bu, 5-0'lık yenilginin hesabını almak isteyecektir. Ancak ibrenin ligden daha çok Şampiyonlar Ligi'ndeki maçlara kaymasını da doğal olarak karşılamak lazım. Jose'nin Inter'in başındayken Barça'yı kitlediği doğru... Şimdiki şartlar aynı değil. Öncelikle Real Madrid camiasının ve taraftarlarının oyun tarzı olarak beklentileri çok farklı. Ancak artık anlaşılmalı ki, Barça duracaksa eğer, her yol denenebilir... İleri uçta oynayan oyuncularının dahi defansa yapabildiği, defanstaki Gerard Pique'nin dahi gol yollarında etkili olabildiği bir Barcelona karşısında üzgünüm ancak Jose Mourinho, Real Madrid'ini daha önce başında bulunduğu Inter'e biraz da olsa benzetebilmek zorunda...

1/4 başlasın...


(Bu yazı aynı zamanda Goal.com adına yazılmıştır)

10 Nisan 2011 Pazar

Eskişehir'in 'Nisan'ı gibi...

Telfisi olmayan haftalara girdiğimiz şu günlerde Fenerbahçe'nin deplasmanda aldığı Eskişehirspor galibiyeti, en zorlu virajlardan birinin atlatılmasını sağladı. Şimdi yapılması gereken tek şey, çok fazla yorumlamadan, sessiz sedasız Galatasaray-Trabzonspor maçından çıkan sonucu beklemek.

Nisan aylarında Eskişehir ayrı bir güzel olur. Hızına yetişemezsin bu vakitler. Sahada oynanan oyunda tıpkı Nisan aynının Eskişehir'i gibiydi. Hızlıydı... Eskişehir'de Nisan'ı güzel yapan etkenlerden biri, her daim sürprize açık olması havanın... Sabah yağmur yağar, öğlen bir bakmışsınız günlük güneşlik. Büyüklerimiz çok anlatır, Nisan'da kar yağar, bir hafta da hava yine açılır Eskişehir'de... Batuhan Karadeniz ile maçın hemen başında öne geçen Eskişehirspor, yağmur gibi geldi. (Alper Potuk'a parantez açmadan olmaz. Golden önce bir sanatçı gibi getirdi meşin yuvarlağı...) Sonra Caner Erkin ve Niang'ın golleri, tıpkı bir anda değişen hava gibi, maçı da değiştirdi Atatürk Stadı'nda...

Fenerbahçe için bu sezonun kendi kendine en büyük avantajlarından biri, geriye düştüğü maçlarda paniğe kapılmaması ve kendi oyununu bir şekilde sahaya yansıtması oldu. İşte Eskişehirspor 1-0 öne geçtikten sonra da tam da böyle oluverdi. Alex adında bir liderin takımı iteklemesi ile iki uyumsuz stoperin arasına bıraktığı harika pası, çabukluğu ve şansının yardımıyla gole çeviren Caner Erkin, fitili ateşleyen ilk isim oldu.

Defansın bel kemiği olan Lugano'nun, Mamadou Niang'ın golünden önce topu büyük bir ustalık ile Alex'e bırakması, gol dışında yine mutluluk verici bir durumdu. Sezon başından bu yana zaman zaman topu oyuna sokmakta güçlük çeken Diego Lugano, bu kez yapabileceğinin en iyisini yapmayı başarmıştı...

Fenerbahçe tek farkla öne geçince orta alanda 'kavga eden' futbolcuların oyunu da bu alana sıkıştırması, iki takımında kontrolü birbirine vermek istememesi, zaman zaman oyunun sıkıcı bir hal almasına neden oldu. Eskişehirspor'u bu sayede uyutan Fenerbahçe, Semih'in 'poposu' ile attığı golün ardından, maçı da getirmiş oldu, Semih'in tekrar baba olacağının müjdesini de...

Son bölümü, kafası örümcek ağları ile yok olmuş, yorumları ile beni hayretler içerisine düşürenlere ayrımak istedim...

Birçok futbol müsabakasına ilişkin yorumlarda ve fikirlerde (normal bir futbol izleyicisinde) ülkede 'özelde' futbol ve 'genelde' spor kültürü noktasında yaşanan akıl tutulmasını bir kez daha gözler önüne seren bir karşılaşma oldu Eskişehirspor-Fenerbahçe maçı...

Bu ülkede üzerinde taraftarlık duygusu olan tüm spor dallarında, insanlarımızın spor dalının kendisi dışında kalan ne kadar ikincil unsur varsa bahsetmesi ve öne çıkarması, bunu sığlık sınırlarını zorlayarak yapmasının temelinde yapmasının altında yatan nasıl bir düşünce olabilir? Futbola büyük bir kesim tarafından yapılan bakış açısı 'Maçı sattılar yaa' diyecek kadar yerlere düşmüş vaziyette.

Bu durum, hem Eskişehirspor'a, hem futbolumuza, hem de Fenerbahçe'ye büyük zarar veriyor. Bu sadece iki kulüp için geçerli bir durum değil.

Heyecanlı olabilirsin, fanatik olabilirsin...

Futbol denen oyunu bir çöp kadar sevmeyen, sadece kazanmaya aşık olan bu güruhün sesi bu tip durumlarda daha çok çıkıyor ve maalsef sadece zarar vermekten başka bir işe de yaramıyor. Son cümlede, 'Bülent Uygun maçı verdi...' yorumlarına değinip, yazıyı da sonlandıralım;

Gelin önce Bülent Uygun'un, sonra da Beşiktaş ve Galatasaray'ın Fenerbahçe'ye karşı son beş yılda oynadığı maçlara bir bakalım...

5 yıldır teknik direktörlük yapan Bülent Uygun'un çalıştırdığı takımlar, ligde Fenerbahçe'ye karşı, 2 beraberlik, 4 mağlubiyet, 1 galibiyet, 7 maçta 5 puan, maç başına 0,71 puan almış durumda. Aynı dönemde Galatasaray ligde Fenerbahçe'ye karşı 2 beraberlik, 7 mağlubiyet, 1 galibiyet, 10 maçta 5 puan, maç başına 0,5 puan alırken, yine aynı dönemde Beşiktaş ligde Fenerbahçe'ye karşı 2 beraberlik, 7 mağlubiyet, 1 galibiyet, 10 maçta 5 puan, maç başına 0,5 puan almıştır. (Bu istatistikler için 'Ekşi Sözlük' ten 'Yarin yaparim' nickli arkadaşımızdan faydalandım).

Yani Bülent uygun, teknik direktörlük kariyerinde Fenerbahçe'ye karşı aynı dönemde Beşiktaş ve Galatasaray'ın olduğundan daha başarılı olmuştur...

Bu düşüncelerinizden kurtulmanız dileğiyle, Kaldı 6...

6 Nisan 2011 Çarşamba

Londra'daki Charles Dickens müzesi güzel diyorlar...


Real Madrid, son maçında Sporting Gijon'a Santiago Bernabeu'da kaybederek, şahsi fikrime göre 5-0 kaybettiği Barcelona maçında verdiği ligin üzerine 'bira misali' bir cila attı. Ancak Real Madrid'in Şampiyonlar Ligi çeyrek final ilk maçında Tottenham Hotspur karşısında dün geceki hırsı gösteriyor ki Jose Mourinho ve tüm takım Avrupa'nın büyüğü olmayı artık tek hedef olarak seçmişler.

Temmuz 2010'da tüm takımı Jose Mourniho'ya emanet eden Başkan Florentino Perez, artık yıllardır kazanılamayan Şampiyonlar Ligi'ni her şeyden daha çok önemsiyor. Bu yaz Real Madrid'in devasa müzesini imzadan önce gezen Florentino Perez ve Jose Mourinho arasında geçen konuşmalar, aslında sezon başında da Şampiyonlar Ligi'nin daha öncelikli bir kulvar olduğunu ortaya koya nitelikte...

Başkan Perez ve Mourinho müzede ilerlerken Şampiyonlar Ligi kupalarının önünde durular ve Perez Mourinho'ya dönüp, "Onu çok özlüyorum..." der. Jose'nin cevabı ise kendinden beklenildiği gibi olur, "Ben de..." der. "Daha kazanalı birkaç gün olmasına rağmen..."

Jose Mourinho bu yaz takımın başına geçtiğinde kulüpte klişeleşmiş tüm şeylerin değiştirilmesinde önemli rol oynadı. Hatta Perez'in bazı 'ilginç' huyları dahi değişti. Takıma müdahaleleri ile ünlü Başkan, futbola finansal anlamın dışında artık karışmıyordu bile. Kulüpteki varlığından bu yana Başkan Perez, sırf Mourinho adına değişim yaşadı. Gerçekten kafası çok rahat ve takım ligde Barcelona'nın gerisinde kalmış olsa da Jose Mourinho'nun güçlü biri olduğunu çoktan anladı. ve artık ondan beklediği yıllardır özlemi çekilen Şampiyonlar Ligi Kupası'nın kazanılması...

Dün akşam 4-0 ile geçilen Tottenham Hotspur karşılaşması, bu doğrultuda ilk aşama oldu. Esasında grup evresinden sonra oynanan Ol. Lyon karşılaşmaları, yılların getirdiği bir hesabı kapatmak adına bu hedefin ilk ayağı sayılabilir ancak dün geceki hırs ve istek, aslında bazı şeylerin Tottenham maçı ile başladığının da bir işaretçisi durumunda.

İngiliz basınının 'Aptal' olarak nitelendirdiği ve bir önceki turda Milan karşısında kariyerinin en etkili oyunlarından birini sahaya yansıtan Peter Crouch'un Şampiyonlar Ligi tarihinin en hızlı 'çifte' sarı kartlarından birini görmesi maçı Real Madrid tarafına hızla çevirse de sahaya yansıtılan oyun 11'e 11'de tamamlanmış çok farklı bir durum ile karşılaşmayacaktık. Maçın ardından Tottenham menajeri H. Redknapp "Sahamızda 5-4 kazanmalıyız. Neden olmasın?" dese de, aslında iş birmiş durumda. Artık Real Madrid için Londra'da gezilecek onlarca müze var...

Emmanuel Adebayor'un tüm takımın sahaya yansıttığı hırsın yanında farklı kazanılan maça verdiği büyük katkıyı geçmek mümkün değil. Tam burada, yine Jose Mourinho'nun takım oyuncularını nasıl harika bir şekilde motive ettiği ortaya çıkıyor. Karim Benzema, takım içinde yaşanan Jorge Valdano ve Mourinho kavgaları sebebiyle zaman zaman yedek kulübesinde otursa da, Adebayor'un takıma transferi ile 'artık sadece bana muhtaç değiller' diyerek adeta uynamış ve son haftalarda müthiş bir performans göstermişti. Bir önceki turda da bu performansının karşılığı olarak eski takımı Ol. Lyon'u Şampiyonlar Ligi'nin dışına iten Karim Benzema'nın yokluğunda ise Real Madrid'de kiralık oynayan ve 'burada kalmam gerek' mantığı ile sahaya çıkan E. Adebayor, Tottenham Hotspur karşısında harika bir maç çıkardı. Karim Benzema'nın rekabet ortamında 'ilk forvet' olmak istemesi ve Togolu Adebayor'un gerçek anlamda takımın oyuncusu olma çabasının beraberinde getirdiği takım içi rekabet ortamı ile beraber Real Madrid'in yararına olduğunu tekrar görmüş olduk.

Zaman zaman 'Real Madrid'in zayıf halkası' olarak gösterilen sol bek Marcelo'nun performansı, şahsi düşüncelerim adına beni bir kez daha yanıltmamış oldu. Daha önce Marcelo'nun gereğinden daha az değer gördüğünü söylerken onun geçmişte de ortaya koyduğu bu tarz performansları sık sık kanıt olarak gösteriyordum ve bu kanıtlarıma Tottenham Hotspur maçını da gönül rahatlığı ile ekleyebilirim. Kimseler Real Madrid sol beki için Tottenham forması giyen Gareth Bale'a 'hayır' demez ancak dün gece hem Marcelo'nun oyununa, hem de Bale'ın oyununa bakınca (Elbette tek bir maç ile Bale'ı değerlendiremeyeceğimiz gibi, tek maç ile Marcelo'yu da değerlendiremeyiz) 'Bale Dünyanın en iyisi olacak ama Marcelo...' ile başlayan cümleler kurmak mümkün olabiliyor.

Real Madrid, mükemmel gittiği Şampiyonlar Ligi sezonunda (şu ana kadar sadece 2 gol yedi ve Santiago Bernabeu'da maç kaybetmedi) Tottenham karşısında aldığı 4-0'lık galibiyet ile yarı finaldeki rakibini (Barça veya Shakhtar D.) beklemeye şimdiden koyuldu. Yılların getirdiği hasret sebebi ile bu kupa bu sezon tek gaye ve kazanılmaması için hiçbir sebep yok...

Son olarak, Londra'daki Charles Dickens müzesi gidenler tarafından çok güzel olarak lanse ediliyor. Real Madrid kafilesi maçtan önce ya da sonra bence oraya da bir uğramalı...

5.4.2011
Real Madrid 4-0 Tottenham Hotspur

4 Nisan 2011 Pazartesi

Bu hafta sonu La Liga'da oynanan maçlar ligin kaderini belirleyecekse eğer...


Real Madrid'in Sporting Gijon ile oynadığı son lig maçının ardından yazıya dökmeye planladığım düşüncelerimi, benden önce davranarak adeta duygularıma ve düşüncelerime tercüman olacak şekilde Goal.com yazarlarından KS Leong yazmış.

Sporting Gijon ve Manolo Preciado'nun Real Madrid'in şampiyonluk hayallerine son verip La Liga tacını Barcelona'ya teslim etmesi ne kadar da ironik.

Sezon başında Madrid teknik direktörü Jose Mourinho bilindik sivri açıklamalarından birini yapıp Preciado'yu Barcelona karşısında zayıf bir takım çıkarmakla suçlamıştı.

Preciado o "zayıf" takımıyla Santiago Bernabeu'da 1-0'lık dillere destan bir galibiyet aldı. Böylece Jose Mourinho'nun 9 yıllık evinde kaybetmeme rekorunu, Madrid'in tüm kupalarda evinde kaybetmeme serisini, ve en önemlisi, Beyaz Şimşeklerin şampiyonluk umutlarını bitirdi.

Mourinho'nun oyuncuları şimdi Barcelona'nın sekiz puan (eğer karşılıklı averaja bakacak olursanız dokuz puan) gerisinde ve eğer bu hafta sonu oynanan maçlar ligin kaderini belirleyecekse o zaman Preciado şampiyonluğu Barça'ya kazandırmış demektir; sahaya zayıf bir takım sürerek değil, Madrid'i yenerek.

Ama bu alçakgönüllü, Vicente del Bosque'ye benzeyen Preciado, karşısındaki üstün teknik direktörü nasıl altetti?

Bunda Madrid'deki sakatlık krizinin payı var. Cristiano Ronaldo'nun yokluğunda Beyaz Şimşekler Karim Benzama ile idare edebilirlerdi. Ama Fransız oyuncunun da sakatlanması, Kaka'nın formsuzluğu, Xabi Alonso'nun cezalı durumda olması ve Marcelo'nun yedekte kalması ile çetin ceviz Sporting karşısında Real Madrid'in hücum gücünün son derece azalacağı belliydi.

Mourinho geçen hafta Hırvatistan karşısında Fransız milli forması giyen Benzema'nın ya da pek çok kilit oyuncusunun yokluğunu bahane göstermedi, ama (özellikle Mesut Özil tarafından) bir yaratıcılık eksikliği yaşadıklarını kabul etti.

Öte yandan "Özel İnsan" oyuncularının yorgunluktan öldüğünü itiraf etti. Ama Madridli oyuncular sahada yorgun görünmüyorlardı. Yaratıcı değillerdi, bitirici değillerdi, ama tükenmiş oldukları söylenemezdi. Daha küçük bir kadroya sahip ve benzer şekilde kilit oyuncularının eksikliğini hisseden Barça ile aynı kulvarda oldukları düşünüldüğünde Mourinho böyle bir bahaneye yaslanamaz.

Bütün bahaneler bir yana, Mourinho'nun son 30 dakikada galibiyet için bastırması oyunun kaderini ve 2010-11 sezonu La Liga şampiyonluğunun kaderini belirledi. Sol bek Alvaro Arbeloa'yu oyundan alıp 3-4-3'e geçerek Sergio Ramos'u öne çekme kararının bedelini ödedi.

Miguel de las Cuevas'ın golü Sergio Ramos'un boşalttığı kulvardan geldi. Golden birkaç dakika sonra Sportingliler boşluğun farkına vardıklarında skoru arttırma şansı da yakaladılar.

Mourinho belki kurnazlık etti, ama maçtan sonra yaptığı basın açıklamasında beraberlik istemesi durumunda maça en baştan ona göre çıkacağını açıklayarak doğru bir noktaya parmak bastı.

Bir beraberlik Barça'yı takiplerinde biraz daha iyi bir sonuç olabilirdi, ama Beyaz Şimşeklerin her yolu denemesi gerekiyordu. Dedikleri gibi ya herru ya merru. Her şeyi bütünlükle değerlendirdiğimizde, her ne kadar sonuç alamasa da Mouirnho'nun oynadığı kumar doğru bir karardı.

Yazıyı eşit derecede bir ironi ile bitirirsek, Sporting mağlubiyeti Mou'nun işini kurtarmış da olabilir. Bu mağlubiyet Madrid'in şampiyonluk hayallerini yıkmış olabilir, ama kimse onu zafer için takımı zorlamadığından dolayı suçlayamaz.

Eğer Sporting Gijon karşısında beraberliği kurtarmak için oynasaydı Mourinho'ya yönelik suçlamalar çok daha ağır olacaktı.

Volkan Demirel haklı mı? Bursaspor karşısında kaybedilen puan çok önemli olmayabilir mi?

Maçtan önce Fenerbahçe'nin aklında bir önceki sezonun kaybedilen maçı vardı. Geçtiğimiz yıl, 2009-2010 sezonunda Şükrü Saraçoğlu'nda Fenerbahçe'yi mağlup eden Bursaspor şampiyonluk yolunda büyük bir avantaj almış ve sezon sonu da gülen taraf olmuştu.

Fenerbahçe'nin de maça başlarken en büyük hedefi geçen yılın tekerrür etmesine izin vermemek olacaktı ancak sahaya çıkan takım ilk devre bunu başaramadı. Maç başlamadan önce ise Fenerbahçe onbirindeki zorunlu degisiklik hemen göze çarptı. Dia ve Stoch'un yanı sıra Uğur Boral da yedek oyuncular arasındaydı ve bu durum Fenerbahçe'nin ilk yarı boyunca kanat organizasyonlarından yoksun olmasına sebep oldu.

Aykut Kocaman ilk devre boyunca Mamadou Niang'a sola geçmesi yönünde ıyarılarda bulunsa da işler planlandığı gibi gitmedi. Orta alanda 'Baklava' denen sistemin kullanılması da bu durumda etkili oldu. Mehmet Topuz sağ içte, Özer Hurmacı ise ise daha serbest sol içte başladı. Maçta ilk yarı bittiğinde koşu istatistikleri olarak üst düzey olan Özer, yerini kaybetmesi ile zaman zaman sıkıntı yaşadı. İlk yarı boyunca Gökhan Gönül ve Andre Santos'un orta saha yapısı bakımından defansif anlamda üzerlerine daha fazla yük binmesinin yanında, atak organizasyonlarında bu iki ismin bindirmeleri kanatlardan yapılacak akınlar adına önemli bir hal aldı.

İlk yarı boyunca Bursaspor'un savunmasindaki kademe anlayışı Fenerbahçe'yi kilitledi, hemen hemen her oyuncunun bir alternatifinin bulunması ve iki olarak iyi savunmaları da bu durumda etkili oldu.

Fenerbahçe'nin son iç saha maçlarına baktığımızda erken bulduğu golün bu maçta gelmemesi sıkıntılı anlara gebe bir maçın ortaya çıkmasına sebep oldu. Tam burada da duran toplara muhtaç bir Fenerbahçe bize merhaba dedi. Nitekim Alex'in topun başına geçtiği her serbest vuruş bir anda potansiyel gol pozisyonu oldu.

Bursaspor'un disiplini elden bırakmayan oyununu ikinci devre de devam ettirmesi, Fenerbahçe açısından gol yollarında yine sıkıntılı bir hal aldı. Aykut Kocaman ilk yarı boyunca kanatlardan yapılamayan atakların verdiği sıkıntıyı gördü, Özer Hurmacı'yı Gökhan Gönül'ün önüne aldı ancak bu da 65. dakikaya kadar etkili olamadı. Dia ya da Stoch'un oyuna girip atakları kanatlardan açması beklenirken, bu doğrultu da Dia yanında Caner Erkin ile beraber son 20 dakikalık bölümde oyuna dahil oldu.

Fenerbahçe kalan dakikalarda oyunu Bursaspor sahasına yıksa da geçen sezon şampiyonluğun kaçtığı maçta olduğu gibi (Sonu aynı olmasın...) golü bir türlü bulamadı. Yine Aykut Kocaman, aslında maça başlaması gerektiği ilk onbiri 80. dakikada oluşturabildi.

Sonuç olarak Fenerbahçe, iki puan kaybetti. Şahsım adına ben Fenerbahçe ile ilgili hesaplar yaparken bu maça galibiyet, Türk Telekom Arena'da oynanan Galatasaray maçına beraberlik vermiştim ancak tam tersi oldu. Çok net oynayan, pres yapan, savunmada açık vermeyen ve maçın sonlarına doğru hem Sercan'ı hem Altidore'u alan Bursaspor ise aslında puan için herşeyi doğru yaptı. Öyle ki istedikleri gibi bir kontra atağa çıkabilselerdi galibiyet sayısını bulabilirlerdi.

Maç sonunda Volkan Demireli'nde dediği gibi, 9 puan geriden gelen Fenerbahçe için çok büyük bir kayıp olduğu söylenemez. (Bunu sezon sonuna doğru daha iyi anlayacağız) Kalan haftalarda kendini bilen bir Fenerbahçe, şampiyonluğu da alacak güçte...

Sezonun tek amacı, Temmuz 2010'daki diyaloglarda gizli...

Real Madrid için lig bana göre 5-0 kaybedilen Barcelona maçının ardından bitmişti. Son alınan Sporting Gijon yenilgisi 'Bira' gibi bir cila oldu...

Temmuz ayında Jose Mourinho'nun Real Madrid ile sözleşme imzaladıktan sonra Florentino Perez ile arasında geçen konuşmalar artık 2010-2011 sezonu için takımın tek amacı oldu...

Temmuz 2010, Başkan Perez ve Mourinho kulüp müzesini gezerler.

Başkan Şampiyonlar Ligi Kupalarının tam önünde durur...

Perez: Onu özlüyoruz...

Mourinho: Ben de... Daha kazanalı birkaç gün olmasına rağmen...

1 Nisan 2011 Cuma

Ibrahimovic'li Milan mı, Ibrahimovic'li Inter mi?

Milano derbisi öncesi sezonun en ilginç anlarından birini hatırlayalım. 275. Milano derbisinde eski takımına karşı sahaya çıkan Zlatan Ibrahimovic, Milan’ın maça mükemmel bir başlangıç yapmasını sağlar. Başlangıç düdüğünün çalmasının sadece dört dakika sonrasında Marco Materazzi’nin müdahalesiyle yerde kalan İsveçli yıldız, attığı penaltı golüyle çok kritik bir galibiyetin mimarı olmuştu. Milan sezon ikinci yarısındaki derbide yıldız golcüden faydalanamayacak.

Zlatan’ın bu sezon Milan’ın performansında büyük pay sahibi olduğunu söylemek yanlış olmaz. Goal.com'da yapılan araştırma, bunu tekrar kanıtlar nitelikte. Ibra’nın gol attığı 14 maçta sadece 1 mağlubiyeti var Milan’ın. Yıldız golcünün sahneye çıkamadığı 16 maçta ise alınan mağlubiyet sayısı 3. Bu durumun en son örneğini Palermo maçında gördük.

Milan’ın iki yakasında da futbol oynayan Ibrahimovic’in takımlar için önemini anlamak adına ilginç bir istatistik çalışma yaptık. Inter döneminde Ibrahimovic’in gol attığı 44 maçta sadece 1 mağlubiyet alınmış. Ancak gol atamadığı maçlarda Inter’in mağlubiyet sayısı toplamın yüzde onunu geçmiyor. Inter’in maç başına gol yüzdesinde de Zlatan’ın gol attığı ve atmadığı maçlara bakıldığında önemli bir düşüş var.

Milan gol yollarında sezonun genelinde ciddi sorunlar yaşıyor. Geride kalan 30 maçta atılan 51 gol, şampiyon olmaya aday bir takım için çok az. Milan gol yollarındaki bu sıkıntıyı etkili savunmasıyla gidermeyi başardı. Ibra’nın sahada olduğu maçlarda Milan’ın maç başına gol yüzde 1.67. Ibra olmadığı zaman bu oran 1.44’e düşüyor.

Ligin dışına çıkıldığı zaman Ibrahimovic’in etkisinin düştüğünü görüyoruz. Hem Milan hem de Inter’de benzer bir durum gözlemliyoruz. Ibra’nın Inter dönemide takım 24 maçta 22 gol atabiliyor. Milan’da ise bu sayı 8 maçta 7 gol.

Bu sayılar ve analizler bize şu sonucu çıkarıyor. Milan’ın Zlatan Ibrahimovic bağımlığı, Inter’e oranla çok daha fazla. Yukarda yer alan tablo, Inter’in İsveçli yıldızn yokluğuna çok iyi çözümler bulduğu sezonlar olduğunu açıkça gösteriyor.

Şampiyonuk yarışını yakından ilgilendiren derbide Milan’ın Ibra’sızlıktan yana büyük sıkıntı yaşayabileceğini öngörmek zor değil.

Blog Widget by LinkWithin
 
Copyright 2009 Barbarossa. Powered by Blogger Blogger Templates create by Deluxe Templates. WP by Masterplan