Yılların geleneğini bir kenara bırakıp 'Avrupai' tarzda oyun oynama derdinde olan Brezilya'da Arjantin ile beraber elenmiş oldu çeyrek finalde. Sanıyorum Brezilya'yı en son sempatik göreli 10 yıldan fazla oluyor. 2002 Dünya Kupası gerçek Brezilya futbolundan 'ufak' belirtilerin olduğu son kupaydı. 2006'da Fransa'ya elenen Brezilya ile 2010'da Hollanda'ya elenen Brezilya arasında çok fark yok görünürde. Ancak 2010 Brezilya'sının kupa tarihinin en antipatik takımı olduğu bir gerçek. Robben'in dizine kasıtlı basan Melo'dan mı, eksi elektiriğin babası Dunga'dan mı (futbolcuğu dışında), yoksa önde oldukları anlarda sevimli olan ancak geriye düştüklerinde birden çirkinleşen ve yılların ruhuna aykırı davranan tüm oyunculardan mı bu antipatik olma durumu? (Kaka'yı kesinlikle dışarıda tutuyorum) Geçmişte çok alıştık, Romario'ya, büyük özlem duyduğumuz dişlek Ronaldo'ya, (izlediğim dönem içindekiler) şimdi ise 'Saffet Sancaklı' tarzında bir L. Fabiano'nun bile forvet hattında olması itici geliyor bana. Yine Brezilya'da futbol zekasını bünyesinde çok fazla barındırmayan oyuncuların bir araya gelmesi Hollanda karşısında alınan mağlubiyetin diğer bir faktörü oldu bana göre.
Hollanda - Brezilya maçından önce elbette 'hepimiz portakal' dık ve sloganımız da 'Hup Hollanda Hup' tu. Turnuva başından beri hayalini kurduğum İspanya - Hollanda finali de gerçekleşmek üzere, umarım ki gerçekleşir. Çünkü Dünya Kupası başlamadan önce bu iki takımın final oynamasını istemem de iki neden vardı, Hollanda'nın şanssızlığını kırması, İspanya'nın da artık kötü sonuçlara bir dur demesi. Ayrıca bu iki takımın finalinde kazanan kim olursa olsun kupa tarihinde bir ilk yaşanacak olması da çekiyor beni fazalsıyla.
Hollanda - Brezilya maçına Fever Pitch bakışı;
"Dunga'nın Brezilyası Parreira'nın Brezilyasının günümüz için geliştirilmiş versiyonu. Kontrol Brezilyası biz futbol romantiklerince kabul görmez; hele ki arşivlerden 82 takımını seyretmişseniz ve inandığınız isimler size o takımın dünyanın gördüğü en iyi takım olduğunu söylediyse. Öte yandan Michels'in Hollanda Takımı da eşdeğer örnektir; Total Futbol rüyası ile tanışan dünyayı Almanlar uyandırmıştır. Kısacası genleri ile sahada yaptıkları tamamen zıt iki takımın yarı final için çarpıştığı bir maçta, golden daha çok taktik disiplin ve mücadelenin keyif verdiğini yazmak nasıl bir ironidir?
Yılın Bidonu Felipe Melo'nun Xavi vari attığı pas sonrası gelen gol ve o dakikaya kadar Brezilya'nın Hollanda orta sahasını çabuk ve rahat geçişi, Hollanda'nın ilk yarı boyunca yokları oynaması, Brezilya'nın nispeten işini kolaylaştırmıştı. Alves'in çok içeri girerek orta sahaya üstünlük getirmesi, sağda boşalan koridorda Maicon'u fazla kullanmayışları ile pasifize oldu; burada Kuyt'un defansif etkisi göz ardı edilmemeli. Açıkçası her anlamda tıkanmış bir oyun vardı sahada Hollanda için ve eskiye göre daha yavaş oynayan takımın bunu kırması için mutlak suretle oyun temposunu arttırması gerekiyordu.
Aslında ikinci yarının başında da ortada pek bir numara yoktu Hollanda adına. İlk yarı gereksiz bir sarı kart gören Bastos'un atılmayışı ve o pozisyonda, ilk 45'te sezonun en iyi oyununu oynayan Melo'nun kalecisini bozması sonrası gelen gol. Dünya Kupalarında bu tarz dramalara çok kez şahit olduk. Tansiyonu yüksek Brezilya'nın bu dakikadan sonra dağılması olasıydı; çok geçmeden yedikleri ikinci golde Sneijder Sambacıları uçurumdan aşağı itti. Melo neden yılın bidonu olduğunu en atılmaması gereken anda Robben'e basarak kanıtladı ve sonrasında, gergin takımın rakibini itiş kakışını izledik.
Luis Fabiano'nun son derece vasat iki stoper karşısında bu kadar ezilmesi ve Dunga'nın buna uzunca bir süre sabretmesi, Bastos'un ikinci yarıya başlaması ve ilk devre takımın vites küçültmesi Dunga'nın önemli hataları. Dahası kenardaki görüntüsü takımınınkinden farksızdı ve teknik adamın moral motivasyonunun, duruşunun takımı üzerindeki etkisine bir kez daha şahit olduk. Bert Van Marwijk'in herhangi bir taktik hamle ile maçı çevirdiğini söylemek zor bana göre. Takım bildiği oyuna devam etti ve şans onlara döndü. 10 kişi yüklenmeye çalışan Brezilya'ya verilen oldukça amatörce pozisyonlar da cabası. Hollanda'nın bu tarz tehlike anlarında tempo yapması, hızlanması yeterli olacaktır; bu takım o oyunu da biliyor nitekim.
16 senelik bir hesabı kapattı Portakallar. 94'te şampiyon olan, 98'de final oynayan Brezilya'ya iyi oynayarak elenmişlerdi. Bu sefer bir şey yapmalarına gerek kalmadı; onlar yeni dünya modasına uydular, bildiklerini bir kenara bıraktılar, rakipleri fişi kendi kendine çekti..."
2002'deki Türkiye ile büyük benzerlikler taşıyan Uruguay ile Gana'nın yarı finale çıkma savaşı sanıyorum kupanın en zevkli mücadeleleri arasında zirveye oynamaya aday... Bu maç içinse karışık duygular ile izlediğimi söylemeliyim. Bir tarafta Lugano ve turnuvanın başından beri sempatimi kazanan Uruguay, diğer tarafta ise Fildişi Sahili'nden, Kamerun'dan, Nijerya'dan bekleneni yapan ve Afrika ruhunun kupadaki temsilcisi olan Gana...
Turnuva öncesi Uruguay milli takımından umutlu olsak ta beklentiler sadece gruptan çıkacakları yönündeydi. Ancak şimdi gelinen nokta da penaltılarla olsa da Gana'yı eleyip yarı finale kalan Uruguay, Arjantin, Brezilya ve Paraguay'ında kupaya veda etmesiyle Güney Amerika'nın bayrağını taşıyan tek ülke olarak kalmış durumda.
L. Suarez... Tanrı'nın eli artık onda mı?
Gana-Uruguay maçının kırılma anı şüphe yok ki Suarez'in topu eliyle çizgiden çıkarması ve devamında Gyan'ın penaltı vuruşunu direğe nişanlamasıydı. Şimdi bu durumu İrlanda-Fransa maçında T. Henry'nin el hareketi ile derecelendirip 'Henry'ye sahtekar diyenler Suarez'i neden savunuyor' deniliyor. Şöyle bakmak gerek bu olaya. Suarez yaptığı el hareketi sonrasında 'oyun kurallarının' en uç noktasını kullandı, sonucunda kırmızı kartı görerek oyundan ihraç edildi ve cezasını aldı. Gana'ya ise kendi kaderini kendi çizmek kaldı penaltı atışı ile. Suarez'in yaptığı elbette yanlış ancak bu yönüyle bile sahtekar Henry'den ayrılıyor. Burada futbolun üzücü ama bir o kadar da onu sevmemizi sağlayan kuralları işledi. Henry ise yaptığı hareketin cezasını almayı bir kenara bırakın koskoca bir ulusun hayallerinin yıkılmasına neden oldu. Gana'nın son anda penaltıyı değerlendirememesinden sonra moralmen çökmesi ve penaltı atışlarında klas bir vuruş yapan Abreu'nun son atışı ile yarı finale yürüdü Uruguay... Büyük takımlar tek tek elenmişti ve Gana'yı diğer turda bekleyen nispeten daha az zorlanacağı bir Hollanda idi. Vuvuzelalar her zamankinden daha kuvvetli üflendi, büyüler de yapıldı ancak olmadı... Hollanda'dın 2000 Avrupa Şampiyonası'nda İtalya karşısında maç içinde iki penaltı kaçırıp seri penaltı atışlarında elenmesi gibi bir şok yaşadı Gana. Eğer Gyan seri penaltı atışlarında yaptığı harika plase vuruşu 120. dakika da abanmadan 'çoşturma içgüdüsünden' uzak olarak yapsaydı şimdi Gana'nın Afrika'nın öncüsü olduğunu konuşuyor olurduk.
Uruguay'ın başarısında teknik direktör Oscar Tabarez'den de bahsetmeden geçmek kesinlikle olmaz. Tabarez yıllar sonra Nacional ve Penarol oyuncularını bir araya getirmeyi ve bunlarla birlikle yurt dışında oynayan oyuncular ile takım ruhunu oluşturması başarıyı getiren en önemli faktörlerden bir tanesi oldu. Muslera'nın harika yeteneklerini keşfeden ve onu en önemli yere monte eden de yine kendisi oldu. Gana turnuva da özel bir takım olsa da Uruguay bana daha özel bir takım olarak geliyor yukarıda ki nedenlerden dolayı. Şimdi yarı final de Uruguay - Hollanda maçını karmaşık duygularla beklesem de bir ilk yolunda ilerlenmesi için ibrem Hollanda'dan yana pek tabii...
Almanya'nın kazanma alışkanlıklarından daha önce biraz bahsetmiştim. İngiltere'den sonra Arjantin'e de 4 gol atmak nereden bakılırsa bakılsın eğer Almanya yarı finalde favorim İspanya'ya elense dahi büyük bir olay. Löw'ün 'Messi'yi ve tüm Arjantin'i sahadan sildik' açıklamaları ise herşeyi özetliyor gibi. 'Turnuvaları yıldız oyuncular kazandırmaz' önermesinin en büyük kanıtı belki de şimdiki Alman milli takımı... İhtiyaç olan sadece dengeli bir takım ve turnuva boyunca çok büyük önem taşıyan konstantre ve iyi bir atmosfer. Takımı yöneten teknik direktöründe aynı şekilde takım ruhuna ve oyununa önem veren, bireylerden çok bütüne önem veren adam olması da çok önemli bu başarıda. Daha önceki Dünya Kupaları'nda da Almanların buna fazlasyıla önem verdiğini rahatlıkla görebiliriz. Meksika 86 öncesi Beckenbauer'in takımın huzurunu ve dengesini bozduğu için Uli Stein'i takımdan yollaması geçmişten bir örnek sadece. Almanya'nın katıldığı Dünya Kupaları'nda baktığımızda zaten ortak paydanın başarı olduğunu görüyoruz. Sadece bekletiler ve tahminler değişkenlik göstermiştir Almanlar için. 2006'daki takım beklentilerin üstündeydi, yarı finale kadar geldi. 1994 ve 1998'de kimse onlardan bir şey beklemiyordu ancak yine çeyrek finale kadar gelmeyi başardılar. 1982'de çok eleştirildiler, sevilmediler ama yine alışıldığı gibi başarılı olup final oynadılar. 2002'de Uzak Doğu'da bir araya gelen ekip te 1982 ile beznerlikler gösterdi ancak yine finale kadar gitti. Sonuç olarak takım nasıl anılırsa anılsın, nasıl yazılırsa yazılsın onların her turnuvada bir şekilde bir yerlere gelmeyi başardıkları bir gerçek...
Müller çok mu şanslı yoksa her zaman olması gereken yerde mi?
G. Müller'i geçip Ronaldo'nun 15 gollük rekoruna bir adım daha yaklaşan Miroslav Klose'den de biraz bahsetmek gerek. Öncelikle ligde ve hazırlık maçlarında onun kötü performansına rağmen Löw'ün, Klose'nin Dünya Kupaları'nda büründüğü inanılmaz ateşi görmesi ve ona güvenmesi ilk söylenecek söz. Klose'nin şu anki yeri hak etmediği dahi söyleniyor. Ben olaya biraz romantik yaklaşanlardanım. Sırf Dünya Kupaları'nın en çok gol atan oyuncusu olmaya bu kadar yakın olan bir oyuncunun tabii ki destekçisiyim. Artık kim ne derse desin Klose bir Dünya Kupası efsanesidir. Dünya'nın en iyi forveti ve golcüsü hiçbir zaman olamadı belki ama bu durum böyle. Ekşi Sözlük'te biri yazmıştı. Heading + anticipation + off the ball + teamwork. Bunların hepsini topladığınızda Klose'yi elde ediyorsunuz ve bu da zaten gol demek. FM yalan söylemez!
Son olarak Arjantin ve Maradona ile ilgili okumanız için tavsiye; http://gueneslipazartesiler.blogspot.com/2010/07/hersey-mumkun-diego.html
Gelelim İspanya-Paraguay maçına. Daha önce kullandığım bir cümle vardı. 'Futbolu sevmeyen insanlara güzel maçlar izlettirin ki aşık olsunlar'. diye. İşte bu maçta içinde yaşanan hikayesi ile böyle bir maçtı benim için. Ömer Üründül'ün 'futbol enteresan' sözünün cuk oturduğu bir maç varsa Dünya Kupası'nda bu o maçtır. Cardozo'nun kaçan penaltısı, ardından Xabi'nin önce attığı, tekrarında kaçırdığı penaltı, Villa'nın galibiyet golündeki patlaması ve maç sonunda Cardozo'nun göz yaşları 'işte futbol böyle bir şey' demek için yeterli. 2004'te Yunanistan'ın sergilediği oyuna fazlasıyla benzettiğim bir oyun anlayışına sahip olan Paraguay'un bir de favorim olan İspanya karşısında kaybetmesi üzmedi beni doğal olarak. Katalan, Barca'lı, Madrid'li ayırt etmeden desteklediğim bir takımın böyle dramatik bir şekilde yarı finale yürümesi de beni çoşturdu haliyle. Yukarı da bahsettiğim Almanya karşısında İspanya'nın işi çok zor olsa da Dünya Kupası tarihinde elle tutulur, hatta abartalım gözle görülür başarısı olmayan İspanya'nın Dünya Kupası'nı Madrid hava alanına indirmesi en büyük isteğim... Villa o golü 'yeter ulan' der gibi atarken İspanya Ulusal kanalında yorumculuk yapan Jose Camacho'nun haykırışı koca bir İspanya'yı özetler nitelikte. Şimdi herkes kupaya giden yolda son iki maçında kazanılıp rüyalarının gerçekleşmesini bekliyor... Herkeslerin ağzında sakız olan Paraguay'lı güzel 'L. Riquelme' nin de Paraguay şampiyon olursa soyunma vaadide boşa gitmiş oldu. Ben ne kendisini ne de kocaman göğüslerine sıkıştırdığı telefonunu hiç beğenmiyorum orası ayrı.
Yazılar birikince okunması zor bir yazı çıkmış ortaya arkaya dönüp bakınca... Okumayanlara da anlayış gösterdiğimi belirteyim son cümlemde...